Hiçbir romanı özgürleştirici değil

Az çok anlaşılmış olmalı, Orhan Pamuk kurgusal yapıtının somut/soyut tüm bileşenleri ile aynı oyunu gerçekleştirir. Var. Yok. Varken yok. Yokken Var. Aslında o. Aslında değil. Yazar bir yazardır. Yazar bir yazar değildir. Roman romandır ve değildir. İçerikli içeriksizlik, varlıklı varlıksızlık, bilgili bir bilgisizliktir. Tutum yalnızca ona özgü de değildir, genel, küresel bir yazı(n) yaklaşımıdır. Pamuk dünyaya karşı kendi kurgusal dünyasını önermektedir.

ZEKİ Z. KIRMIZI

Söz konusu tanrısız tanrılık ya da her tür duygu kirinden arınmış (steril), bulaşmaz etmez tavşan boku nesnelliği kurgu içi bağdaşık ya da çelişik hemen hemen tüm önermelerin, yani biçim içerik öğelerinin eğreti tutuluşunun, hatta özellikle böyle olduğunun gösterilmesinin (sunum) güncel (konjonktürel) dünya bağlamının koşullarıyla ilgili olduğunu yukarıda imlemeye çalıştım. Bu tutumun bizi sanatın indirgenmiş bir tanım olarak ‘oyun’ kavramıyla ilişkisini yeniden değerlemeye zorladığını da belirtmeye çalıştım. Aynı kavramın yükseltgenmiş yorumunun öne çıkarılması bizce sanatın ekinsel görevini ve tarih içinde evrimsel işlevini açıklamakta daha önemli, anlamlı olacaktır. Öyleyse sorun dünya koşullarının ve verili biçiminin, yalnızca okuru değil yazarı da, hatta ürün (meta) döngüsü anlamında sürecin tüm aşamalarını içeren doğallaştırılmış bağlamın doğrudan kendisini de köşeye sıkıştırmasından kaynaklanır. O zaman kaçınılmazca aktörel (etik) yargı önümüze düşer: Herkes kurban ise o zaman hiç kimse kurban değil mi? Günther Anders’in (1902-1992) 1962 Viyana günlüklerinde kıyasıya tartıştığı konu biraz da budur.[1] Sonuç olarak eğretilik ya da yapaylık duygusu, oyunun tartışılmaz kurallara bağlanmış, iskambil oyunu gibi anlaşılmasından kaynaklanıyor.[2] Geriye ustanın Go, satranç, briç, futbol, vb. de ustalığı kalıyor. Üstelik ortaya çıkan yalnızca sıradan nitelikli bir yorumdur diyemeyiz, çünkü haksızlık olur bu, ortaya çıkan bazen yaratıcı bir yorum olabiliyor. Elbette her zaman değil. Öyleyse yazarımız istenci ve bilinciyle gerçeklik duygusunu ve doğurabileceği sonuçları baştan öngörüp silerek hem sakınımlı bir oyun kuruyor hem de romanın sokaklarında ne denli gezinsek ve havasını solusak da bir anlık dalgınlıkla içine düşebileceğimiz yanılgımızı düzeltme gereği duyuyor. Hop dedik, o kadar da değil! Ya ileri gidip öngördüğüm okuma çevrenini aşar, izin veremeyeceğim yerlerde gezinir, istemediğim sonuçları çıkarır, yargılara varırsanız? Benim istediğim gibi okursanız ne sizin başınız ağrıyacaktır ne de yazar olarak benim başım! Gelin, olanaklı, olası sonuçlar ve yargılar hakkında karşılıklı susma, yazarın belirlediği oyunun kuralları içinde kalma, bir de yapıt arkasından yapıtı yaşamlarımızda sürdürme zorunda kalmamak hakkımızı kullanalım. Oyuna girelim. Oyundan çıkalım. Var. Yok. ‘Ciiiit…Deee… (Bkz. Freud, Lacan.)

Haruki Murakami. “Benim arzu ettiğim, ‘Japoncası seyreltilmiş bir Japonca’yla cümle kurmak değil, sözüm ona ‘roman dili’, ‘saf edebiyat sistemi’ denen şeylerden olabildiğince uzak durarak, Japonca kullanarak doğal sesimle hikâye ‘anlatmak’tı. Bunun için de her şeyden vazgeçmek gerekiyordu. Dürüst olmak gerekirse, o zamanlar Japonca benim için işlevsel bir araçtan başka bir şey değildi.

