Gömütlükte ıslık çalmak ya da yapıt zamanı nasıl karşılar?

NECATI TOSUNER / FOTOGRAF MUHSIN AKGUN RADIKAL

Gündemin ağır baskısı duyarlı yazarı içine dönmeye, kendini sorgulamaya taşıdı kuşkusuz. O ne yaptı da dünya böyle oldu’dan önce Ben ne yaptım da dünya böyle oldu, sorusunu ilk soracak kişilerdir aydınlar. Utkulu ve umutlu söylem kiplerini geri çekmenin, dili kendi üzerine çevirip boşa döndürmenin, iri ve boş sesler çıkarmanın zamanı değildi. Anlamak, yeniden anlamak gerekiyordu; bastığımız yerin yeniden tanımlanması, dilin algıya çarpması ve yankılanması için. Bu dil yerleşik türlerin yerleşik kalıplı dilleri olamazdı çünkü dünyanın çivisi yerinden çıkmıştı bir kez.

ZEKİ Z KIRMIZI

IV. GÖMÜTLÜKTE ISLIK ÇALMAK[1]: Yakın okuma 1

Korkağın Türküsü[2] üçlemenin (triloji) üçüncü kitabı. İlki Kasırganın Gözü (2008), ikincisi Susmak Nasıl Da Yoruyor İnsanı (2013). Demek üçleme 2008-2014 yılları arasında, yani 6 yılda yazıldı. Uçurum kıyısında ülke gündeminin iyice çıkmaza girdiği ve duyarlı üç beş aydın-yazarımızın yaşadıklarıyla yazdıklarını ya da yazdıklarıyla yaşadıklarını sınama gereğini ertelenemez biçimde iliklerinde duyumsadıkları bir kesitte Necati Tosuner’in doğaçlama denebilecek içgüdüsel tepkisinin anıtsal kanıtı gibi yükselen üçlemesi bizde yaşamının son yıllarında duruma katlanamayan sevgili yazarımız Leyla Erbil’in yazdıklarını çağrıştırdı doğallıkla. Yalnızca sokakta tek başına insanımız değil, masası başında yazarımız da baskına uğradı ve hepimiz gibi o da hazırlıksızdı, örgütsüzdü, etkisizdi. Yayıncılık evrenimiz yazarından okuruna tüm öğeleriyle sözle savunduğunu uygulamada üstlenecek donanımda ve güçte olamadı ne yazık ki. Olanı da yitirdi günümüze geldikçe. Elbette toplumun diğer kesimlerini ve tepki verme biçimlerini tartışmıyoruz burada. Yazarlarımız da büyük çoğunluğuyla yapayalnızdılar. Ama durum onları, tıpkı Tevfik Fikret’de, Yakup Kadri’de olduğu gibi umutsuz, umarsız ya da öfkeli kılmaktan ayrıca koruyacak değildi. En azından duyarlı yazarın duyarlı yapıtı, basınçölçer (barometre) işlevi gördü, kendi okurunu yitip gidebileceği alacakaranlıklar içinde yine de buldu, çağırdı, sesini okurlarıyla bölüştü ve minör gamlarda bile olsa direnişin cılız, ortak sesini yükseltmeye çabaladı. Karayergi ise şurada: Yüz, yüz elli yıllık çağcıl yazınımız boyunca belli başlı yazarlarımız tarihten (tarihsel görev, toplumsal işlev) yakasını kurtarıp yazılarıyla dolayımsız, baş başa kalamadı. Belki de doğru olan budur. Ama günümüzü geçmişten ayıran bir şey var. Yazarlarımızın birçoğu için tarih bitmiş (!) gibi görünüyor ve bittiği varsayılan o tarih, elinde kazma kürekle, üstelik onları, yani suç ortaklarını ayırma gereği de duymadan tüm insanlığın toplu gömütünü kazarken kısa dalga boylarında kısa yaşamlarını kaygısızca sürdürebiliyorlar. Onlarla ilgili değiliz özellikle ama uğraşmaktan vazgeçecek de değiliz.

