Alay konusu heykeller alaylıların değil eğitimlilerin işi

Sosyal medyada örneklerini izleyerek dehşete düştüğümüz “ucube” heykeller, küreselleşmenin son kırk yıldır dönüştürmekte olduğu sanat eğitiminin doğal ürünleridir. Keşke naif alaylıların olsalardı!

KÖKSAL ÇİFTÇİ

Her şeye öyle yabancılaştık ki, üniversiteleri, konservatuvarları, güzel sanatları akademileri olmadığı için ilk çağlarda yaşamış atalarımızın ilkel olduklarını, bizim kadar zeki, yaratıcı ve kavrayışlı olmadıklarını, bu nedenle kültürleri, sanatları ve edebiyatlarının kaba saba, kitsch (kiç) olduğunu sanır olduk. Oysa o insanların binlerce yıl önceden bıraktığı estetik değeri yüksek eserler, hepimizi hala şaşkına çevirmektedir. Dahası, modern üniversitelerde kurduğumuz büyük bütçeli laboratuvarlarda tahlil ettiğimiz halde onların dehasının kodlarını çözmekte zorlandığımız da inkar edilemez bir gerçekliktir. Unutmayalım, sözü edilen bu dâhilerin -ki adları dahi bilinmemektedir- eğitimi, en fazla usta-çırak ilişkisine dayanmaktaydı.

Ne demek istiyorum, izin veriniz bunu eğitimin olmadığı yıllardan, mağara devrinden, buzulların çözüldüğü 12 bin yıl öncesinden, kaya resimlerinden ve atalarımızın ilk yerleşime geçtiği yıllardan örnekler vererek biraz ete kemiğe büründüreyim.

mağara devrinin sanatçıları

Elimizde günümüzden yaklaşık 35 bin yıl öncesine tarihlenmiş, Fransa sınırları içinde kalan Altamira, Chauvet, İspanya sınırları içinde kalan Lascaux mağaralarındaki resimler var. (Resim: 1) Tarihlenen yıllar, son büyük buzulun son çeyrek yılları. Bunları üreten sanatçıların kalemleri, kağıtları, fırçaları, kanvasları, tuvalleri, boyaları, şövaleleri olmadığı gibi güzel sanalar okulları, hatta usta ressamların hocalık yaptığı sanat kursları, bırakın güneş ışığı alan atölyeleri, evleri bile yoktu. Yiyeceklerinin çoğunu yırtıcıların artıklarından temin eden bu insanların renk, anatomi, proporsiyon, stilize etme, ifade verme bilgisine ve yeteneğine bir bakın lütfen. Bunların tümünü birden bünyesinde barındıran kaç güzel sanatlar eğitimi almış sanatçı bulabilirsiniz? Tamam abartmayayım, vardır elbet, ama inanın sayıları tahmininizden çok çok azdır.

yerleşik yaşama geçilen yılların sanatçıları

Arkeologlar ve antropologlar insanın yerleşime geçme yılını, (son büyük buzulun eridiği tarih olan) günümüzden yaklaşık 12 bin yıl öncesi olarak söylerler. İnsanlar o yıllarda homo sapiens sapiens, yani düşündüğünü düşünen insan aşamasına evrildiğinden soyutlama yapabilmekteydiler. Önceleri içini yediği kabağın kabuğunu su kabı olarak kullanırken, sonraları toprağı su ile karıştırıp çamur elde ederek özel form verip çömlek yapmaya başlamışlardı. Soyutlama, insana var olan nesneleri stilize ederek çizme becerisi getirmiştir. Buzul sonrası henüz hayvanlar evcilleştirilmemişken insanlar kaya yüzeylerine, vardığım sonuçlara göre bölgede hangi tür hayvanlar bulunduğunu, hangi hayvanın hangi teknikle avlanacağını, hangi hayvanı avlarken hangi aleti kullanacağını gösteren billboard benzeri stilize resimler çizmekteydiler. (Resim 2) Mezomotamya’da MÖ 1800’lerde Babilliler yaşamaktaydılar ve pişmiş tuğladan duvar örgüsü üstüne çeşitli hayvan ve insen figürleri yaptılar, mühürler ve steller oluşturdular. Anadolu’da MÖ 1600’lerde Hititler, başta güneş kursları, pek çok duvar resmi ve heykelcik ürettiler. Şunlardaki kusursuz estetik anlayışına bakınız lütfen.