Eğreti tutulmuş eşleştirmeler

Az çok anlaşılmış olmalı, Orhan Pamuk kurgusal yapıtının somut/soyut tüm bileşenleri ile aynı oyunu gerçekleştirir. Var. Yok. Varken yok. Yokken Var. Aslında o. Aslında değil. Yazar bir yazardır. Yazar bir yazar değildir. Roman romandır ve değildir. İçerikli içeriksizlik, varlıklı varlıksızlık, bilgili bir bilgisizliktir. Yazarımız bu konuda dürüsttür. Varlığı, bilgiyi, yargıyı yerçekimsiz kılıp ağırlığından sıyırarak ya da seyrelterek cesur bir meydan okuma yapar. Tutum yalnızca ona özgü de değildir, genel, küresel bir yazı(n) yaklaşımıdır ve ürün, çıktı yaklaşık otuz yıllık sanal evrenimiz ve ortamlarımızın ağırlıksızlığıyla eşlenik, bağdaşıktır bir yandan. İnsanlar; olup, bilip, seçip olmamış, bilmemiş, seçmemiş, dolayısıyla ağırlıkları üstlenmemiş, sorumluluktan sıyrılmış, dünyayı düzeltmek, hatta kurtarmaktan, bunun için son çözümde ellerine, ayaklarına, kafalarına, bedenlerine başvurmaktan sıyrık (!) kalabilmektedirler. Konu da budur. Bu son insana hangi yazar hangi yapıtla nasıl ulaşır?

Haruki Murakami örneğin (d.1949) erken dönemlerinde Agota Kristof okuması sırasında bulduğu çözümü şöyle anlatıyor: “Kısa cümlelerden oluşan güzel bir ritim, doğrudan, açık cümleler, duygusal olmayan kesin betimlemeler. Bu şekilde çok önemli şeyler yazmadan da derinlerde gizlenen esrarlı bir atmosfer oluşturulabiliyordu.” Ve az aşağıda ekliyor: “Benim arzu ettiğim, ‘Japoncası seyreltilmiş bir Japonca’yla cümle kurmak değil, sözüm ona ‘roman dili’, ‘saf edebiyat sistemi’ denen şeylerden olabildiğince uzak durarak, Japonca kullanarak doğal sesimle hikâye ‘anlatmak’tı. Bunun için de her şeyden vazgeçmek gerekiyordu. Dürüst olmak gerekirse, o zamanlar Japonca benim için işlevsel bir araçtan başka bir şey değildi.[3] Alıntıyı özellikle yaptım, hem aynı zamanları yaşayan küresel yazarlar hem de yazınsal (poetik) yaklaşımlarındaki dikkate değer benzeşimleri göstermesi açısından. Orhan Pamuk’ta da öykülemekten sıkça söz etmesine karşın seyreltilen şey öykünün (içeriğin) gerçeklik göndermeleri… İlginç ve beklenmedik biçimde bu tutum, usavurumla (mantık) varması gereken yere değil gerçekliğin olumsallığını ortadan kaldırarak seyreltik yapıtı oldukça kaba, uzlaşmasız, dayatmacı bir ilkel teze ya da önermeye dönüştürebiliyor. Yazarın kendini ayağından vurması ancak böyle olabilir(di) ve oluyor.

Usu dışarıda tut, öykü ima etmesin

Artık varlıksız varlıkbilimi (ontoloji), bilgisiz bilgibilimi (epistemoloji), aktöresiz aktörebiliminden (etik), yazmıyormuş gibi yazmaktan kısaca söz edip çözümlememizi kapatalım.

Şunu anlıyoruz ki Orhan Pamuk içinde yaşadığımız dünyanın dışında, ötesinde bir koşut (paralel) dünya ya da evrenle ilgili ve ilkinin öncelenmesine karşı. Kendi kurduğu evrenin içkin gerekleri konusunda ödünsüz ve iki koşutlu evren arasındaki köprüleri, imge akışlarını, nedenlemeleri yadsımaya dönük bir yapıçözüm öneriyor. Bugün geldiği yerde kendisiyle tutarlı olduğunu, artık yazınsal evreni içinde yaşam alanları oluşturmak, açmak biçimindeki (müze, belgelik, vb.) çabasının tutkuya dönüştüğünü, Pamuk’un kendi evren önermesinde sıkı, ödünsüz bir yeğleme içinde olduğunu ve ayak dirediğini söyleyebiliriz. Evreninin (ya da kulesinin), dünya ve Türk okurları için ne düzeyde seçenek olduğu ise ne yazık ki onun önermesinin etkileme gücüyle ilgili değil. Okurun Pamuk evreniyle etkilenme düzeyi yüksek ilişkisinin bambaşka nedenleri var, ödüller vb. bir yana. Okur da bir ölçüde yeni bağlamın okuru ve geleneksel yapıt okur ilişkisinden taşmış durumda. Bunun eytişmeli (diyalektik) ve kapsama alanı büyüyen bir aşma olduğunu söylemekte şimdilik güçlük çekiyoruz veri eksikliği nedeniyle.