Kapı menteşesinden fırlamıştı

Öncelikli konumuz, yapıtları üzerinden yazarımız Necati Tosuner gibi sancılı aydınlar, yazarlar oldu ve olacaktır. İçinde yaşadığı dünyaya tepki veren, tepkiyi tepkeye indirgemeyen, yeni duyarlık, dolayısıyla direniş alanları ve biçimleri yaratmakla ilgili, kaygılı, tedirgin, mutsuz ama hiçbir koşulda teslim olmayan insanlarla ve onların yapıp ettikleriyle bütünleşmek aynı zamanda durumun gerektirdiği doğru ve kaçınılmaz siyaseti üstlenmek anlamına gelir. Siyasetin dışına sürgün edilmeyi yadsıyacağız hep birlikte. En iyi becerebildiğimiz uğraşılarımızla daha siyasallaşacağız.

Gündemin ağır baskısı duyarlı yazarı içine dönmeye, kendini sorgulamaya taşıdı kuşkusuz. O ne yaptı da dünya böyle oldu’dan önce Ben ne yaptım da dünya böyle oldu, sorusunu ilk soracak kişilerdir aydınlar. Utkulu ve umutlu söylem kiplerini geri çekmenin, dili kendi üzerine çevirip boşa döndürmenin, iri ve boş sesler çıkarmanın zamanı değildi. Anlamak, yeniden anlamak gerekiyordu; bastığımız yerin yeniden tanımlanması, dilin algıya çarpması ve yankılanması için. Bu dil yerleşik türlerin yerleşik kalıplı dilleri olamazdı çünkü dünyanın çivisi yerinden çıkmıştı bir kez. Kapı, menteşesinden fırlamıştı (‘Out of joint’, Derrida[3]).  

*

Yazınımızda kimse Tosuner gibi açık ve yekten kendine, kişiselliğine gönderme yapmamıştır, hele olgunluk dönemlerinde. Onda ilk başvuru (referans) düzlemi kendidir ve yazın yaşamı boyunca kendine göndermelerini sınıflandırmış, incelikli bir dizi uygulayıma (teknik) bağlamış, hatta bunları bir dizi yazı çözümleri, seçimleri (taktik) olarak yazınsal (poetik) öngörüsünün (strateji) aracı kılmıştır. Özetle, yaşamını yazısının aracı kılmıştır. Bir anlamda karşıt yönlü makyavelizm, yani anti-makyavelizmdir yaptığı. Bu konuda en azından ikinci döneminde bilinçli olduğunu okur gözlemi olarak belirtmek isterim. Bir bakıma buna zorunlu olduğunu, kaldığını söyleyebiliriz ama aşılması gereken iç hesaplaşma düzeyidir bu. Bir kambur, bir dağ, dünya yükü vardır ve nasıl taşınabileceği, kamburunun insanın içinde açtığı oyukla da ilgilidir. Çünkü dağlar yerbilimci görüşüyle içe doğru da büyür. Henüz okumadığım erken dönemlerinde Necati Tosuner’in yazınsallaşmış kamburu eşanlı olarak içe doğru da büyümüş olmalı ve ‘bir kamburla ne yapılabilir’ sorusu ‘bu dünyada bu insanlar karşısında bir kamburla ne yapılabilir,’ sorusuna doğru evrimleşmiş olmalı. Çünkü onu yakından izleyen okuru, kamburun kamburunun, üstesinden gelinemeyen bir kamburdan üstesinden gelinebilir, hatta kişiselleştirilebilir, nesneleştirilebilir, ötekileştirilebilir bir kambura dönüşümüne de tanıklık eder. Artık kambur hem burada hem orada hem ayrılmaz hem başka, öteki varlık olmakla kalmaz, kendini taşıttığı özneyle konuşmaya (diyalog) da başlar. Dahası var elbette. Kambur artık yararlı bir araç-takınaktır. Üzerinden dünyaya, dünyanın durumuna ulaşılmakta, dünya ve üzerinde olan biten bu takınak imgeyle anlatılabilmektedir. Tüm bu söylediklerimizi Korkağın Türküsü’nün (2014) hemen başındaki ikinci bölümcesinde, tüm çeşitlemeleri, göndermeleri (ima) ve olumsallığıyla gösterebiliriz: “Artık zorla alışılmış ve çoktan alışılmış sıcağını öyle son bir fiskeyle anımsatarak, hiç de şaşırtıcı olmayan bir üşenmezlikle biten ağustosun beklenen son sıcağını… o alevleri dingin sayılır sıcağını, arada bir hızla harlanan zorunlu katlanılır yakıcılığını soluk soluğa almış gibi üfleyerek… ciğerlerinin en arka ucundakini de asla bırakmadan, üfleyerek… o usandıran, bezdiren, bunaltan, o bitmez soluğunu üfleyerek, körük körük azdırarak… masalcısının tam da yüreğine saplanmış bir ok gibi, dursun, aman kıpırdamadan, üflerse üflesin, aman üflesin üflesin de geçsin aman, bitsin…/ Bitsin.” (KT[4], 5) Genelden özele, ağustos sıcağından ciğerlerdeki yangına, bildirim kipinden kendine dönük iç söyleşime geçiş ve dönüşümler izlenebiliyor alıntıda. Dil değişik yönlerde uzun kısa atılımlar ve döngülerle kendi üzerine düğümlenen bunaltıyı aracısız, içerikler ayraç içine alınsa da aktarmaktadır. Birkaç örnek daha: “Gidip de boğazına sarılacağın kim?../ Bırak, boyun yetmez ona!” (KT, 37) “Yani şunu demek istiyorum…/ Küçük bir çocuktu ve sırtı ağrıyordu. / Sırtının ağrısı ondan büyüktü. / Çok büyüktü.” (KT, 114) Kutu içinde, romanın son sayfasındaki metin: “Mezarcıya söyleyin. // Biraz çukur kazsın/ sırtımızın geleceği yeri. // Başka da bir beklentim/ yoktur kimseden.” (KT, 191)

