Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür

Çocuktur Fikret, katışıksız, saftır. Öfkelenir de, küser de. Namık Kemal damarından gelip Nâzım Hikmet damarına ulanan bütün bu saf, nahif, çocuksu, ütopik ve peygamberane nitelikleriyle Fikret, ölümünün 106. yılında Türkiye aydınları içindeki ulaşılmaz yeri ve ağırlığını korumaktadır.

MECİT ÜNAL

Kimseden ümid-i feyz etmem dilenmem perr ü bal
Kendi cevvim, kendi eflakimde kendim tairim
İnhina, tavk-ı esaretten girandır boynuma
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim”.

“Rübab-ı Şikeste”nin önsözündeki bu dörtlükten, hatta, dahası, bu dörtlüğün son dizesinden bütün ve tek bir Tevfik Fikret portresi çıkarmak mümkündür: “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”…

Tüm yaşamındaki ve yaşamının olduğu gibi yansıdığı şiirlerindeki Fikret de, çağdaşları ve Servet-i Fünun dergisindeki yol arkadaşlarının hem fikir oldukları Fikret de budur:

“Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”.

sanat ve yurtseverlik yolunun başı

“Edebiyat-ı Cedide”nin daha kuruluşundan itibaren içinde olan Halid Ziya Uşaklıgil’in “Kırk Yıl” adlı anılar kitabında yazdıkları ile “Sanata Dair” makaleler kitabındaki Tevfik Fikret portresi de bu doğrultuda:

 “Onu ne tarafından tutmalı?” diyor Halid Ziya; “Şair sıfatiyle mi, sanatkâr sıfatiyle mi, adam sıfatiyle mi? Hele bu son sıfatında o kadar karışık mu’dil (çetin) idi ki, onun hakkında dostlarından, yakınlarından hiç biri tam bir isabetle hüküm verememişti; hatta kendisi bile… Yalnız bir hükme vardık; her şeyden ziyade, her sıfatından fazla bir adam, beşer için mümkün olan kemali şahsında toplayan bir insan enmuzeci (örneği) idi.” (Sanata Dair 3/Türk Şair ve Edipleri, İstanbul 1955, sf. 251).

Halid Ziya. “Onu ne tarafından tutmalı? Şair sıfatiyle mi, sanatkâr sıfatiyle mi, adam sıfatiyle mi?”

Sonradan gazeteciliği ve siyaseti seçen Hüseyin Cahit Yalçın’a göre de Fikret’in güçlü, belirgin ve ezici bir kişiliği vardır. “Çok eski zamanlarda olsaydı belki adı bir peygamber diye art kuşaklara geçerdi” diyor Yalçın; “Daha sonraları gelseydi bir tarikat kurucusu olurdu. Ne var ki on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Abdülhamit yönetiminin her soylu duyguyu susturan ve öldüren kıyıcılığı ve baskısı içinde Fikret, yalnızca sanat ve yurtseverlik yolunun başı oluyordu.” (Edebiyat Anıları, İstanbul, 1975, sf. 115).

İstibdat’ın koruyup kolladığı rakip dergi “Malumat”ın Sultan Hamid tarafından nişan verilip ödüllendirilmesi üzerine bir nişan da kendisi almak amacıyla başvurduğu için Fikret tarafından azarlanan “Servet-i Fünun”un sahibi Ahmet İhsan Tokgöz’ün nitelemesi ise tek kelime ile “melaike”dir:

“Bütün Edebiyat-ı Cedide Ailesi evlâtları onun, Tevfik Fikret’in şahsiyeti önünde kendimizi ufak görürdük; Fikret’i karşımıza çıkmış âdil bir hâkim gibi bulurduk; Tevfik Fikret’in ufak bir tenkidine, küçücük bir imasına uğramak istemezdik ve içimizden birisini vicdanıyla mahkûm eyleyiverir korkusu ile titrerdik.”(Ahmet İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıralarım, Akt. Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler, Cilt 2, sf. 524-525).

