Herkesin yaşayabileceği bir öykü

Oktay Akbal, bir zamanlar okurken sinirlendiği Yahya Kemal’i sevmeye başlar bu Boğaz gezileri sırasında. Onun sığ söyleyişlerin, yüzeyde kalmış duyguların, gözlemlerin şairi olarak düşünmüştür hep. Şiirin derininde bir şey yoksa biçim ustalıkları da kurtaramaz şiiri Oktay Akbal’a göre. Haksız da sayılmaz hani.

 HİDAYET KARAKUŞ

                ŞİMDİ İZMİR’DE

 

                Şimdi İzmir’de sabahın sekizi

                Karşıyaka’da, Alsancak’ta, Güzelyalı’da

                Bir ağ dolusu balık gibi gençliğimizi

                Daha yeni çektik denizden, rüyalarımızı da…

                Türküler övüyor sevgimizi.

 

                 Şimdi İzmir’de sabahın sekizi.

                 Şu deniz, şu gemiler bizim malımız.

                 Altın saçak gibi güneş tembelliğimizi.

                 Karınca gibi çalışıyor adamlarımız,

                 İncir işleyen kızlar sayıklar hikâyemizi.

 

                 Şimdi İzmir’de sabahın sekizi.

                 Rüzgâr yalnız saçların için…

                 Tanrı öyle birletirmiş ki sevincimizi

                 Ne umutsuzluk var, ne korku, ne kin…

                 Fotoğrafçılar çekiyordur resimlerimizi.

 

                 Şimdi İzmir’de sabahın sekizi.

                 Okaliptüsler, yosunlar aşkımıza öpüşür,

                 Analar emzirir hayallerimizi.

                 Bütün kızlar bizim için salınarak yürür,

                 Ama zaman boş koydu ellerimizi.

 

                 Şimdi İzmir’de sabahın sekizi.

                 Gözyaşlarım yüzüne döküldü, anlamadı.

                 Aynı yastıkta yitirdik birbirimizi.

                 Altın kemelerin içi boş kaldı.

                 Hangi zalım el yaktı ekinimizi?

 

                 Cahit KÜLEBİ

 

Bugün Oktay Akbal’ın İstinye Suları’ndan öykücükler sunacağım. Bu öykücükler adından anlaşıldığı gibi İstanbul’da İstinye kıyılarından gözlemler, o gözlemlere ilişkin düşüncelerden oluşuyor.

“atlıyorum vapura Sirkeci’den, doğru Boğaz’a”

Oktay Akbal, Cumhuriyetimizle yaşıt bir yazarımız. Garipler Sokağı, Suçumuz İnsan Olmak  gibi romanları, Önce Ekmekler Bozuldu, Yalnızlık Bana Yasak, Tarzan Öldü gibi öykü kitapları, Konumuz Edebiyat, Yazmak Yaşamak… gibi denemeleri; Günlerde, Anılarda Görmek… gibi günceleriyle birlikte çok sayıda yapıtı bulunan bir yazarımız, aydınımız.

İstinye Suları, 1973’te yayımlanan küçük bir cep kitabı. Ama bu kitapla insan dünyaları taşıyor cebinde.

İstinye Suları, kitaba adını veren öykücükle başlıyor.

“Atlıyorum vapura Sirkeci’den, doğru Boğaz’a. Öğle vapurlarında kimseler yok. Ne tanıyan, ne ilgilenen. Tek tek geziyorum Boğaz iskelelerini. Tatil günlerinde değil, herkesin çalıştığı günlerde… Bir süre tek başıma olmanın güzelliğini duyuyorum. Yığından kopmanın, güncel olaylardan, sonuçsuz çekişmelerden, birtakım yıkıntılardan sıyrılmanın yolu bu; kaçmak. Bırakmak bir şeyleri geride. Olsun, küçük kaçışlar olsun bunlar. Birkaç saatliğine de olsa kopuş, bir kaçış bu; çevreden, bildik kişilerden, yalan duygulardan…”

İstinye Suları adlı öykücük böyle başlar.

Oktay Akbal, bir zamanlar okurken sinirlendiği Yahya Kemal’i sevmeye başlar bu Boğaz gezileri sırasında. Onun sığ söyleyişlerin, yüzeyde kalmış duyguların, gözlemlerin şairi olarak düşünmüştür hep. Şiirin derininde bir şey yoksa biçim ustalıkları da kurtaramaz şiiri Oktay Akbal’a göre. Haksız da sayılmaz hani.

Orhan Veli ve Sait Faik’le ta Köprü’den Beykoz’a

İstinye Suları, ona altı yaşındayken İstinye koyunda yaşadıklarını anımsatır. 1929 yazında gemiler büyük, İstinye koyu da kocamandır ama şimdi koyun küçülüverdiğini görür.  O zamanlar İstinye koyu yalılarla doludur. Oturdukları, penceresinden oltasını atıp balık tutmaya çalıştığı, iki katlı, tahta Rum evini düşünür. Besteci Necip Celâl de bu koyda oturmaktadır. Piyano sesleri işitilir o yıllarda bu kıyılarda. Mahallenin delikanlılarını toplayıp onlara zamanın tangolarını, ezgilerini çalar besteci. Mazi kalbimde bir yaradır, şarkısıyla birlikte daha pek çok şarkıyı İstinye’de dinlemiştir Oktay Akbal.

O yıllarda “Her şey büyüktür, kocamandır, sonsuzdur, ağırdır.”

Yazar hep öyle küçücük kalacağını sanmıştır.

O gün, umuda, sevgiye, sonsuzluğa yürüyüşünün küçük sevincini duymuştur. Başka insanların da küçük mutlulukları kaçırmamasını diler öykücüğünde.