Dil, çıkmazında daralmış, tıkanmış akrep örneği ağısını kuyruğundan boca etmek üzere kendi üzerine kıvrılmış, söyleşim iç söyleşime evrilmiş, geriye kendini delmeyi amaçlayan, burgulayan, oyan dilin özcül buyruk kipi kalmıştır. “Sevincini de unut.” (KT, 6)

Nerede yitirdik, nasıl kapısız, çıkışsız kaldık?

Kendi üzerine dönüp düğümlenen dağılmaya yatkın dile yazar-anlatıcı (Bu ikisi Necati Tosuner’de özdeştir neredeyse, yukarıda belirttiğim nedenle.) karışmazsa yazar da yapıt da yitip gidebilir. Koyu renkli (bold) metinler araya girecek ve biraz daha ıraklanıp (mesafelenme) dünya karşısında derli toplu yazar imgesini az çok toparlayacaktır. Dünyanın karşısında gözyaşlarını tutamayan bir yazarın dil bozumu fırtınasına, belki kasırgasına yakalandığımızı anlarız böylelikle. Kasırganın gözü dünyayı, dünyanın dağılmak üzere olan yazarını ve onun dilini, arkasındaki tüm girişimleri, yazma anlatma derdini göz göre göre hiçleyen genel toplumsal çürümeyi görmektedir.

Yine de dil kendi dağılma eğilimi, keşmekeşi içerisinde dünyayı rastgele bilinciyle toplamaya başlamıştır. Şimdiden, geçmişten, buradan ve uzaklardan. Oynak, gelgitli, toplanıp yayılan bir deli dili. “Hah ha!” (KT, 7)

İki ana kesimden çatılı Korkağın Türküsü’nde bölümler duygusal tınılı başlıklarla altışar alt bölümden oluşuyor. Yapıt boyunca yazar anlatıcının içinde dönenip duran çırpıntılı dilsel atakları üçüncü bir çizgi keser: ÜSTGEÇİT. Bunlar metnin akışını açıyla kesen ve algıya bir an için çarpan dünyanın şakacı, sevimli çağrıları, görünümleri, tekerlemeler, vura kıra büyümeler, bin yerinden kırılmış yine de gülüşler, yenilmezlikler, bir koca yaşam, bir koca yaşamak sevinci. Ağaçlarını kestirmeyen gezi sevinci. Şenlik. “Yahu gençler, ne iyi ettiniz…” (KT, 79)

