Endüstriyel tarım kurtuluş mu

 

İnsan nüfusu arttıkça sağlıklı gıdaya ulaşım güçleşiyor. Salgın döneminde bir yandan aşı gündemdeyken, bir yanda da küresel olarak yükselen gıda fiyatları dikkatleri üzerine topluyor. Küresel fiyat artışlarıyla ilgili bilgi almak isteyenler BM Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun sayfasındaki raporu ayrıntısıyla inceleyebilir.(1) Peki bunca gelişmiş teknolojiye rağmen halen fiyatlar yükseliyorsa ve açlık çeken milyonlarca insan varsa bu sistemde bir yanlışlık yok mu? Aslında bu yeni bir film değil; içinde para, güç, ihtiras, cinayet gibi konuları kapsayan çok incelikli yazılmış bir senaryo. Yine de filmi daha anlamak için biraz geriye saralım.

“Yeşil devrim”

1943 yılında Rockefeller Vakfı, “artan dünya nüfusunu doyurmak” amacıyla tarımsal araştırma programı başlatır. Programa, ABD’nin  1933-1940 yılları arasında tarım bakanlığı, 1941-1945 yılları arasında başkan yardımcılığı görevini yapan Henry A. Wallace’ta bizzat destek verir. (2) Vakıf ilk olarak Meksika’da yeni melez buğday üretimine geçer; ancak bunun için modern araçlar, mekanize traktörler, kimyasal gübreler ve hepsinden önemlisi gaz veya benzinle çalışan sulama pompaları gereklidir. Aksi takdirde melez tohumdan verim alınması mümkün değildir ve tabii ki kaliteli topraklarda tarım yapılması gereklidir.(3)

Görece fazla mahsul alındıktan sonra endüstriyel tarım Hindistan’a sıçrar. Ardından başka ülkelerde de uygulamalara geçilir. Endüstriyel tarımın temel işleyişi monokültür (tek tip)  ekime dayanır. Ayrıca tohum anahtar konumdadır. Melez tohum bir yıllıktır. İkinci yıl verim alınmaz ve çiftçinin tekrar satın alınması gerekir. Bununla filmin senaryosu biraz kafamızda şekillenmiş olmalı. Yeşil devrim, melez tohumla her coğrafyaya yüksek verim vaadiyle girer. Kullanıldığı alanları yoğun kimyasallarla boğar. Tohum, traktör, mekanik aletler, kimyasallar ve yakıt satarak girdikleri ülkelerin tarımları da bağımlı hale getirilir.

Yeşil devrim; açlığı önleyememiş, küçük çiftçilerin çoğunun şehirlere göç etmesine, hatta intiharlara sebep olmuş ve fakirliği körüklemiştir. Toprağından koparılan köylüler şehirlerin kıyılarında kurulmuş gecekondularda yaşayıp kapitalizmin yedek işgücü haline getirilmişlerdir. Tohum ve kimyasal üretimi yapan firmalar büyümüş ve tekelleşmiştir.
1990’larda genetik buluşlarla endüstriyel tarım yeni bir rotaya girecektir. Bu kez sahneye aynı küresel tekeller tarafından GDO’lu tohumlar çıkarılır. Şirketler bu tohumları; ”Verimi artırır, daha az ilaç kullanımı sağlar, açlığa ve yoksulluğa çare olacaktır” diye duyurur. Nakarat aynıdır. Genetik devrimi sonrası tohum daha da önem kazanmış, yerel tohumları ele geçiren tekeller, bunları ABD’de patent altına almaya başlamıştır. Böylece binlerce yıllık ve birbirinden farklı türde yerel tohumlar yok olma riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu aynı zamanda tohumların değil, kültürlerin yok oluş trajedisidir.

Bilimin geliştirdiği teknolojiler sonucunda harcanan yoğun girdiyle endüstriyel tarımdan daha fazla ürün alındığı iddia edilmiştir. Peki bir bilim dalı olan ekoloji bu konuya ne diyor, ona bakalım şimdi. Tarımda üretim, sisteme konulan enerjiye bağlı olarak arttığı için, ekologlar tarımda verimin enerji açısından değerlendirilmesini öneriyor. Kısacası ekolojik açıdan yüksek verimle işleyen bir tarım ekosistemi, birim enerji girdisi başına daha yüksek üretim sağlayan sistemdir. Bunu bir örnekle açıklayalım: “Meksikadaki bir çiftçi, çapa kullanarak (sadece insan enerjisi) bir hektar mısır yetiştirmek için toplam 642 bin kcal (kilokalori) harcar ve ortalama 6.9 milyon kcal karşıtı olan 1940 kilo ürün alır. Elde edilen ürünün enerji olarak değeri, harcamalara bölünerek sistemin enerji verimliliği bulunur. Bu çıktı:girdi oranı, Meksika örneğinde 11:1 kadar. Sanayileşmiş ABD’de 1975 yılında hektar başına ortalama mısır üretimi hektar başına 5390 kiloya yükselir. Bu Meksika’daki ürünün 2,8 kat fazlasına denk geliyor; ancak bu yüksek üretimin bir de enerji girdi maliyeti var. ABD’li çiftçi hektar başına 19 milyon kcal enerji harcamıştır, böylece çıktı:girdi oranı 3:1 kadardır. Bu da Meksika’da ilkel, fakat doğal koşulları mısır yetiştiriciliğine uygun tarım ekosistemindeki 11:1’lik çıktı oranından oldukça azdır.”(4)

