Doktor Şinasi Moran ne zaman öldü

Şimdi sonbahar güneşi altında bir nar gibi parlayan o yaz yanığı değirmi yüzü ve Dr. Şinasi Moran’ın az sonra masamın üzerine koymak üzere cebinde taşıdığı selamı ile karşımda oturuyordu Hubuyar Efendi.

HALİT ÜNAL

1.

Ağustos ayının sonlarına doğru bir salı günü, sabahın erken saatinde, Detmold istasyonunun peronunda Altenbecken’den gelip beni Herford’a götürecek trenimi bekliyordum.

Saat yediye yaklaşıyordu; sabah güneşi, çevredeki evlerin kırmızıya çalan kahverengi kiremitli çatılarında ışıldıyordu. Yazın bittiğini, haber veren küçük, beyaz bulut kümeleri, hafif hafif esen seher yeli önünde süzülüyor, mavi gökyüzünde güneş ışınlarıyla parlıyordu.

Uzaktan, Teutoburger Ormanları‘nın en yüksek doruğundan, el sallıyordu Arminius, Hermann der Cherusker -bir elinde kılıç. Ve bir yandan görkemli, yemyeşil ağaçların arasında kaybolmuş binaların çatılarından, rayların az ötesinde ömrünü tüketmiş ve çürümeye terk edilmiş demiryolu hatlarından, ispinozların, ardıç kuşlarının ve karatavukların neşeli cıvıltıları ve ıslıkları yükseliyordu.

İstasyon o sabah kalabalıktı; peron öğrenciler, işçiler, memurlar tüm geç kalkanlar ve geç kalanlarla doluydu. Güneş kokar mı? Güneş kokuyordu sanki bütün istasyon. Taze, bronzlaşmış yüzlerini, mavi boncuklar gibi ışıldayan gözlerini istasyonun saatine dikerek, trenin geleceği yöne doğru bir o yana bir bu yana çeviriyorlardı.

Trenim saat tam yedide, Herford’a hareket saati ise yediyi bir dakika geçe idi. Hareket saatine az bir süre kala, istasyon hoparlöründen her iki yön için on beş dakika gecikme olduğu duyuruldu. Kimse umursamadı. İkişer üçer gruplar halinde bekleşenler, bir tren istasyonunda her zaman rastlamadığımız türden rahat bir ruh hali içinde izinde yaşadıkları güzellikleri paylaşıyorlardı aralarında belli ki.

Bir yerde okumuştum: Gözünü istediğin kadar kapa, açtığında yine ordasın.

Memleket izni sona ermiş, eğlence ve dinlencenin o güzel günleri göz açıp kapayıncaya kadar geride kalmış ve biz hepimiz, bıraktığımız yerden devam etmek üzere bu istasyonda tekrar buluşmuş, bizi işimize götürecek treni bekliyorduk.

“On beş dakika,” diye mırıldanıp durdum kendi kendime. İstasyon saatinin neden böyle yavaş hareket ettiğine, bir türlü geçmeyen zamana ve hâlâ gelmek bilmeyen trene kızıyor, sabırsızlanıyor, sinirleniyordum. Nedeni vardı; bugün memleket izninden sonraki ilk danışma günüydü ve tecrübelerime dayanarak adım gibi biliyordum ki; ben gecikmeli trenimi beklerken büromun kapısında da beni bekleyenler vardı.

Anadolumun suya hasret topraklarının yağmuru beklediği gibi bekliyorlardı mutlaka Türkdanışlarını sabırsızlıkla. İçten içe homurdanmalarını, duydukları kızgınlığı, öfkeyi taa buradan hissediyordum.

Alışılmış bir düzendi bu; her yıl bu mevsimde, uzun yolculuklardan dönen kuşlar gibi dönüyorlardı yuvalarına memleket iznine çıkanlar. Ve hemen, ilk iş, sanki bir gelenekmiş gibi danışma büromuza düşmekti yağmur damlaları gibi… Önce sessiz ve usuldan, teker teker, sonra bir hışım gibi hepsi birden.