anadolu’yu bezeyen alaylı sanatçılar

Daha yakın tarihlerin alaylı sanatçıları da harikalar yaratmaktaydılar. (Resim 3) Eski Türkçe yazılı mezar taşlarımızın estetiği ve grafik istiflemesi, yerli yabancı her zevk sahibi insanı büyülemektedir. Osmanlının son, Cumhuriyetin ilk yıllarında faytonlar ve yük taşıyan at arabaları, yerel ressamlar tarafından özel bir boya ve fırça yardımıyla naif resimlerle bezenirdi. Her esnaf duvarına mutlaka cam altı tekniği ile yapılmış bir Şahmaran resmi asardı. Esnaf lokantalarının duvarları da ustasından öğrenmiş ressamlar tarafından fresk benzeri yöntemle doğa manzaralarıyla donatılırdı.

Sanatsal ve estetik değeri hafife alınmayacak kadar övgüye layık bütün bu eserleri üreten sanatçılar, satır aralarında söylediğim gibi “alaylı”ydılar, akademik eğitim almadan mesleklerini usta-çırak ilişkisiyle öğrenmişlerdi.

Her ne kadar akademik eğitimin işlevi, öğrencinin keşfetme becerisini ortaya çıkarma, bireysel farklılığını, estetik beğeni duygusunu geliştirme, değerler algısını doğru temellere oturtma vb. olsa da temelde geleneksel olanın bilimsel yöntemlerle tahlil edilmesi, disipline oturtulması ve çağdaş olanlarla harmanlanması anlamına da gelmektedir.

Cumhuriyet dönemi sanat eğitimi tam da bunu yapmıştır.

1980’lere dek Cumhuriyet sanatçıları

1900’lerin başında modern Türkiye’nin kurucuları, yasalarını düzenleyip 1882’de İstanbul’da Osman Hamdi Bey tarafından kurulmuş olan Sanayi-i Nefise Mektebi’ni 1928’de revize edip Güzel Sanatlar Akademisi haline getirerek, 1956’da ise Bauhaus geleneğine uygun Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nu ve Ankara’da Gazi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü’nü kurarak modern kültürle donanmış dinamik sanatçıların yetişmesinin yolunu açtılar. Bu kurumlarda köklü kadro değişiklikleri yapıldı. Akademi’deki öğretmen kadrosuna getirilen isimleri vermek, kaliteyi anlatmak için yeterli olacaktır sanırım. Yeni kadro şu isimlerden oluşmaktaydı: Burhan Toprak Müdür, Leopold Levi Resim Bölümü Başkanı yapılmıştı. Öğretmen kadrosunda da Bedri Rahmi Eyuboğlu, Cemal Tollu, Sabri Berkel, Ali Çelebi, Nurullah Berk ve Zeki Faik İzer vardı. Bu kadro kışın eğitim verecek, yazın da Anadolu’ya dağılıp ülkemizin dört bir yanını tuvale aktaracaktı. Devlet Resim Heykel Müzesi çoğunlukla bu eserler sayesinde kuruldu.

Göz kamaştırıcı bir dönemdi o dönem. Yerli ve yabancı sanatçılar eliyle ülkenin bütün meydanları yetkin heykellerle donatılmış, Anadolu’nun değerleri tuvallere yansıtılmıştı.

Ben de şanslı sanatçı adaylarından biri olarak o eğitim kadrosunun ikinci kuşağının ders verdiği bir okulda okuma fırsatını elde ettim.

