ERKOLİ – Argulu, MICHELLİ – Mişelli, BAYND’ERE – Bayındır, BAGTCH’ELİ – Bahçeli, TCHALK – Çalık, TCHİNDİQUAN – Çandiken, HADJİ SOR – Hacısor, Z’ERİAN – Zeryan, SUL’YMANLI – Süleymanlı, TİRMİHAL – Tırmıhal, KARKİTE – Karkit, KODİGAN – Gudikan, KOUCHDJİ – Kuşcu, QU’ERGAH – Kerkah, NİSK OUCHAGUİ – Nüskuşağı
AV. CEM BAYINDIR
Osmanlı döneminde, 1850’lerden sonra başlayan ve özellikle de II. Abdülhamid döneminde Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte- onun da büyük çabalarıyla süren, alfabede Latin harflerine geçme ya da Fransız dilini kullanma konusunda Şemsettin Sami ve öteki önemli aydınların çalışmaları olmuşsa da bunda başarı sağlanamamıştır.
Söylemek gerekir ki, ta o dönemlerden hatta daha öncesinden Batılılarca kullanılan ve günümüzde de Türkiye Cumhuriyeti’ne adını veren “Türkiye” sözü de Fransızcadan Turquie sözcüğünden gelmektedir.
1928 yılında yayınlanan, Dahiliye Vekaleti (İçişleri Bakanlığı)’nin Nüfus Müdüriyet-i Umumiyesi Neşriyatı adlı yayınında da Harf Devrimi öncesinde; il, ilçe ve köy isimlerinin yazılışında Fransızca ses ve yazım kurallarına uyularak adeta Latin Harfleriyle bir yazım denemesi yapılmış gibidir. Harf Devrimi’nden sonra oluşturulan Dil Encümeni, İl, İlçe ve Köy isimlerinin yeni harflerimizle yazılışını kurala bağlamış, yazış ve söyleyişte birliği sağlamıştır.
Harf Devrimine yaklaşıldığı günlerde yayınlanmış olan bu belgenin mukaddimesinin (önsözünün) bir bölümü de şöyledir:
“Her Vilayet, hurûf-ı heca (alfabetik) sırasıyla kazalara ve bu kazalar da yine hurûf-ı heca tertibine göre nahiyelere ayrılmış ve her nahiyeyi teşkil eden köylerin yine hurûf-ı heca tertibine göre isimleri ayrı ayrı yazılmıştır.”
İlginç bir toplumsal anı olarak hatırlanması gereken bu köy, nahiye ve kaza adları ayrıca Latin Harfleriyle de gösterilmiş olup bunlardan birkaç örnek vermek istiyorum:
QEBAN (Keban) MERKEZ NAHİYESİ
ERKOLİ – Argulu, MICHELLİ – Mişelli, IBOLAR – İbolar, BAYND’ERE – Bayındır, BAGTCH’ELİ – Bahçeli, TCHALK – Çalık, TCHİNDİQUAN – Çandiken, HADJİ SOR – Hacısor, HAMZİGAN – Hamzikan, DE’NİZLİ – Denizli, Z’ERİAN – Zeryan, SUL’YMANLI – Süleymanlı, SOGANLI – Soğanlı, TİRMİHAL – Tırmıhal, KARKİTE – Karkit, KODİGAN – Gudikan, KOUCHDJİ – Kuşcu, QU’ERGAH – Kerkah, NİSK OUCHAGUİ – Nüskuşağı, NİMRİ – Nimri HİDİ – Hedi vb…
Aşağıda bir başka yazıda da felsefe ve psikoloji profesörü Mustafa Şekip Tunç (1886-1958) harf devriminden önce dönemin en ünlü dergisi Milli Mecmua’da bir değerlendirme yapıyor. Bu yazı da bize dil devrimi süreci öncesi düşünceleri anlamamıza yardımcı oluyor.
ELİFBÂ İNKILÂBI
Milli Mecmua, 1 Nisan 1926
On, on beş sene evvel Latin elifbasına taraftar olan Arnavut milliyetperverleri muhitimizde nahoş (kötü) bir aks-i seda (yankı) uyandırıyorken bugün hemen bütün Türk alemi bir elifbâ inkılâbının münakaşa ve icraatı içinde çalka(la)nıyor.
Böyle büyük ve geniş bir hareket elbette mühim birtakım sebeplerin neticesi olmak lazımdır. Elifbâ deyince lisanın canlı ve tabii seslerine göre dökülmüş seda kalıpları anlaşılır.
Bu kalıplarla kendilerini dolduran sesler arasında tetabuk (uygunluk) olmayınca lisanın bünye-i sedası (ses düzeni) yalnız telaffuzda kalarak yazıda güme gitmiş demektir.
Malûmdur ki her lisan kulakla öğrenildiği gibi gözle de öğrenilir.
Kulağa çarpan sedaların tespit edilmiş remizleri (simgeleri) olmazsa güzel görülen lisan ile kulağın işittiği lisan arasında bir sempati tesis edilemez.
Bir potin ruhta nasıl korkunç bir kâbus tesiri yaparsa sedaları sıkıp nasırlatan bir elifbâ da hemen hemen aynı intibaı bırakır.
İşte bugünkü Türk dünyasında görülen elifbâ şikayetleri onun sıkı bir potin gibi herkesi bizâr etmesinden ileri gelmektedir.