Ağustos eylüle, yaz güze dönecek. Ölüm yumuşak adımlarıyla yaklaşacak biraz daha. “Kimse derdini anlatamaz.” (KT, 8) “Ah, ne var ağlayacak! / Korku: Gelen güz, giden son güz olacak. / Yapma!” (KT, 9)

Ağız içinde dil delirmenin eşiğinde köpürmekte, öfke kabarıp yükselmektedir. Tutsaklığını görenin, görüp bilince yükseltenin onulmaz öfkesi dayanılmaz: Bir türlü çıkamayan bir çığlık. (14) “Kimin kimsen yok mudur, amca?..” (KT, 15) Korkudan: “Pısmaya hazır, öyle ki…” (KT, 16)

Orada bir kapı var ve kapı açılabilir, hatta açık sanmıştık. Oysa kapı sandığımız toslayınca anladık ki duvarmış. Nerede yitirdik, nasıl kapısız, çıkışsız kaldık. Cumhuriyet yurdu kapılarla örmemiş miydi bir baştan bir başa? Yazgı mı? Hadi canım sen de! Ne yazgısı! “Kader lafını da hiç yemedin.” (KT, 19) O zaman soralım nedir beni mutsuz eden, diye. Ama önce, kimdir diye sor, kimdir beni mutsuz eden? Belki sormaktır seni kurtaracak olan. (22) Yoksa sen misin, senin küçük sapmaların, gelgeç tutkuların mıdır mutsuzluğunun kaynağı. Kolay mı kandın alkış sesine? Bir şey mi sandın kendini, balon gibi hava basıp şişirirlerken seni: “Özümlenen alkışların sağladığı aşırı beslenmiş güç, herkese ve her şeye ayar verme yürekliliğini kazandırıyordu sana.” (KT, 30) Elbette iki akak, iki ağ er geç birbirine sızacak, ötekini bozuma uğratacaktır. Delilik bulaşıcıdır. Us esenliği adına usunu usdışına bağışlamış gibi de yapar. Kurtarılmış bölge, elde dil kalmayacak bu gidişle. Dilin ve suyun geri çekilmesi sürüp gidecek. Çöl ayırmayacak us bölgesini, sağduyu vadisini. İlerleyecek. Dil usdışının atına binecek ve bırakacak atı başıboş, doludizgin. Dilin bir sınırı var mı, seni taşıyabileceği son yer?.. Yatışabileceği yokülkesi (ütopya)? “Duydum duyamadım. / Gördüm göremedim. / Tuttum tutamadım. / Öptüm öpemedim.” (KT, 34) Bilemedim ve artık bilemiyorum, (var) oldum mu, (var) olmadım mı? Kiminle vedalaşıyorum? “Kiminle vedalaşıyorsun?” (KT, 39)

Yapıt zamanı nasıl karşılar?

Artık anlamamız gerek: “Gelecek gelmeyecek.” (KT, 41) Yazgının karası karalamış çocuğu, kadını. ‘Yapacak bir şey yok’. Herkes bunu der oldu. Yine de “Her şey olsun, çaresizlik olmasın.” (KT, 51) Şu kulağıma çalınan, ‘Yine de umut,’ sözü yanılsama mı, yanlış mı duydum? (53) Ya orada, parkta zıplayan gençlere ne demeli? Zıpla! Zıpla! Zıplamayan…

Şehir Hatları vapuru iskeleye yanaştı. İki martı aradan sıyrıldı, iki ak çizgi olup, uzanıp. Yaşamak vapurla iskele arasında filiz sürdü, büyüdü, arttı çoğaldı. Sonra çekip giden vapur ve arkasında durulan köpük izi. İskele boş. Yaşam nerede, şu arsız, tutkulu direy, şu dalga, şarkı… nerede şimdi?

Hadi açgözlü olmak bir yana, gözü doymazlığa ne demeli? ‘Muktedirden gelecek adalet.” (KT, 75) Şaka mı? Firavun. Firavunun kurtlu beyni. Onun sesi, bitmek bilmez, insanı canından bezdiren sesini kesen ses: Gezi’nin sesi. (84) Anlatının geldiğimiz noktasında, şimdi buradayız. Şimdi burada, ortak duyguda, sevinçte, paylaşımda, şimdi aşkta, yarındayız. Bir gelecek var o zaman.