Ama şunu az çok anlamış olduk. Onun yapıtında adım adım geliştirdiği gölge-evreni bir yüzey üzerinden akıtılan görüntüler gibi (klasik özdeşleyim sineması) özdeşleşimi düşüncesiz kılan bir kapan etkisi yapmakta, hatta belki de güçlükle adlandırılma çabası içindeki gerçekliğin yerine geçmektedir (ikâme). Platon’un mağarasındaki insanlar evrenin duvarda yansıyan gölgeler olduğuna inanıyorlardı. Başka dünyaları olmayan bu mağaralılar için onanabilecek durum gerçekliği hakikatinden olmasa bile çelişkili konumlarından genelleştiren biz somut insanlar için epeyce tartışmaya açık. Sanatçının seçenek kurgusal bir evren önermesinin yeni ve yanlış olmadığını bilerek şu söylenebilir ki sorun gizli bir doğrultma, kötü olmasa da art niyeti taşıyor olmasında evren önerilerinin. Tarihin canlı, tartışmalı uzlaşma çizgisinde bir tek bilince, yazarın kişisel bilincine tanınan çizme, resimleme görevi (misyon) hakkı tüm öteki bakış açılarını toptan yargılıyor, suçluyor ve dışarıda bırakıyor. Şimdi burada çağrışımları belirgin iç evren tasımı hem bizi karşılaştırmaya zorluyor hem de belli bir okuma dayatmasına. Orhan Pamuk’un hiçbir romanı okurunun karşısında özgürleştirici, demokratik yapıtlar olmadı. Onun gizli seçkinciliği başta buna izin vermedi. Anlatılarına giren gündelik insanlar birer olgu, genellikle de ‘tuhaf’, beklenmedik, sıra dışı olgular olarak gözlem altına alınıp düzlem üzerine geçirildiler (kelebek derlemciliği gibi). Hemen ekleyelim ki bu uygulama biçimi, görüntü eksenli kimi uygulamaların halkçıl (popüler) etkileme gücünü olanaklı kıldı. Pamuk, benzeri dünya yazarları gibi, yazı eylemi boyunca ciddi bir etki gücü çözümlemesi (analiz) yapan birisidir. Aynı zamanda sanatsal ya da halkçıl tüm geçmiş anlatı biçimlerinin etki gücünün kaynaklarını çok iyi kavramış, öte yandan tüketici kitlesinin çapını ulus ötesi küresel çap olarak öngörmüş, böylece ortalama bir dünyalının halkçıl beklentilerini gözetebilmiştir. Hemen sanatın düzey yitirdiği eleştirisine sığınacak, yargılayacak değiliz tutumu. Onları en geniş anlamda başarılı kılan şey güzelduyusal beğeni ölçütlerinin belki elli yıldır yükselti (rakım) yitirmesi, geçiş dönemi yaşadığımız günümüzde neredeyse deniz (0) düzeyinde (seviye, kod) seyretmesidir. Onlar koşulların usta yorumcularıdır bana kalırsa ve koşullar başka olsaydı yazınsal yeteneklerinin başka çıkış yolları deneyeceğini de kestirebiliyorum. Bu çözümleme girişimlerinin içinde öne çıkan belirtgen özelliklerden biri, zamanda ve uzamda çevreye doğru yayılan ve odağı Batı ekini olarak alırsak onun en dış halkalarına özgü çekicilik (egzotizm) ve doğuculuktur (oryantalizm). Elbette ki 100-150 yıldır açığa çıkarılmış kavramlar bugün de kullanıma giriyorsa artık somut, kısagörü (taktik) nedenlerden söz etme hakkımız doğar. Usun 19. yüzyıl sonlarından (coşumculuk) beri, yavuz hırsız örneği sürekli kanatıldığı, suçlandığı, sorumlu tutulduğu dünyamızda öldürümlerin, kıyımların tüm hızıyla sürmesi bir yana, ötekinin (Batının dışında kalanın) aynada çarpık görüntüsü konusunda özeleştiri de doruk yaptı yapmasına ama bir süredir öteki (dışarıdaki), ‘kendinden hoşnutluk’ züğürt tesellisi yanı sıra en azından eğlenceli bir konu, ilkelcilik hazzı olarak yeniden hortlatıldı, pazara sürüldü, denebilir. Öyle ki kapsamı içine duygusal (melodramatik) düm-düzlükler de (Masumiyet Müzesi, 2008) kolaylıkla katıldı. Hollywood (ABD), Yeşilçam (Türkiye), Bollywood (Hindistan) özlemi (nostalji) arkasında ne var diye bakılmasa da olur anlatı kalıpları (klişe) olarak günümüzde anlamaya dönük bağlantıları yitmiş, devrelerini yakmış dünyamızda seçenek olmasa bile bir duruma (situasyon), oldu bittiye dönüşebildi. Bunda dilin yeni taşıma ortamlarının (medya) büyük etkisi olduğunu herkes biliyor: Usu (akıl) dışarıda tut! Öykü gönderme (ima) yapmasın, düz anlamını dürüstlükle (?) taşısın, sözü gevelemesin, açık, en yalın durumundan şakısın! Usumuz ve belleğimizde hiçbir iz kalmasın, anımsamayalım, kulağımızdaki hazcıl tortu bir sonrakine dek temizlenecek kulak kirine de dönüşmesin. Kulak yalnızca ve yalnızca hazcıl sesi bir an için duyabilsin, göz görebilsin, tat ve kokular ve dokunuşlar için de durum böyle sürsün. Bunlardan büyük umutlar, sonuçlar, gelecekler tasarlamaya yetmesin, uzanmaya kalkmasın imge. Hatta ortaya çıkar çıkmaz yok olan, kendini silen sahte, yalan, imgeymiş gibi imge, duygular kalkanına çarpıp yansıyıp geri dönsün ve yaşamın erimi kibrit çakımı erimine, yakma, ateş tutkusunun (piromani) bir anına sığabilsin, sinsin. Ben yaktım, ben yapmadım! Sinsin sözcüğü en geniş çağrışımıyla kullanılmıştır, sindirme çağrışımı da içinde olmak üzere…