Bir var ki, işyerim, AWO’nun Türkler İçin Danışma Bürosu, Herford tren istasyonunun hemen yanı başında, tabiri caizse tam olması gereken yerdeydi. Kent merkezinden, gözlerden uzak, ulaşımı kolaydı. Alnının tam ortasında, kulağa hoş gelen tatlı tınısı, fakat yılların izini ve isini taşıyan eski rengini kaybetmiş soluk yüzüyle FREESIA yazan terk edilmiş eski bir çikolata ve şeker fabrikası binasının giriş katındaydı.

Vakti zamanında bir tüccar kenti olan kasabanın şeker ve çikolata tadındaki şaaşalı döneminden kalma bu binada topu topu birbirine bitişik iki oda ile bekleme salonu olarak da kullandığımız bir koridor, demir parmaklıklı pencereleri Schiller Caddesi’ne bakan danışma merkezimizi oluşturuyordu.

Odalarımızdaki eşyalar ise ne şairin adı kadar göz kamaştırıcı ne de şiirleri kadar güzeldi.

Her şey adamına göre, derler ya hani, işte öyle bir yer. Kuş ne ise yuvası da o olurmuş.

Merkezimiz yoksuldu. Tüm mobilyası iki yazı masası, birkaç sandalye ve bir de sonradan yardımcı olarak atanan meslektaşımla dönüşümlü olarak paylaştığımız aynı hatta bağlı paralel iki telefon cihazı ile taşınabilir bir daktilo idi.

Almanya’nın dört bir yanını birbirine bağlayan bir demiryolu ağının kavşak noktasındaki bu kentin, gözlerden ırak bir garip yerinde, biz garip insanların bir garip mekanıydı AWO’nun Türkler İçin Danışma Merkezi diye adlandırılan yerin olup olacağı. 

Herford’a varıp, istasyon kapısından çıkar çıkmaz daha, “Am Bahndamm” sokağının “Schiller Strasse”ye sapan köşesine varmadan, insanı alıp bir yerlere götüren buram buram memleket kokusu değdi burnuma. Sokağın köşesinde görünmemle birlikte memleketin herhangi bir kasabasındaki, herhangi bir pazar yerini aratmayan bir mırıldanma, bir uğultudur koptu usuldan.

AWO’nun Türkler İçin Danışma Bürosu, Herford tren istasyonunun hemen yanı başında, eski bir çikolata ve şeker fabrikası Freesia  binasının giriş katındaydı.

Kapının önü ana baba günüydü; kadınlı erkekli, yanık yüzlü, kimisi hâlâ yazlık memleket giysileri içinde şortlu tişörtlü, kimisi hemen, daha döne dönmez bu soğuk ülkeye, sırtına kışlık ceketini geçirmiş bekleşiyorlardı. Kimisi merdiven boşluğunda ayakta, kimisi, uzun dönüş yolculuğunun yorgunluğuyla taş basamaklara çömelmiş, yorgun argın ve sabırsız oturuyorlardı.

Selam verdim.

“Hoş geldin ağabey” dediler.

Siz de hoş geldiniz dememe kalmadı, epeydir bekliyoruz Türkdanışım, diye söylenenler oldu.

“Trenim gecikti” dedim, yürüdüm.

Kalabalığa sığınıp “Hep öyle olur zaten” dediklerini duydum kimilerinin ardımdan.

Memleketimin insanını benden daha iyi kim tanıyabilir! Biliyordum; bu insanların hiçbiri boş gelmemişti, her biri cebinde mutlaka bir şeyler taşıyordu; izin sırasında beklenmedik bir şekilde hastalandığını ve bu nedenle işe zamanında başlayamayacağını belirten bir sağlık raporu ya da acilen tercüme edilmesi gereken bir trafik kazası raporu veya posta kutusunda bulduğu Yabancılar Dairesi’nden gelen bir mektup…

Bugün işim zordu. Tanrım, sana sığınıyorum utandırma beni, dedim ve kapıyı açtım.

 

2.