Namık Kemal’in bıraktığı boşlukta

Fikret’in kuşağından olmayıp da çok daha sonra şiiri ve yaşamı hakkında yazanlar da benzer saptamalar yaparlar. Bunlardan, dikkate değer bir Tevfik Fikret portresi çizen A. Hamdi Tanpınar, “Edebiyat Üzerine Makaleler”de “Fikret benim için bir şairden ziyade bir kahramandır. Sanatı eski bulunabilir, ihmal edilebilir, okunur, okunmaz, fakat talihin kendisine nasip ettiği büyük rolü unutulamaz. Fikret, bir devrin manevi tarihine kendi karakterinin mührünü basabilmek için en müsait şartları bulmuştur.” demektedir.

Fikret’in yapıtlarını vermeye başladığı zaman, mevcut edebiyat ortamının “adeta bomboş” olduğunu hatırlatan Tanpınar, şairin içine doğduğu bu koşulları da şu cümlelerle anlatmaktadır:

“Kendisinden evvel, yeniliği başaran neslin en kuvvetli şahsiyeti olan Namık Kemal ölmüş, yeri boş kalmış, Hâmid’le Recâizâde Ekrem asıl eserlerini vermişler, yapacaklarını yapmışlardı. Kendisi ile işe başlayan diğer Servet-i Fünûn şairlerine gelince, onlar, yeni bir eserin geniş bir tabaka tarafından anlaşılması ve benimsenilmesi için elzem olan ruh kuvvetinden ve büyük cazibeden mahrumdular. Ayrıca Fikret, mizaç, terbiye, muhit ititbariyle de tesadüfün kendisini seçmiş olduğu vazifeye müsait bir hilkatte idi. Küçük, fakat müreffeh bir memur ailesinin çocuğuydu, yani memlekette hükümdar nüfuzuna karşı aşağı yukarı otuz, kırk seneden beri aksülamel yapan ve yavaş yavaş sınıfsız bir cemiyette, biricik söz sahibi olmak istidadını gösteren bir tabakadandı. Galatasaray’da okumuştu. Garp iştiyakı vardı. Görülüyor ki, bütün şartlar onun lehinde idi. Fakat o da şartların bu lütfuna lâyık olmanın kudretini kendisinde buldu. Talihin kendisi için hazırladığı imkanları çabuk farketti, hatta mizacının zaaflarını bile ona göre terbiye etti. İnzivasını bir nevi peygamberane uzlet, çabuk darılıcı mizacına istiğna, hayat ve fiil alemindeki kabiliyetsizliğini yüksek bir mukavemet şekline soktu ve şiirinin bir zaman sadece melûl besteler çıkaran ferdi melankolisini tam lâzım olduğu bir zamanda cemiyetin ıztırap ve ümitlerine tercüman yaptı. Kısacası orta çapta bir küçük burjuva şairi iken, cemiyet için bir nevi ahlak ve medeniyet havarisi oldu.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, sf. 260-261).

alnı açık, başı dik

Tanpınar, ahlaklı ve dürüst olmanın ender bulunduğu bir devirde, Fikret’in hiçbir iş görülmediğini anladığı için terkettiği bir memuriyetin birikmiş maaşlarını kendisine götürdüklerinde tereddütsüz iade etmesini nadir rastlanan bir meziyet olarak değerlendirmektedir. Bu küçük hareketi çok büyük bir yere oturtan Tanpınar saptamalarını şöyle sürüdürüyor:

“Bu küçük hareket, belki çok dürüst bir ahlâkın samimi bir tezahürüydü. Belki çok kuvvetli bir ihtirasın sakınınlması imkânsız bir aksülâmeliydi. Yani bir nevi tezahürdü, hatta belki de Fikret, bunu tamamiyle farkında olarak, hesaplayarak yapmıştı. Fakat ne olursa olsun, o zamanki cemiyet için lâzım olan bir jest, ücreti sâyin hakkı değil, bir nevi âtıfet telakki edenlere verilmiş bir dersti. Ve başkaları, içlerinde kendisinden daha yaşlı, daha şöhretliler de olduğu halde, hatta bütün bir cemiyet aksini yaparken yalnız Tevfik Fikret, genç ve isimsiz bir şair, bir jesti yapabiliyor ve bir idare ve zihniyeti en karakteristik meselesinde utandırıyordu. Fikret bütün hayatında bu jestin adamı olarak kalmış ve kendi kendisini tekzip etmemiştir.” (A.g.e. sf. 261).