Görüldüğü gibi çağrışımlarla, anılarla iç içe geçen öykücüklerdir bunlar.

Rumelihisarı İskelesi de ona Orhan Veli’yi anımsatır.

“Urumelihisarı’na oturmuşum;

Oturmuş da bir türkü tutturmuşum

İstanbul’un mermer taşları;

Başıma da konuyor, konuyor aman martı kuşları;

Gözlerimden boşanır hicran yaşları;

Edalı’m,

Senin yüzünden bu hâlim.” diye başlayan şiiriyle anar onu. Orhan Veli ve Sait Faik’le bir kez ta Köprü’den Beykoz’a, oradan sandalla İstinye’ye, oradan da yürüye yürüye Bebek’e dek gelmişlerdir.

O günleri düşündürür Oktay Akbal’a İstinye suları.

Onlar yani “Orhan’la Sait, masalların insanlarına dönmüşlerdir”.

iskelelerde, istasyonlarda, duraklarda beklenenin öyküsü

Rumelihisarı’nda bir ayakkabıcı boyacısıyla konuşur. Ayakkabılarını boyatırken sigara verir boyacıya. Boyacı alıp kulağının arkasına koyar sigarayı.

Boyacının sandığı basit, renksiz, gösterişsizdir. Onun da kıyıya yürüyerek inmek özlemi vardır ama inemez. Bastonunu oturduğu kanepenin arkasına asmıştır.

Kıyıda bir banka oturup denize bakarken yanına bir genç oturur. O da iskeleden görünen yolun ucuna bakarak dalar gider.

Oktay Akbal, kafasından bir öykü yakıştırır ona. Herkesin yaşayabileceği bir öykü. İskelelerde, istasyonlarda, duraklarda beklenenin öyküsüdür bu.

Rumelihisarı’nda yalnızlığı yaşar ya yalnızlığı da yenmenin peşindedir gerçekte. Hem yalnızlıktan mutludur hem ondan kurtulmayı düşler.  Vapurları, koca şilepleri geçirir aklından.

 “Vapurlar da uğramaz oldu” demiştir boyacı.

O da kendini vapurların uğramadığı bir Boğaziçi iskelesi gibi duyumsar. Kimse gelmeyecek, içindeki yolcular bir yere gitmeyecek, gidemeyecektir.

“Kalkmalı, gerçeğe yürümeli. Anıları, özlemleri, içlenmeleri bırakmalı. Gerçekle savaşmalı ya da kaçmalı, kendinden, her şeyden…” diye düşünür.

Denizde Bir Adam ise sabah denizinin keyfini çıkaran bir insanın duygularını yansıtır.

“Deniz benimdi. Göz alabildiğine uzanan bütün sular benim… Tek kişi yok görünürde. Evlerindeler daha. Kahvaltıdalar, uykudalar. Gazetelerini okuyorlar…” diye başlar. Yazar kendini denizin içinde dünyanın ilk günündeymiş gibi duyumsar.  Dünya yeni yaratılmış. Uygarlık diye bir şey yoktur o ilk günde.  Dağlardan, ormanlardan yalınayak koşarak gelmiş gibi görür kendini. Suyla da sanki ilk kez karşılaşmıştır. Hoşuna gitmiştir suyun serinliği, ıslaklık. Onun boğucu gücünü de tatmış, dost olmanın yollarını aramıştır denizle.

dünyanın ilk gününün insanı olmak, doğaya dönmek

Yazar bu öykücüklerde kurduğu evrenden sık sık günümüze, yaşadığı an’a dönmeye çağırır kendini.

“Yok, günümüze dönmeliyim. Yirminci yüzyılın yetmiş iki yılının bir temmuz sabahındayım. İstanbul kentindeyim. Marmara kıyılarında bir yer. Bir kıyı, bir kumsal. Doğanın ilk günündeki insan olamam.”

Hep aklındadır; acımasızlığın erdem sayıldığı bu çağdan kaçmak,  dünyanın ilk gününün insanı olmak, doğaya dönmek…

“İstanbul’da doğdum büyüdüm. Denize o kadar yakın ama bir o kadar da uzak!” der.

“Zorla sokarlardı beni suya. İte kaka… Bir kez sandaldan düştüm küçükken, ondan mı korktum” diye korkusunun nedenini arar. Çünkü o “hep kaçmıştır sudan.”

Denizin ortasında dalıp gitmiştir denizi kendinin sanarak. Yine de bir korku vardır içinde.

“Kıyıda kalmak kurtuluştur bazen. Açılmamalı, çok derine gitmemeli. Nice iyi yüzme bilsen de. Bakarsın ters bir iş olur. Güven olmaz denize. Yaşam denizine… Yaşamda da kıyıda güvenli bir noktada kalmak daha yararlıdır” diye düşünür.

deniz birden doluvermiştir

Toplum da bir denizdir ona göre. Dünyanın sorunları dalgalar halinde gelip vurur insana. Çoğu kez insanoğlu da bunlardan kaçamaz. O nedenle çağın gereklerini yapmak, sorunlarla çarpışmak, tehlikeleri göze almak gerekir. Yeneceğiz de yenileceğiz de. Sonunda üstün çıkacak olan yine insandır.

O, dalgınlığının ortasında bir ses işitir. Bir anne oğluna yüzme öğretmek için onu denizin içine çekmeye çalışır. Çocuksa “istemem istemem” diye bağırmaktadır. Deniz birden doluvermiştir.

O çocuğun da bir an önce denizi öğrenmesini ister. Nasıl olsa dalgalar gelip bize çarpacak, nice boğulma tehlikeleri atlatacağızdır. Kaçmak bir işe yaramayacaktır.

PAYLAŞMAK İÇİN