Sosyaldanışman’ın bir günü bir gününü tutmaz; her günü ayrı bir tiyatro sahnesidir ve çoğunlukla da o sahnede sergilenen bir oyunda birden fazla rolü oynamak zorunda kalan bir oyuncu gibidir. Kapımın her açılışında, ziyaretçimin dertlerine, sıkıntılarına ve davranışlarına bağlı olarak oynadığım oyunun ve rolümün metnini değiştirmek zorunda kalıyormuşum gibi geliyordu bana zaman zaman.

İşte o yaz tatilinden sonraki ilk danışma günü, vakit ikindiye yaklaşıyordu, sabah saat sekizden beri aralıksız çalışıyordum. Böyle bir günde öğlen paydosu yapmak kimin haddine, ipe götürürler adamı. Arada bir evden getirdiğim iki dilim yağlı ekmekten bir ısırık alıyor işime devam ediyordum. Bekleme odası olarak kullandığımız koridor da hâlâ tıklım tıklım doluydu. Odamda görüşme yaptığım ziyaretçinin/müvekkilin işi daha bitmemişti ki, birden bire, odamın kapısının bir hışımla açılmasıyla irkildim.

Gelen Hubuyar Efendi’ydi. Dışarıda sırasını bekleyen onca kişiyi umursamadan, teklifsizce içeri dalmıştı.

Arkasını dönmeden kapıyı kapatmış, üst dudağının kıvrımında hafif bir gülümseme, bize doğru bakarak, başıyla, ben geldim der gibi bir selam çaktıktan sonra, karşı köşede kitap raflarının önündeki koltuklardan birine oturuvermişti.

Kendinden o kadar emin ve hareketleri o kadar sakindi ki, görseniz büromuzun emektar bir mensubu sanırdınız. Hubuyar Efendi’nin, tüm danışma gizliliğine aykırı düşen bu kural dışı davranışı, karşımda oturan müvekkilimi ya hiç rahatsız etmemişti ya da adamcağız çekindiğinden sesini çıkaramamıştı.

Hubuyar Efendi koltuğuna iyice yerleştikten sonra, bir köy kahvehanesinde oturuyormuş gibi rahat, bacak bacak üstüne attı ve ceketinin cebinden siyah boncuklu tespihini çıkardı, çekmeye başladı.

Ve sonra? Sonrası hiç; ben sesimi çıkarmadım, Hubuyar Efendi istifini bozmadı, karşımdaki müvekkilim ise, ne hikmetse işi bitinceye kadar bir daha konuşmadı; Hubuyar Efendi gelmeseydi daha uzun hikayeler anlatabilirdi belki. Çünkü yurttaşlarım konuşkandır bilirim, ben onları öyle tanıdım. Hele ki, birilerinin kendisine kulak verdiğini fark etmeye görsünler, anlatırlar; kimi zaman tatlı sevecen, kimi zaman tuzlu biberli.

Müvekkilimin işi bitince, yerinden kalkmaya yeltendiğini hisseden Hubuyar Efendi bir anda ayağa fırladı, bacaklarını pergel gibi açarak iki uzun adımda geldi, kocaman bir gülümsemeyle karşımda boşalan sandalyeye oturdu.

“Eee, yeğenim! Görüşmeyeli nasılsın”, demez mi?

 

3.

Hubuyar Efendi danışma büromuzun müdavimlerindendi. Elli yaşlarında, uzun boylu, geniş omuzluydu. Değirmi yüzünde basık burnu, geniş alnı ve iri siyah çekik gözleri Türk’ten çok bir Tatar’ı andırıyordu. O zaman daha yirmili yaşlarımda olan ben, bir sosyal danışman için memleket insanlarıyla iletişim konusunda oldukça genç ve deneyimsiz sayılırdım. Müvekkillerimin çoğu benden neredeyse bir nesil daha yaşlıydı ve bize ev sahipliği yapan bu ülkede benden tamamen farklı yaşam deneyimleri vardı kuşkusuz.

Danışma büromuzun açılmasından sonraki ilk birkaç hafta içinde sık sık, merak edip beni görmeye, tanımaya gelenler oluyordu.