Yakın toplumsal tarihle sorunlu aydınlarımızdan biri

Eğlence amaçlı hortlatılarak gündeme yeniden alınan, eski dayanıklıkları kalmamış, daha doğrusu yerlerini daha etkili güncel kavramlara bırakmış büyüsellik, gizemcilik, çekicilik, doğuculuk haliyle yankıladığı gelenek ve anlatıları çok da ayrım gözetmeden önce bir söylene dönüştürme, sonra söylensellik etkisine sığınma sonucu doğurmuştur (babayı öldürme: Oedipus, oğulu öldürme: Zaloğlu Rüstem ve oğlu Sührab, vb.). Günü uzak geçmişin içkin, geçerliliği artık tartışılmaz sayılan (?) temsilinden okuma tam da örneğin Kafka’nın, bizde Faruk Duman’ın (Bkz. https://www.okumaninsonunayolculuk.com/pdf/e_kitap/e_31_faruk_duman.pdf ) yaptığının tersidir, benzer girişimler olarak sunulsalar da. Ama Borges’in ve ardıllarının yaklaşımı için doğrulayabiliriz söylensel (mitsel) kökenin çağcıl yorumlamalarını. Doğrulama sözcüğü yanlış anlaşılmasın, yani onaylamak olarak okunmasın. Tutum, günü, geçmişin düzgülemesiyle (kodlama) okumak, yani okumayı yadsımaktır. Okumayı yadsımak anlama çabasını yadsımaktır. Kimse bize geçmişin anlam çekirdeklerinden, özcülükten söz etmesin. Anlama çabası, anlamı büyütme, gelecekten devşirme, kurma, yaratma çabasıdır. Ussaldır (yöntembilimsel anlamda), anımsama ve düşleme ikileminden, sarmalından tetiklendiği için. Elbette söyleni anlama çabasının girdisi olarak görmemiz gerek. Ama tersi gerçek anlamda sorun, çarpıtmadır. Çekim yaratmanın yollarından birinin zamanda geriye doğru yürümek ve insan öyküsünün en yalın durumuna, ilkelliğine dayanmak olduğunu belirttik ama aynı şeyi uzamda yayılma, uygarlıktan kaçmadan tutun kendi adasını yaratmaya dek geniş yelpazede yorumlayabiliriz. Zamanda geriye yolculuk, geçmişten günümüze doğru yazılan bilimsel anlamında tarihleşmeyi geriye doğru bir tür indirgeme ile (vulgarizasyon) sile sile saray görevlisinin olay kayıtçılığını (vakanüvistik tarihçilik) tüm sınırlılığı içre öne çıkarmak demektir. Bu, yazının, tarihi kurguya dönüştürmesinin kaçınılmaz sonucu mudur, tartışılabilir. Ama Orhan Pamuk’un tarihi bugünkü bilimsel tanımı ile tartışmaya alan, yakın toplumsal tarihiyle sorunlu aydınlarımızdan biri olduğunu anımsayalım. Yazınsal çabasının büyük bölümü bu dayatılan ‘resmi’ tarihi düzeltmekle (!) ilgili. Bunu yapma yolu da, indirgeme yoluyla, üstelik vakanüvistik bir sözde tarih çizgiselliğini ve iki boyutluluğunu yine tarih sıkıdüzeni (disiplin) içinde kalarak değil, çünkü tarihçi değildir, kurgu evreninden önermesidir. Bu çapraz bağ aynı zamanda kurulabilecek ve sonuçları düşüngüsel (ideolojik), en çarpık bağlardan biridir.