Çıkan feryatlar arasında hem mahiyet hem de derece farkı görülmektedir.
Filvaki (doğrusu) muhafazakârlarla inkılâpçılar potinin sıktığında müttefik (anlaşmış) iseler de evvelkiler potini yalnız kalıba vurup biraz açmakla rahat edileceğine kani (inanmış) olurlarken inkılapçılar bu ayakkabının bozma ve pek uydurma olduğunu söyleyerek mezura ile (ölçüyle) büsbütün yeni bir ayakkabı yapmadan başka çare olmadığını iddia etmektedirler.
Türk efkâr-ı umûmiyyesi (kamuoyu) henüz bu iki cereyan (akım) arasında bir rakkas (dansçı) gibi sallanıyor.
Rakkasın nerede durup kimin saatini çalacağını zaman gösterecektir.
Yalnız birkaç gün evvel İzmir sağır dilsizler ve körler müessesesi (kurumu) müdürü ve akliye ve terbiye-i ruhiye mütehassısı (uzmanı) doktor [Necati Kemal] Bey’den (Soyadı, Kip) “Elifbâ İnkılabı” namıyla altı formalık küçük bir kitap aldım.
Kitabın kabında: “Türkçe elifbânın ıslahı demek, Latince elifbânın kabulü demekten başka bir manayı ihtiva etmez” ibaresi yazılıdır.
Her şeyden evvel itiraf edeyim ki şimdiye kadar Türkçe neşriyât (yayınlar) arasında bu mevzu ve bu mevzuun gayesine bu derece uygun, vukuflu ve ciddi bir eser mütalâa etmedim.
Müellif (yazar) kitabına iki formalık canlı ve kanaatli bir başlangıç yaptıktan sonra seslerden başlayarak “Türkçe’nin bünye-i sedası” (ses yapısını) nı, “Türkçe’nin sesli harfleri” ni, “Türkçe’nin muhtaç olduğu sesli harfleri” marazîyyâtın (tıbbın), normal hadiselerin mana ve mahiyetini keşfettiren feyizli metoduyla öyle vazıh (açık) ve mukni’(inandırıcı) bir surette teşrih ediyor (açımlıyor) ki bu eseri okuduktan sonra elifbâ inkılâbının artık durmayıp behemehal emin ve müspet adımlarla yürüyeceğine inanmamak kâbil olmuyor.
Kitabı almazdan bir gün evvel “Akşam” gazetesinin elifbâya ait bir anketine verdiğim cevapta yazı lisanımızı bilâ-ihtiyar (istem dışı) Çinlilerin ayakkabılarına benzetmiştim.
Bu kitabı okuduktan sonra elifbamızın hiç haberim olmayarak gayr-i şuurumda (bilinçaltımda) yoğurduğu bu teşbihte (benzerlikte) hiç mübalağa ve hata etmemiş olduğumu gördükten sonra büyük ve sürekli bir ıstırabın şuuruna erilmiş dakikalarda olduğu gibi gözlerim yaşardı ve içimi zavallı anadilimin bugüne kadar yabancı ve pot bir elifba içinde geçirdiği acıklı maceranın bütün ateşi kapladı.
Fakat biraz sonra bu azami tesir (büyük etki), bir sürur ile (sevinçle) aks-ül-amelini (tepkisini) yaptı.
Çünkü [Necati Kemal] Bey, Türkiye’nin ruhuna ilmin ışığını tutmuştu.
31 MART 1926
Dârülfünun Ruhiyat Müderrisi MUSTAFA ŞEKİP (Tunç)
* * *
Bu ilginç denemelerin ve değerlendirmelerin sonrasında, dil üzerine de yoğun çalışmalara girişen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’ta, “Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir… Hükümetle resmî işlemlerde Türk dilinin geçerli olması gereğini herkes doğal bulur.” demiş, yine Sadri Maksudi Arsal’ın 1930 basımlı “Türk Dili İçin” adlı kitabına sunutta da “Ülkesini yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” değerlendirmesini yapmıştı. Dil konusunu iyice inceleyen, bunu iyice olgunlaştıran Atatürk, “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî olması, millî hissin inkişafında başlıca müessirdir; Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin” ve 7 Şubat 1933 tarihinde de Anadolu Ajansı’na verdiği demeciyle “Kat’i olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hâkim ve esas kalacaktır.” sözleriyle bu konuda ne denli istekli olduğunu açıkça ilan etmiştir.
Atatürk, harf devriminden sonra giriştiği dil devriminde bir yandan yol gösterici, öte yandan da yazı ve demeçlerinde kullandığı yeni sözcüklerle de öncü durumundadır. Onun “Başka dillerdeki her bir söz için en az bir kelime bulmalı…ortaya atmak lâzımdır. Millî zevkimiz hangisinden hoşlanır ve onu kullanırsa, o zaman lügatimize koyalım.” sözleriyle üzerine büyük bir çalışma dönemine girilmiş, halk ağzından söz derleme yoluna gidilmiş, tanıklarıyla tarama sözlükleri ortaya konulmaya başlanmış ve o yıllarda, eski metinlerden yararlanılarak yeni sözcükler kullanılmaya büyük hız verilmiş ve bunda da başarı sağlanmıştır.
paylaşmanız için