O günlerden birini hâlâ hatırlıyorum. Kısa boylu, sıska, pamuk beyazı saçlı bir adam kapımı çaldı, içeri aldım. Beni nazikçe selamladıktan sonra, memleketin neresinden olduğumu sordu, söyledim.  Bir kaç tutarsız sorusunun ardından, bakışlarıyla hayvanat bahçesinde bir egzotik hayvanmışım gibi beni merakla incelediğini gördüm. Tavırlarının farkında olduğumu vurgulayan bir ses tonuyla ona, ziyaretinin asıl nedeninin ne olduğunu ve benden ne istediğini sorduğumda, sırıtarak özür dileyip, kasabada söylenenlerin doğru olup olmadığını görmek için geldiğini söyledi. Sonradan öğrendim ki, memleketinde ilkokulu bile bitirip bitirmediği meçhul olan kasabanın hatırı sayılır bu adamı, bir ara sokakta bir dikiş makinesiyle pantolon paçası kısaltan tamir-terzi bir vatandaşımız imiş; kalburüstüymüş sözde. Bir de -yine sonradan öğrendim; memleketten hemşerimmiş üstelik. “Sizin oralıymış Nuri, hele git de bir bak hele!”, demişler, o da gelmiş. 

Uzun lafın kısası; yine bir danışma günü kapım çalındı. Utangaç, kibar bir adam çekinerek içeri girdi. Buyur ettim, karşımdaki sandalyeye oturttum. Kısa bir süre önce dört haftalığına gittiği memleket izninin son haftasının ortasında maalesef hastalandığını ve mecburen doktora gitmek zorunda kaldığını, doktorun da ona iki hafta hastalık nedeniyle istirahat izni verdiğini anlattı. Aslında doktor ona, istirahatın bitince yine gel, bir hafta daha yazayım, diyesiymiş, ama o istememiş.  Sonra elini ceketinin cebine attı, dikkatlice katlanmış bir kağıt parçası çıkarıp, masanın üzerinden uzattı.  “Sağlık raporu!” Almancaya tercüme olacak, dedi.

O adam Hubuyar Efendi’den başkası değildi.

Sağlık raporunu alıp diğer evrakların bulunduğu yığının üzerine koyduktan sonra, Hubuyar Efendiye döndüm, iki gün sonra gel tercümeni al, dedim; gitti.

Ertesi gün, Hubuyar Efendinin raporunun tercümesini yapmak üzere daktilomun başındaydım; metin kısmını bitirmiştim, sıra imza kısmına gelmişti.

Resmi evraklarda tercümenin en kolay kısmı, tarih, mühür ve imza kısmıdır. Rakamın, imzanın tercümesi olmaz mı? Olmaz. Mühür için ise hedef dilde ‘Mühür‘ yazar geçersin. İyi de; imza sahibinin adı soyadı nasıl olacak? Hubuyar Efendinin raporunun işte tam burasında imza sahibinin adını görünce, aklım karıştı.

Raporun altında Dr. Şinasi Moran yazıyordu.

Anadolu insanı toprağından kopamaz, ayağını kesemez; göbeği anayurdunda, baba ocağının bir köşesinde gömülüdür; nereye göçerse göçsün bir yanıyla oradadır; memleketini, toprağını anımsatan ufacık bir kıvılcım, bir çıngı yüreğini hoplatır…

Bana da öyle oldu.

Bu iki sözcük ve başındaki Dr. kısaltması aldı beni taa çocukluk yıllarıma götürdü. O anda kuş olmuş kanatlanmışım da kasabamızın üzerinde uçuyormuşum gibi bir duyguya kapıldım; kasabamızın sokakları, okulum, okulumuzun az ilerisindeki biricik doktorumuz Şinasi Moran’ın muayenehanesi ve kapısının önünde duran siyah renkli otomobili, arkadaşlarım ve bir çocuğun dünyasını oluşturan daha ne varsa bir çiçek tarlası gibi gözlerimin önünde diziliverdi.