İktisatta kullanılan “azalan verimler kanunu” ekoloji biliminde de kullanılan ve kanıtlanmış bir yasa. Buna göre ABD’de 1945-1970 yılları arasındaki mısır üretimi incelendiğinde çıktı:girdi oranları şöyle: “1945’te 3,7:1, 1970’te 2,8:1. Yani 1945-1970 arası incelendiğinde hasat görece arttığı halde enerji verimliliğinde düşüş yüzde 24 oranında.”(5)

Endüstriyel tarımın sonuçları artık gün yüzündedir. Endüstriyel tarım tekelleri yüzünden küçük çiftçiler iflasa sürüklenir, fakirleşir, toprağından kopar. Monokültür ekim sonucu, herhangi bir zararlıya veya hastalığa karşı kimyasal kullanılmazsa hasadın yok olması riskiyle karşı karşıya kalınır. Topraklar kimyasal maddeleri biriktirerek ağırlaşır ve kirlenir. Yeraltı ve yer üstü suları kirlenir. Toprak altındaki solucan ve birtakım yararlı canlıların yok olur. Arı, kuş, kemirgenler ve yılanlar dahil birçok canlı yaşamını yitirir, bazı türler yok olma tehlikesiyle karşılaşır. Biyo-çeşitlilik tehlikeye girer, hatta yok olur. Makineleşmiş sistem; yoğun fosil yakıt tüketimi gerektirir, dolayısıyla karbon salımı yükselir ve küresel ısınmaya yol açar. Yerel tohumlar yok olmaya yüz tutar. Kimyasalların yoğun kullanımı, tarım işçilerinde ve gıdayı tüketenlerde ciddi sağlık sorunlarına yol açar. Yoğun sulama sonucu toprak tuzlanır. Erozyon artar.

Sonuç olarak Türkiye’nin de aralarında olduğu endüstriyel tarım uygulayan ülkelerinin en büyük hatası halkı doyuracak ürünler yerine döviz getirecek ürünleri ekmesi. Bu bilinçli olarak bizim gibi ülkelere dayatılıyor. Endüstriyel tarım aç insan nüfusuna çare olmadığı gibi dünyaya ABD tipi yeme içme kültürünü de pazarlıyor. Bir yanda aç nüfus, bir yanda obezite insanların beslenme sorunu olarak karşımızda duruyor. Bu sorunu çözmek için öncelikle, kapitalizmi sorgulamayan insanların bireysel aydınlanmasına ihtiyaç var. Bu da sihirli değnekle olmuyor. Bu aydınlanma gerçekleşmeden de, tüm bu sorunların yaratıcısı kapitalist sistemden kurtulmanın ve daha güvenli, mutlu bir toplum yaratmanın imkânı yok.

Devlet kurumları, BM, Dünya Bankası, İMF ve birçok kurum istatistiksel bilgi veriyor. Bu sayıların ne anlama geldiği veya önemi sayılara hangi açıdan baktığımızla ilgili. Tıpkı ülkemizdeki enflasyon tartışmalarında olduğu gibi rakamları veren ile gören aynı göz değil. Takip ettiğim anlık veriler sunan bir internet sitesinden bazı çarpıcı rakamlar vereceğim.

Dünyadaki aç insan sayısı                               :   851.642.060
İçecek suya erişimi olmayan insan sayısı     :   791.824.962
Bu yıl suya bağlı hastalıklardan ölen sayısı  :          294.237
Bugün açlıktan ölen insan sayısı                     :               16.755
Aşırı kilolu insan sayısı                                     :  1.709.900.828
Obez insan sayısı                                                 :     782.331.669

Yukarıdaki rakamlar 8 Mayıs 2021 saat 13.00 itibarıyla günlük rakamlardır.(6) Kapitalizmin insanlığı nereye götürdüğünün resmidir. Doğal ve temiz gıdaya ulaşmak her insanın hakkıdır ve bu hakkı da savunmak insani bir sorumluluktur.

 

Dipnotlar

    • 1. http://www.fao.org/worldfoodsituation/foodpricesindex/en/
    • 2. Wallace aynı zamanda 1926’da kurulmuş Hi-bred tohumluk mısır şirketinin sahibidir. Yıllar sonra 1970’lerde firma büyümüş Du-Pond tarafından satın alınıp GDO’lu tohumları üretmeye başlamıştır.
    • 3. Gıda Krizi s:154- Abdullah Aysu- Metis Yayınları (2015)
    • 4. Çevre ve Ekoloji –Mine Kışlalıoğlu, Fikret Berkes Remzi Kitabevi 16. basım. (Merak edenler için not: Enerji hesaplamaları Prof. David Pimentel tarafından yapılmıştır.)
    • 5. Çevre ve Ekoloji –Mine Kışlalıoğlu, Fikret Berkes Remzi Kitabevi 16. basım
    • 6. https://www.worldometers.info/tr/