1980 sonrasının ülkemiz sanatçıları

Geç algıladık; çöküş meğer ta o yıllarda, 80’lerde başlamış.

1956’da Prof. Dr. Adolf Schneck danışmanlığında Bauhaus Ekolüyle kurulmuş olan ve lisans eğitimi veren Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda resim eğitimi gördüm ve 1980’de mezun oldum. Okulumuz beş bölümden oluşmaktaydı ve yarı özerkti. Yani her bölümün bir öğrenci temsilcisi vardı ve bu temsilciler okul müdürü seçiminde ve okul yönetiminde oy hakkına sahiptiler.

1982’de darbecilerin kurduğu YÖK, okulumuzu bağlamından kopardı, eğitim kalitesini bozdu ve Bauhaus Ekolü’nden kopartarak geleneksel güzel sanatlar eğitimi esasıyla Marmara Üniversitesi bünyesine kattı; bu da yetmedi 1986’da Beşiktaş’taki binasından aldı, Acıbadem’de oluşturulan bir kampüse götürdü.

80 öncesinin delifişek öğrencileri olmamıza karşın, minnetle anıyorum, eğitimcilerimiz bizimle abi-kardeş ilişkisi kurar, okulumuzu bir aile yuvasına dönüştürürlerdi.

İnsan özlüyor; 90’ların sonuydu sanırım, dağılıp her biri bir üniversiteye gitmiş olan hocalarımızdan çoğunun bir özel üniversitede çalıştığını öğrendim ve ziyaretlerine gittim. Hemen hepsi, görevli olduğu bölümün dekanı olmuştu. Görüştük, kucaklaştık, hasret giderdik. Sohbet döndü dolaştı eğitime geldi. Hepimiz gelinen noktadan şikayetçiydik. Grafik Bölümü Başkanı hocamız beni “Sana ilginç bir şey göstereceğim.” diyerek odasına davet etti. Gittik. Dolabından bir takım çizilip boyanmış işler çıkarıp masasının üstüne yaydı. Hepsi de anaokulu öğrencisi düzeyinde resimlerdi. “Torununuz mu çizdi?” diye sordum. “Hayır” dedi, “Öğrenci ödevleri bunlar!” Şaştım kaldım. “Hocam” dedim, “Sanatta yeterlilikleri sıfır, bunları okula neden, nasıl aldınız?” Şunu da sormadan edemedim: “Siz emekli olunca bu masaya onlardan biri oturacak, yeni nesil sanatçı adaylarını, gerçek adayları dışarıda bırakıp kendisine benzeyenlerden seçecek ve eğitecek. Bir yirmi yıl sonrasının sanat ortamını gözlerinizin önüne getirebiliyor musunuz?” Üzgündü, şu mealde bir yanıt verdi o da: “Burası görünürde bir eğitim kurumu, ama ondan önce bir işletme. Yeteneği ne olursa olsun yönetim, bölümlere belli sayıda öğrenci alınmasını istiyor. Biz de zorunlu olarak alıyoruz.” İşin daha acıklı yanı da hem Milli Eğitim’in tavsiyesi hem de okul idaresinin isteği nedeniyle bu öğrencileri her yıl bir üst sınıfa geçirmek zorunda olmalarıydı.

Biz bu ve benzeri gelişmeleri o zamanlar özel okulların doymak bilmez para hırsına bağlamıştık. Ülke hukuk düzenine dönünce bu aksaklıklar da düzelir sanıyorduk. Oysa tanık olduğum o gelişme, küresel değişimin bir yansıması, aysbergin görünen ucuymuş meğer.

12 Eylül, hem siyasete hem de kültür-sanata küresel darbedir

Dünyadaki ve ülkemizdeki tarihsel gelişmenin paralelliği ilginçtir.