Bugün, bu satırları yazarken, o yıllarda nasıl bir ruh halinde bulunduğuma, doğduğum topraklara ne kadar derin duygu ve hasretle bağlı olduğuma şaşırmadan edemiyorum. Belki de, artık geri getirilmesi mümkün olmayan geçmişimdeki her güzel anıya sarılmamı sağlayan içinde bulunduğum yalnızlık duygusuydu, kimbilir?

Bizde, denize düşen yılana sarılır, derler. İş göremezlik belgesinin altında adı geçen Doktor, yani Hubuyar Efendi’yi muayene eden ve hastalık iznine çıkaran adam, Şinasi Moran, memleketimden tanıdığım bir doktordu. En nihayet, hemşerilerim arasında yıllar öncesinden tanıdığım birini tanıyan birini bulmuştum! Bir tüy gibiydim, üfleseler uçacaktım!

Bir sonraki danışma günü, perşembeydi, Hubuyar Efendi’yi daha yakından tanımak ve Dr. Şinasi Moran hakkında daha fazla bilgi almak için sabırsızlanıyordum. Arada bir koltuğumdan kalkıp kapıya gidiyor, orada olup olmadığını görmek için bekleme odasına bir göz atıyor, tekrar masama dönüyordum.  Öyle ki, gülünç derecede çocuksu bir ruh halinin büyüsünde, danışmamı bile yarıda bırakıp çarşıya Hubuyar Efendi’yi aramaya çıkabilirdim.

Öğlen olmuş, paydos saati gelmişti. Her zamanki öğle tatilimi düşünmedim bile. Büromun kapısını açık bıraktım, masamın başına geçtim ve Hubuyar Efendi’yi beklemeye başladım.

Aklımda hep o vardı. Demek ki, diye düşünüyordum, Dr. Şinasi Moran bizim kasabadan ayrıldıktan sonra, Hubuyar Efendi’nin kasabasına tayin olmuş, tesadüfe bak!

Dedemin kardeşinin oğlu olan amcam devlet hastanesinde onun asistanlığını yaptığı için Dr. Şinasi Moran’ı tanıyordum. Onu okulumuzdaki aşılar sırasında da bir veya iki kez görmüştüm. Adını da Hubuyar Efendi’nin sağlık raporunun altında okuyunca, karşımda bir yakın akrabamı, bir amca ya da memleketimdeki ailemden birini görmüş gibi hissetmiştim kendimi.

Vakit ilerliyordu. Öğleden sonraydı ve Hubuyar Efendi hâlâ ortaya çıkmamıştı. Tercümesi bitti; bugün gelmesi lazım, az sonra mutlaka gelir, diyor, kendimi teselli ediyordum. Benim derdim, emek verip yaptığım çeviriyi alması değil, çocukluk yıllarımdan birini tanıyan bir adamla konuşmaktı.

Akşam oldu ve Hubuyar Efendi o gün gelmedi.

Aradan beş gün geçmişti, günlerden salıydı ve danışma günüydü. Odamın kapısını aralık bırakmıştım. Öğleye doğru, saat on ikiden az önce, açık kapımın önünden bir gölge gibi koşarak geçtiğini ve bekleme odasında sıraya girdiğini gördüm. Hubuyar Efendi’yi hemen tanımıştım. Karşımda oturan müvekkilimden özür dahi dilemeden görüşmeyi yarıda kesip sandalyemden kalktığım gibi kapıya koştum: “Gel Hubuyar Efendi, içeri gel!”, diye seslendim. Bekleme salonunda bir sessizlik oldu; herkes şaşırmıştı. Kim olursa olsun sırada o kadar bekleyen insan varken bir kimsenin, adımını atar atmaz, adıyla sanıyla içeri davet edilmesine şaşırmışlardı. 

“Ben mi?” der gibi, sağ elinin işaret parmağı ile göğsünü göstererek, şaşkın şaşkın yüzüme bakan Hubuyar Efendi kulaklarına inanamamıştı.