Güz, arkasından kış geçti. Yine yaz geldi. Ölüm ırmağı bir kez daha geçildi. Ama “Durduk yerde insanlar öldürülüyor bu yaz.” (KT, 105) Korku sinsice yayılıyor. Korkak korka korka korkuyor. Çekiyor eteklerini kendine. Suya sabuna dokunmadan yaşamak… Olanaklı mı? Artık kulaklarımızın duyacağı türkü korkağın türküsü mü olacak? Uyku çoktan yitiklere karıştı. Eski dost(luk)lar avutamıyor ve avuntusuzdur. Kendine nazlansan nereye dek?.. “Ölen kurtuluyor, -umutsuzluktan!” (KT, 116) İnsandır insana kurt. Kan akıyor, kan dereleri, yukarılardan aşağılara doğru, kan dereleri birleşiyor, kan ırmakları, kanlı deniz, okyanuslar. Kanlı, kan esaslı yurt olur mu? “Toprağın batsın, yurdum!” (KT, 140) Su basmanının altında kaldın, uygarlıkla buluşamadın bir türlü. Ne yapmalı? “Ne yapabilir insan?” (KT,141) Usandık, usanç sürüyor. Usanmaktan usandık neredeyse. Daha ne kadar katlanabiliriz? “Bir çığlık.” (KT, 153) Çocukların gözleri büyük çığlığı. Hani bitmişti, bitecekti savaş? Ne bu şimdi? Sevinç hangi dağı arkaladı yine? Hangi dağın ardında kaldı umut? “Şu kadere bir bak: Ülkenin akıl çağı/ gelsin gelsin de, bir sığlıkta boğulsun!” (KT, 180) Güzün sessiz, sabırlı adımları yaklaşıyor yine. Belki bu kez dinleneceksin. Belki dünya ‘Sensiz daha iyi olacak.” (KT, 161) Zilin çalmasını bekleme. Ama yine duydun o sesi: Büyük sessizliğin sesini. Direnmenin sessiz sesi olmasın. Yaşamak için nedenin sessiz sesi. Oradan bir ses: “Yani, padişah olacaksın da n’olacak?..” (KT, 173) Anlaşılan biz umudu bıraksak o bizi bırakmayacak. Üstgeçit umuda geçit sanki.  “Evet, bir kez daha söylüyorum…/ Bunların gittiğini görmeye ömrüm yetse iyi olur. / Yok, göremezsem… / Korkağın türküsü, -korkulu.” (KT, 190)

Yakın okumamızın bize gösterdiği şey; Tosuner’in derin ve çok katmanlı iç sorgulama ve hesaplaşmasından umutsuzluk damıtması için onca nedeni varken yine de umuda sarılması ve bunu dil somutunda, dili (bile) imgeleyerek, onu ele geçmez, yeni ve çocuksu yanıyla, kıvamlı, biçimlenebilir esnekliğiyle (plastisite) ortalama kullanımının ötesine taşıyarak ve bir tür aşkınlık deneyimine bağlayarak gerçekleştirmesidir. Üçlemenin tümü yazınımızın, yaşadığımız bunalım dönemine verdiği en yetkin yanıtlardan biri olarak yazın tarihimiz içinde yerini almalı ve alacaktır. Çünkü şu sorunun yanıtı çok belirgin ve apaçık verilmiştir bu yapıt dizisinde: Yapıt zamanı nasıl karşılar ve dil nasıl avuç içinden bir kuş gibi kaçırılmış olmaz yine de?

YARIN: Bütün bunlar sevgili yazar, ‘sokaksız’ kalmana gerçekten değdi bana kalırsa.


[1] Temmuz 2020’de yazıldı.

[2] Tosuner, Necati; Korkağın Türküsü (2014, Roman), Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci Basım, Ekim 2014, İstanbul,  191 s.

[3] Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri (1993), Çev. Alp tümertekin, Ayrıntı y., 1. Basım, 2001, İstanbul.

[4] Korkağın Türküsü.