İçeride, 1980’de darbe yapılıyor, 1981’de eğitiminin kodları değiştirilerek YÖK kuruyor, solcularının bir kısmı dahil aydınlar liberalizmi göklere çıkarıyor, 1983’te Turgut Özal başbakan oluyor, özelleştirmeye hız veriliyor, yasalar esnetilerek vakıfların eğitimi devralmasının önü açılıyor, Anadolu’nun dört bir yanına öğretim kadrosundan yoksun gecekondu tipi üniversiteler kuruluyor; dışarıda, Batı’da da 1979’da Margaret Thatcher İngiltere’ye başbakan, 1981’de Ronald Reagan ABD’ye başkan oluyor. Daha vahim olanı da 1985’te SBKP genel sekreteri olan Mihail Gorbaçov’un soğuk savaşı sonlandırma bahanesiyle aynı yıl Reagan’la Cenevre’de silahsızlanma yanında kültür, bilim, özellikle de sanat konusunda ortak eylem kararı alması, global sermayenin programlarının SSCB’de de uygulanmasını kabul edeceğinin sinyallerini vermş olmasıdır.

Elbette bu tarihsel iç içelik -biz geç algılamış olsak da- rastlantı değildir.

“Küreselleşme İle Yeniden Şekillenen Ulus-Devlet Anlayışı” adlı makalenin akademisyen yazarları konuyu şöyle özetlemektedirler:

“Küreselleşme kavramının ekonomik ve siyasi alanda kullanılmaya başlanması M. Teacher ve R. Reagan tarafından temsil edilen (adı “muhafazakar” olan ama aslında eski değerleri alt üst edici) anlayışın iktidara geldiği 1980’li yıllara rastlamış, 1990’lı yıllardan itibaren ise kavram iyice yaygınlaşmıştır. Küreselleşme süreciyle ortaya çıkan yeniden yapılanmayla birlikte ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda bazı ortak değerlerin ulusal sınırları aşarak dünya çapında yayılması…”[1]

Bu görüşler, sıradan okul hocalarının değil asıl olarak -beğeniriz, beğenmeyiz Friedman, Stutz, Worf, Stiglitz gibi çağdaş iktisat kuramcılarının harmanlanmış görüşleridir.

Görüldüğü gibi, ülkemizin köklü ve sosyal karakterli bilim, kültür, sağlık, askeri, hukuki sistemlerinin sulandırılması, değiştirilmesi ve bazılarının yok edilmesinin başlangıcı tam da bu yıllara denk gelmektedir. Eğitimin görsel ve işitsel yüzü olan sanat da bu dönemde çökertilmeye başlandı.

Bir sonraki dönemin başbakanının 2006’da Mehmet Aksoy’un Kars’ta bir tepeye dikmeye çalıştığı “İnsanlık Anıtı” heykel grubuna “ucube” deyişini onun dinsel bağnazlığına yormuştuk. Oysa o, globalizm bayrağını Özal’dan devralan kişiydi ve görevini yapıyor, temsil ettiği anlayışın gereklerini kararlılıkla yerine getiriyordu.

Özal’ın 1980’lerde utana sıkıla kazma kürekle başlattığı yıkım işini Erdoğan 2000’lerde dozerlerle sürdürdü ve deyim yerindeyse, sona ulaştı. Artık eski yeni tüm eğitimciler -içten içe itiraz edenler olsa da- bu yerle bir etmenin parçası oldular.

Zaman içinde eski nesil eğitimci sanatçıların pek çoğu emekli oldu, kalanlar da tepkiyle alandan elini eteğini çekti. Yaşları 25 ile 30 arasındaki yeni anlayışın “yeni eğitimli” eğitimci sanatçıları ise boşluğu doldurdular. Aşağıda görsellerini sunduğumuz bu içler acısı heykelleri de göğüslerini kabartarak onlar diktiler.

Bu hüzünlü ve umut kırıcı gelişmeyi daha bir netleştireceğini umduğum bir başka anekdotu özetleyerek aktarmak istiyorum.