“Evet sen Hubuyar Efendi, sen! Gel, içeri gel!” diye çağırdım. Odamın kapısını ardına kadar açtım, içeri girebilmesi için kenara çekildim, saygıyla yol verdim. Adamcağız neye uğradığını şaşırmış olmalıydı ki, odanın tam ortasında ayakta kala kaldı. “Otur Hubuyar Efendi, otur, ayakta kalma!”, dedim ziyaretçi köşesindeki koltuğu gösterdim. Hubuyar Efendi  şapkasını çıkardı ve uslu bir çocuk gibi koltuğa oturdu. Artık bu köşedeki yer onun danışma merkezimizdeki kalıcı yeri olmuştu.

Tüm bunlar olurken işi yarıda kalan müvekkilim ses çıkarmadan yerinde hâlâ oturuyordu.

Az sonra görüşmeyi bitirmiş, müvekkili evine yollamış ve biz Hubuyar Efendi ile baş başa kalmıştık ki Hubuyar Efendi koltuğundan usulca kalktı, çekingen adımlarla geldi karşımdaki sandalyenin ucuna ilişti. Şaşkınlığı hâlâ geçmemişti. Benim ise keyfim yerindeydi. Kısa bir hal hatırdan sonra, sohbetimiz kendi seyrini aldı ve ben lafı fazla dolaştırmadan, önümdeki tercümeyi işaret ederek, bu hastalık raporunu veren doktorun nasıl biri olduğunu sormaya başladım. Ak saçlı, hafif kambur ve yaşı geçkin birisi mi, diye sordum. “Evet!”, dedi Hubuyar Efendi tereddüt etmeden ve kaşlarını kaldırıp bana şöyle kısa, manalı bir bakış fırlattı. “Deme ya?!” dedim sevinçle. “Eski, siyah bir arabası da var mı, 1950 model, Ford, sırtında kamburu olanlardan?”, He he! Aynen öyle, tam tarif ettiğiniz gibi, diye ekledi.

“Doktor Şinasi Beyi ben yakından tanırım!”, dedim gözlerimin içi gülerek, “Benim hemşerimdir, aynı kasabadanız. 65-70 yaşlarında vardı o zaman. Şimdi epey yaşlanmıştır mutlaka, değil mi?”

Hubuyar Efendi sorduğum her soruya “Evet” cevabını veriyor ve benim de heyecanım gitgide artıyordu, öyle ki sorularımdan hiç birine yanıt vermediğini, sadece “evet” diyerek onayladığını ve her seferinde sandalyesini masaya doğru biraz daha yanaştırdığını, bana biraz daha yaklaştığını ve başını kaldırarak arkasına biraz daha yaslandığını fark etmemiştim.

Sohbetimiz yemek molasına kadar sürdü. ‘Yemekteyiz’ diye kapıya not bıraktım, kilitledim ve Hubuyar Efendi’yi davet ettim, birlikte yemeğe çıktık.

Yemekten sonra ayrılırken, “Memlekete gidecek olursan, Dr. Şinasi Bey’e benden çok selam götürmeyi unutma. Adımı ver, yanında çalışan sıhhiyenin yeğeniymiş dersin!” diye de tembihledim.

 

4.

Neredeyse her şeyin doğal olarak gerçekleştiği garip bir dünyada yaşıyoruz; hayatımızı, onlardan beklediğimizden farklı düşünebilen, hisseden ve davranan insanlarla paylaştığımız bir dünyada…

Hubuyar Efendi, pek çok Anadolu insanı gibi iyi kalpli, kibar, utangaç bir adamdı. Bu garip karşılaşmadan sonra beni daha sık ziyaret etmeye başladı. Arada bir akrabalarını, arkadaşlarını ya da tanıdıklarını yolluyor, bana selam gönderiyordu. Kapıyı çalan, beni Hubuyar Abi gönderdi, sana çok selamı var, diyor karşıma dikiliyordu. Bu ziyaretçilerin sorunlarını, çoğu kez yorucu da olsalar, onun ve ortak tanıdığımız Dr. Şinasi Moran’ın hatırına genellikle çözmeye gayret ediyordum. Her yıl, tatil dönüşü ihmal etmiyor, yanına da mutlaka birilerini takarak ziyaretime geliyor, Dr. Şinasi Moran hemşerimden kucaklar dolusu selam getiriyor, onun adına beni kucaklıyor ve iki gözümden öpüyordu.