Oysa anlatılan, hatta neredeyse belgesel bir dille, belgelerle aktarılan hepimizin tanıklık ettiği bir kentsel uzamdır söz konusu olan. Orhan Kemal’i örneğin unutalım mı?

Keşke Murakami gibi alçakgönüllü olabilseydi, kendi ekin ve tarihini düzeltme görevini (ki neden böyle bir görev üstlendiğini kestirmek zor değil, ama konumuz da bu değil) canhıraş bir gülünçlük ve yetmezlikle ayrıca, fazladan üstlenmeseydi. Yazını bundan zarar görmektedir hem de çok uzunca bir süredir. Tarihi tartışalım, bilimsellik düzeyini, yöntembilimini ama başa dönerek, ilkel yöntemlere başvurarak olmaz bu. Ahmet Altan’ın yanı olunabilecek en iyi yer değil bence. Coğrafya için de aynı şeyleri söylemek olanaklı. Veba Geceleri, daha önceki kimi romanları gibi, tarihe ilişkin kaba indirgemelerle bilinç bulandırırken Kırmızı Saçlı Kadın, Kafamda Bir Tuhaflık, vb. de uzama ilişkin çizgesel (şematik) bir indirgeme yaparak, bizleri örneğin büyük kentlerde yakın geçmişin taze ve somut gerçekliği olan gecekondulaşma süreci konusunda çekimi yapılan bir filmin yapay uzamında (plato, stüdyo) dolaştırır gibidir. Okur romanın içinde büyük bir yapay uzam, çevre duygusuyla gezinir. Oysa anlatılan, hatta neredeyse belgesel bir dille, belgelerle aktarılan hepimizin tanıklık ettiği bir kentsel uzamdır söz konusu olan. Orhan Kemal’i örneğin unutalım mı? Nedeni açık… Pamuk dünyaya karşı kendi kurgusal (spekülatif) dünyasını ve onun çıkarımlı içkin değerleme dizgesini önermektedir çaktırmadan. Yine Peter Weir’ın ünlü filmini anımsıyoruz burada: Truman Show, 1998.

(Sürecek)


 

[1] Günther Anders; Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam! (Die Schrift an der Wand, Tagebücher 1941-1966, 1967), Çev. Herdem Belen/ Hüseyin Ertürk, İthaki yayınları, Birinci basım, 2021, İstanbul, s. 222-42.
[2] Hemen belirtelim. Kimse bunu Italo Calvino düzeyinde beceremez ve yine de yazınsal düzeyini korumayı başaramaz.
[3] Haruki Murakami, Mesleğim Yazarlık (Shokugyó toshite no Shósetsuka, 2015), Çev. Ali Volkan Erdemir, Doğan Kitap yayınları, Birinci basım, 2019, İstanbul, s.38-9.

 

PAYLAŞMAK İÇİN