90’ların heykelciliği, demonte heykelcilik

80 öncesi yıllarda okulumuzun Seramik Bölümü’nde eğitim veren iki değerli hocamız vardı. Cumhuriyet çocuğu olan her iki sanatçı da ülkemizin pek çok kentinin meydanını Atatürk ve Kurtuluş Savaşı temalı heykel ve heykel gruplarıyla donatmışlardı. Tamamına yakını da kusursuz denecek denli yetkin işlerdi. Gelin görün ki bu değerli hocaların 80’lerin sonlarına doğru üretip kamuya açık yerlere koydukları ustalık dönemi heykellerinde ciddi form, dizayn ve estetik kusurları görülmeye başlandı.

Merak edip nedenini soruşturduğumuzda şu “şehir efsanesi” ile karşılaştık: Çok para kazanmış olan bu değerli sanat insanları, öğrencileri kışlık atölyelerinde heykel üretimini aralıksız sürdürürken, kendileri Ege kıyılarından aldıkları yazlıklarında günlerini denize girerek ve ahbaplarıyla yiyip içip eğlenerek geçiriyorlar, aldıkları yeni siparişleri ise ayakları suda sırtları kızgın kumda, atölyelerindeki öğrencilerine telefon edip “Beş numaralı at gövdesini, iki numaralı insan kolunu, dört numaralı at kuyruğunu, yedi numaralı insan bedenini, sekiz numaralı insan bacağını vb. birleştirip anıtı oluşturun, gelince son rötuşları yaparım, götürür yerine koruz.” talimatıyla gerçekleştiriyorlarmış.

Bu söylenti bize inandırıcı gelmemişti elbet. O yıllarda bu değerli sanatçılardaki bu ciddi gerilemeleri, yorgunluklarına hatta bıkkınlıklarına bağlamıştık. Oysa şimdi görüyoruz ki meğer süreç işlemiş, değerli hocalarımız da o çarkın bir parçası haline gelmişler.

sonuç

Hocama “Bir yirmi yıl sonrasının sanat ortamını gözlerinizin önüne getirebiliyor musunuz?” diye soruşumun üstünden yaklaşık 20 yıl geçmiş. Beylik söylemle söyleyeyim, hayaldi gerçek oldu! Görülen o ki bir kuşak geçmeden değerli hocaların koltuğuna anaokulu düzeyinde resim yeteneği olan o öğrencileri akademisyen, eğitimci olarak oturmuşlar ve yönettikleri bölümlere kendilerine benzer öğrenciler alıp kendi yetenekleri düzeyinde eğitim vermişler. Yeni nesil sanatçılar, birikimleri öyle olduğundan, konuya sizin bizim gözümüzle bakmıyor, neden eleştiri getirdiğimize de anlam veremiyorlar. Çünkü sağlam, uluslararası kalitede akademik kültürle donatıldıklarına ve konuları sebze meyve de olsa ürettikleri meydan heykellerinin dünyanın en görkemli yapıtları olduğuna inanıyorlar.

Teknik açıdan da birkaç şey söyleyip konuyu kapatmak istiyorum.

Görüyorum, sosyal medyada bu “ucube” heykeller için inşaat ustalarının yaptığı yorumları dolaşıyor. Bir kere, özellikle sebze meyve işlerinin ebatları çok büyük. Bu büyüklükte bir kütleyi devrilmeden, içine çökmeden ayakta tutacak iskeleti ancak akademik eğitimli biri kurabilir. Öte yandan bazılarının proporsiyonları sorunsuz. Gene bazı heykelleri form, renk ve hacim bilgisi olmadan kimse bu kadar doğru yapamaz.

Hiç mi amatör sanatçılar heykel üretmemiş?

Nasreddin Hoca, at üstünde Fatih ve bazı aslan heykelleri amatörlerin işi gibi görünüyor. Biçem açısından eğitimlilerinkilerle o kadar birbirlerine yakınlar ki hangisini kimin ürettiğini kesin bir dille söylemek olanaksız.

İleriyi düşününce “Buna da şükür!” diyesi geliyor insanın.


[1] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/201985

PAYLAŞMAK İÇİN