Ahmet Hamdi Tanpınar.“Fikret benim için bir şairden ziyade bir kahramandır.”

Türk aydınları üzerine beş ciltlik bir inceleme yayımlayan Prof. Dr. Yalçın Küçük de oldukça kapsamlı bir bölüm ayırdığı Fikret için benzer saptamalar yapmakta, o da Fikret’in yaşamı ve şiiriyle bir bütün olan kişiliği ve ahlâki tutumunu öne çıkarmaktadır.

 

“Alıngan, küsen, duygulu, zaman zaman umutsuz fakat geleceğe hep güvenen, akılcı, Tanrısız, ‘fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim’ diyebilen, alnı açık, başı dik Fikret, Türk insan ve Türk aydını için önemli bir dönüm noktasıdır. Abdülhamit’ten sonra doğdu; Abdülhamit’ten önce öldü. Dünyası Abdülhamit’in dünyası oldu. Türkiye’de İdareyy-i Hamidiye’de Fikret çıktı.” (Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler Cilt 2, sf. 387).

“hani benim yurtsever kanımla kirlenecek temiz bir taş?”

Fikret’in kendisi de benzer yargıları doğrulamamıza yarayacak veriler sağlamaktadır. 1899’da Süleyman Nazif’e yazdığı mektupta “Koca bir alem içinde yalnızım, Nazif!” diye yakınmaktadır. Söz ilerledikçe yakınma canhıraş bir çığlığa dönüşür:

“En yakın arkadaşlarımın arasında, sokağa çıplak çıkmış bir adam duygusuyle titriyorum; herkesin vicdanı kapalı, örtülü; yalnız ben çıplak! Herkes hiç olmazsa üniformalarla –ne diyeyim- mayasını örtüyor; herkes zamanın alçaklık süslerine bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolayını buluyor; herkes bu rezalet havasında nefes alabilmek için bir kolaylığa, bir çareye, bir büyüye sahip…

İşte kalem namusu, basın namusu, edebiyat namusu… O da öldü, o da çiğnendi. Gazetesinde bir jurnal sureti basamayanlar artık gazeteci sayılmıyor. Sonra içimizde o edepsizleri kötülüklerinin üstün gelmesinden dolayı kutlamağa koşacak, ‘Bir gazâ ettin ki hoşnud eyledin Peygamberi’ alkışlarıyle onların bu danışıklı dövüşlerini, namussuzluğun bu vicdanı kıran yenmesini alkışlayacak namuslular da var.

Elvedâ ey aşk-ı nâmûs, elfirâk ey sıyt-i âr!

(Ey namus aşkı, ey utanmanın iyi ünü, allahaısmarladık!)

Bilir misiniz bu zamanda namus, kılıfını kemirir bir cevherden başka bir şey değil. Size koşuyorum; elbette siz beni anlar, benimle ağlarsınız. Bayramın ilk günlerinden beri damarlarımın içinde bir kızgınlık zehiri dolaşıyor, kanımı kemiriyor; burada artık herkesin benden ürktüğünü, kaçmak istediğini görüyorum. Herkes edepsizliğe hak veriyor; bana diyorlar ki: ‘Zaman haklıdır, akıllıdır; sen budalasın!’ Allah aşkına siz öyle yapmayın, siz bari deyiniz ki: ‘Sen budalasın; fakat zaman haklı, akıllı değildir!’

(…)

Yeisimin derecesini düşünemezsin, kardeşim; kendimi taşlara çarpacağım geliyor. Fakat hani benim yurtsever kanımla kirlenecek bir temiz taş?” (Sadeleştiren Cevdet Kudret, Türkdili dergisi, sy. 274, Temmuz 1974, sf. 207)

(Sürecek)

PAYLAŞMAK İÇİN