Yıllar su gibi akıp gidiyordu. Oğlum sekizinci yaşını bitirmiş, benim de saçlarıma aklar düşmeye başlamıştı. Anadolu insanı toprağından kopamaz, dedim ya hani, bir yaz tatilinde oğlumun elinden tuttum memlekete götürdüm; baba toprağını görsün, bilsin istiyordum. Öyle ya: “Gitsek de gitmesek de” ile olmuyor ki. Gitmediğin, görmediğin, tanımadığın o yer nasıl senin olur?

Kasabamızda ölen ölmüş, göçen göçmüştü; geride kalan eski tanıdıklar, akrabalar ve beni hâlâ hatırlayabilen çocukluk arkadaşlarımla buluşmuştum. Bir öğleden sonra iki eski okul arkadaşımla kasabamızın tek fotoğrafçısı Gıdık İsmet’in, babası Galip Efendi’den kalma dükkânının önünde, kaldırıma oturmuş, çay içip geçmiş günlerden konuşuyorduk. Dükkânın camekânı düğün fotoğrafları, yakışıklı genç erkeklerin portreleri, askerlerin ve kasabanın futbol takımının renkli resimleriyle donatılmıştı. Oturduğum yerden, arada bir camekâna doğru bakıyor, sonra da dönüyor, fotoğraflardaki kişilerin kimler olduğunu merakla arkadaşlarıma soruyordum.

Fotoğrafçı Gıdık İsmet, camekânda sergilenen fotoğraflardaki kişilerin isimlerini merak ettiğimi hissedince, bir ara dükkânına girerek gözden kayboldu. Bir süre sonra elinde büyükçe bir kutuyla döndü. Kutunun içi bir yığın siyah beyaz fotoğraflarla doluydu. Altına bir tabure çekti, yanımıza oturdu. Gıdık İsmet, iki dizini birleştirip üstüne oturttuğu kutudan fotoğrafları tek tek çıkarıyor, tozunu üflüyor, parmağıyla gösterdiği kişileri adlarını da söyleyerek, kaç yaşında olduklarını, fotoğrafın nerede, ne zaman çekildiğini açıklıyor ve sonra da sırayla bize uzatıyordu. Fotoğraflar çok eskiydi; kimisinin rengi uçmuş, kimisi kırılmış, kimisi de bir ucundan yırtıktı.  Elimde tuttuğum eski bir fotoğrafta gözüme ilişti hemen; o idi!

Her hangi bir şeyi ya da kimseyi, aradan yıllar da geçse, bıraktığınız gibi anımsarsınız. Fotoğraf yeni olsaydı, belki de tanıyamayacaktım.

“Ya, bu bizim Dr. Şinasi Moran değil mi, lan?” diye sordum heyecanla.

“Vay be, hâlâ unutmamışsın adamı!”, dedi yanımdakiler.

“Elbette,” dedim. “Almanya’da bir arkadaşımın doktorudur o!”

“Bak hele! Yapma ya!” diye hayret ettiler.

Bir sözcüğün bir kapıyı açtığı ve o kapının da peş peşe başka kapıları açtığı zamanlar vardır.

Almanya’da vatandaşlarım arasında Dr. Şinasi Moran’ı tanıyan birisinin olduğunu anlatmaya başladım.

Dr. Şinasi Moran ile temas halinde olduğumu, onun hâlâ kasabamızın sadık bir vatandaşı olarak kaldığını, burada uzun süredir yaşamamasına rağmen bizi ve kasabamızı asla unutamadığını, her sene bana selam yolladığını, büyük bir gururla anlattım. Hatta bir keresinde de müvekkilim ile bana bir kese kağıdı dolusu leblebi bile gönderdi. Oranın leblebisi meşhurmuş, diye ekledim.

