İmaj Her Şeydir, Gerisi Hikayedir

Kendi içimde yerlere yatarak gülmekle meşguldüm. Bizim ünlü yazarımızın tüm meselesi imajmış meğerse. O yüzden güneş gözlüklerini hiç çıkarmamış

 

EMİNE SUPÇİN

On yıl kadar  önce, ilk kitabım Hiç’in hemen ardından bir yazarla tanıştım. Bahar aylarıydı ve doğa içinde bir kafenin bahçesine oturduk. O, koyu güneş gözlükleri, kırmızı babetleri ve kırmızı şapkasıyla, kendine göre ünlü bir yazar olmanın havasını yansıtıyordu. Yanımda, yine benim gibi henüz ilk kitapları çıkmış iki yazar hanım daha bulunuyordu. Aslında hepimizi bir araya getiren, Cemal Ataman hocamızdı. Üçümüzün de kitaplarının düzeltmesini yapmış, kendisi de yazan Türkçe öğretmeni.

Bir şekilde kendi çapında ünlü olan kırmızı pabuçlu hanımı bizimle tanıştırmasının altında da birbirlerine destek versinler niyeti yatıyordu muhakkak. Neyse…

Kırmızı pabuçlu, kendine göre ünlü yazarımız anlatsın, biz dinleyelim istiyorduk. Heyecanlıydım ünlü bir yazarla tanışmaktan. Öyle ya, yazmak başlıbaşına farklı bir daldı ve söyleyecek ne çok şeyi olmaktı. Onun macerasını duymak istiyor, etkili bir hikaye yazmanın sihirli anahtarını keşfetmenin yollarını öğretmesini bekliyorduk. En azından ben öyle hissediyordum. Oysa kuantumcuların dediği gibi, anahtar da kapı da kendindin ama bunu birinin söylemesine ihtiyaç duyuyordum belki de.

Uzatmayayım, sabun köpüğü niteliğindeki sohbet boyunca güneş gözlüklerini hiç çıkarmayan ve bizleri (muhtemelen) zavallılar olarak gördüğü için gerçek bir iletişim kurmayan kadından aklımda kalan sadece şu görüntü oldu.

Nasıl olduysa bir ara ikimiz yalnız kaldık. Ve ilk kez güneş gözlüklerini çıkarıp, “Emine’ciğim,” dedi. (-ciğim’li, -cığım’lı hitaplardan tiksindiğimi ne bilsindi canım.) “Şu gördüğün imajı ben tek başıma yaptım.” (Vay anasını sayın okurlar! Beklediğimiz sihirli anahtar bu muydu yani? İmaj mıydı her şey?)

Üşenmedim, tepeden tırnağa süzdüm ve bunu belli etmek için masa örtüsünü kaldırıp aşağıya eğilerek ayaklarına kadar baktım. “Ha anladım, olay kırmızı pabuç diyorsunuuuuz.”

Cevaben ne dediğini anımsamıyorum bile. Çünkü kendi içimde yerlere yatarak gülmekle meşguldüm. Bizim ünlü yazarımızın tüm meselesi imajmış meğerse. O yüzden güneş gözlüklerini hiç çıkarmamış zaar. Aklıma geldikçe hala gülüyorum.

Gerçekten imaj her şey, gerisi hikaye midir? İç referansınla, dış referansın birbirini tutması ya da desteklemesi mi gerekir yoksa ikisi birbirinden tamamen farklı alanlar mıdır? Yani içindeki insanla, başkalarına gösterdiğin insanın birbirinden farklı olmasında bir tutarsızlık olması normal midir?

İmaj ve unvan kavramları bana oldukça yapay gelmiştir. Bilmem nerenin müdürü, başkanı denmek ne kadar küçültücü bir sıfat. Yani orayla işin bitince bir hiç olacaksın. Demek o yüzden bir kere kaptıkları koltukları bırakmak istemiyorlar. Yazık.

Oysa kendisi zaten bir değer olduğu için bilmem nerelerin müdürlüğünü ya da başkanlığını yaptıktan sonra da aynı değeri taşıyan ve adlarıyla yaşamaya devam eden (az sayıda da olsa) insanlar gördüm ben. Örneğin Erdal İnönü. Adam fizik profesörüydü, başbakan olsa neydi, olmasa ne?

Ya imaj meselesine ne demeli? İmaj makerlara mı bıraksak bu konuyu. “İmaj yapıcı” diye bir meslek var ayol? İmaj için yapılan estetik operasyonlardan, kıyafet harcamalarına kadar hepsi, “Altımda bir şey yok, bu yüzden üstümü giydiriyorum,” demek olmasın sakın? İçi boş olunca, dışıyla ilgilenmek? Hatta benim gözümde kafasını en pahalı ya da en janjanlı türbanla sarıp sarmalayan ile, o estetikçiden şu estetikçiye koşan ve sonunda hepsi birbirinin aynı yüzlere sahip olan tipitipler aynı kategoride. İçi boş, tatlı olarak çok lezzetlidir ama insan olarak beş kuruş etmez.

Bu yazının da yarısını sildim. Öyle ya, parmağımızla kaydırdığımız ortamda uzun yazı okumak yoruyordur belkim. 🙂

PAYLAŞMANIZ İÇİN