Şaşkın bakışlarla hikayemi dinliyor, sözümü kesmiyorlardı. Ben de hararetle ha bire anlatıyordum. Lafım biter bitmez, başladılar gülüşmeye. Aralarından biri, “Anam anam; delikanlıya bak be!” dedi, “o kadar ekmek yemişsin ama hâlâ büyümemişsin.” dedi ve ekledi, “Sakın ha anan duymasın, dizini döver, yüreğine iner kadının!”

Arkadaşlarımın sözlerinden, gülüşmelerinden bir anlam çıkaramamıştım. Fotoğrafçı Gıdık İsmet, hâlâ elimden bırakmadığım fotoğrafı çekti aldı, parmağını resminin üstüne bastırarak: “Bu adam,” dedi, “canım gardaş, bu Dr. Şinasi öleli çook oldu!” Sonra: “Senin Almanya’daki o arkadaşın var ya, rezil herifin tekiymiş, adam sana yıllarca yalan söylemiş, parmağında oynatmış seni. Doktor Şinasi kasabamızdan hiç ayrılmadı ki, burada yaşadı, burada çalıştı ve burada da öldü. Aha şuraya da gömdük!” dedi, parmağıyla kasabamızın mezarlığını gösterdi. Ağzım açık kaldı.

“Sen insanları yeterince tanımıyorsun daha,” dediler, hep birağızdan. Ve her biri, ayrı ayrı, farklı sözcüklerle, “bu tür gizli, küçük burjuva numaralarını keşfedebilmek için senin, muhtemelen daha çook tekne ekmek yemen lazım” dediler ve bana bir bardak çay daha ısmarladılar.

Onlara veda ederken yol azığı yerine de, bir başka şey verdiler: Köklerimin olduğu yerde, orada kalsaymışım, insanları daha iyi tanıyabilir ve onlardan kesinlikle Almanya’dakinden çok daha fazlasını öğrenebilirmişim!

 

5.

Şimdi sonbahar güneşi altında bir nar gibi parlayan o yaz yanığı değirmi yüzü ve Dr. Şinasi Moran’ın az sonra masamın üzerine koymak üzere cebinde taşıdığı selamı ile karşımda oturuyordu Hubuyar Efendi.

Bir süre ne yapacağımı bilemedim. Olup biteni yüzüne vurmak, Hubuyar Efendiyi mahcup etmek istemiyordum.

Üstelik Hubuyar Efendi’nin kabahati neydi ki, onu bu şekilde davranmaya ben zorlamamış mıydım? Adamcağız kasabamızın doktoru Şinasi Bey’i nereden bilsin? Onun doktoru Şinasi Moran, tesadüfen aynı adı taşıyan bir başkasıydı. Hubuyar Efendi’nin tek kabahati, her lafıma “he he” demesi değil miydi? Sonra; kim istemez gurbet elde eli kalem-dili kelâm bir dostunun, arkadaşının olmasını!

Onu engellemeli, utandırmamalıydım.

Yıllardır onun bana gülümsediği gibi, başımı kaldırdım gözlerinin içine baktım, gülümsedim. Yüzümdeki dostane ifadeden cesaret alarak, “Dr. Şinasi Moran …” der demez, ama gerisini getirmesine, kim bilir kaçıncı kez tekrarlayacağı sözlerinin dudaklarından dökülmesine fırsat vermeden, sözünü kestim: “Evet,” dedim, “duydum, Allah rahmet eylesin, başımız sağ olsun, vefat etmiş.” Hubuyar Efendi’nin lafı ağzında kaldı, neye uğradığını şaşırdı ve ben o anda bir aslanın nasıl evcil bir kediye dönüştüğünü gördüm; sustu, çıtı çıkmadı, yüzüme bakmadı, öylece kaldı. Elinde tuttuğu kağıt parçasını tekrar cebine koydu, sonra ayağa kalktı ve tek kelime etmeden ofisten çıktı gitti.

O günden sonra ondan bir daha haber alamadım. Danışma merkezime gönderdiği insanlar ise uzun yıllar kapımı çalmayı sürdürdüler.

 

paylaşmak için