HALDUN ÇUBUKÇU
halduncubukcu@hotmail.com
Bir zamanların AKP’ye ve dolayısıyla Erdoğan’a karşı mücadelede sadece öne çıkmakla kalmamış, simgeleşmiş de olan TGB’nin eski başkanı, Aydınlık başyazı köşesi yazarı İlker Yücel aslında hak ettiği gibi okunmayan, tartışılmayan, değeri anlaşılmayan tarihsel önemde bir yazı ( Erzurum’un Güzelhisar köyünden demokrasi dersi, 10 Ağustos, 2020) yayımladı.
Yazı başlığından da anlaşılacağı üzere demokrasi dersi içeriyor, ancak asla onunla sınırlamıyor bağlamını ve devlet, demokrasi, özgürlükler ve emeğin değerine ilişkin bütün tarihi süreçlerde yepyeni bir bakış açısı, deyim yerindeyse transandantal bir aydınlanma sunuyor.
Olayın gelişim süreci elbette bir başlangıç içeriyor.
İlker Yücel otobüste giderken kendini tv’lerden izlemiş bir emekçi kardeşimiz yanına oturuyor; emekçi kardeşimizin emekçi olduğunu elinin fotoğrafından anlıyoruz; böylece Marks’tan beri ilk kez bir emekçi eli el olarak ekonomi politik dersi görseli olarak yazıda yer alıyor.
O kadar ki, bundan sonra oluşturulacak bütün tezleri o el görseli belirleyecektir. Dünyayı kuran emekçinin nasırlı elleridir çünkü o. El deyip geçmemek lazım.
Emekçiyle yan yana, koronaya karşı maske nasıl takılır dersini de ihmal etmeyen bir enstantanede, fotoğrafla belgelemekle kalmayan İlker Yücel evet yanındaki emekçinin elini de belgeleyerek “hayır, emekçi kardeşimiz böyle bir laflar etmiş olamaz!” eleştirisinin önüne geçmiş oluyor. Çünkü adam hem emekçi, hem de elleri nasırlı emekçi, inşaat işçisi, dolayısıyla bir emekçinin söyleyeceği o müthiş laflara karşı çıkamayız. Çünkü belgesi var.
Teori de öyle diyordu zaten: Bilinç dışarıdan alınan bir şeydir. Öncü bilinci elleri nasırlı emekçilerden alır.
Elleri nasırlı emekçiler partiye ve onun öncü kadrolarına, liderlerine yani, bilinç getirirler…
Böyleydi… Yoksa… Böyle değil miydi? Tersi miydi ki?
Ama hayat çok değişti. AKP Atatürk rotasına girince, teori de yeşil olmadığı için morardı, hayat yeşildir teori mordur… Böyle bir şeydi. Neyse…
Önemli olan emekçiden alınan, öğrenilen devlet, demokrasi ve diğer şeylere dair derslerdir. Biz asıl onların üzerinde duralım.
Diyalog şöyle gelişiyor:
“Televizyonlarda izledim. Her cümleniz vatan için. Allah razı olsun” dedi.
İsmi Murat Yıldırım.
İstanbul’a inşaatlarda çalışmak için gelmiş.
Köyünü anlatırken gözleri güldü. Çınar altındaki kahvede çay içmiş gibi olduk.
“Hayvanların yok mu?” dedim “Var ama yetmiyor. Çocuğum küçük, para biriktirmem lazım” dedi.
“Toprağın yok mu?”
“Toprak az, kardeş çok. Bu yüzden yıllardır başkaları için bina yaptım. İnşallah köyüme dönüp, kendime çiftlik yapacağım. Toprağa basarak yaşayacağım.”
Evet, şimdi beklenebilir ki, ben bekledim mesela eski alışkanlıklarla işte, İlker Yücel bu bilgilendirmeden sonra politik ekonomi, üretim ilişkileri, üretici güçler üzerine yani Murat kardeşimizin niçin toprağı yok; niçin hayvanları yetersiz, niçin tarımsal üretim yapamaz durumda ve inşaat işçiliği ne demektir, sınıflar sosyolojisinin son derece güzel ve etkili bir özetini yapıp tam da kucağına konmuş sınıf mücadelesi meselelerine ilişkin konuşacak ve anlatacaktır.
Saçmalamamak lazım! Bugün bir “Vatan Savaşı” olduğundan İlker Yücel de bu vatan savaşının öncü kaşiflerinden olduğundan benim gibi eski tip kaba solcu, hatta vatansız solcu, hatta vatan savaşışız solcu muhabbetlerine girip emekçimize, dışardan bilinç götürmeye kalkışmaz. Dışarısı zararlıdır. İç yani yerli ve milli güçlerle birleşmek gerektiği için artık tersine eylemlilik ve tersine bilinç akışı gerçekleştirilmekte olduğundan İlker Yücel bilinç edinmek için o koltuktadır, aktarmak için değil. O “halkın öğretmeni olmadan öğrencisi olun” çağrısının sadık evladıdır. Gerçi bu çağrıdan anlaşılması gereken şeyin halktan ideoloji, bilinç edinin gibi bir şey olmadığı… nı karıştırmayalım. Bir başyazar ve bir de elleri nasırlı emekçi buluştuğunda bize sadece ve sadece derin dersler çıkarmak düşer. Çünkü onlar mutlaka gerçeklerin kalbini yara yara bizim anlamamız gereken dersi ortaya koyacaklardır. Nitekim de “Laf lafı açtı” durumu gelişiyor ve Murat konuya gelmeye, hayata ve teoriye değmeye, dokunmaya başlıyor:
“Bizim köy, komşu köy, Türk-Kürt karışmışız, kan kardeş olmuşuz” diyor.
Bunun üzerine İlker Yücel, Murat kardeşimize müthiş bir dramatik aksiyon içeren soruyu soruyor:
“Kürtlere baskı olduğunu söylüyorlar” dedim.
Murat hayretle bakıyor İlker Yücel’in yüzüne ve soruyor
“Kim söylüyor bunu İlker Bey?”
“Doğu Perinçek”
“Hııı? Buyurrr?”
“Estafurullah. Kürtlere baskı olduğunu, hem de ne biçim baskılar olduğunu 2000’e Doğru’da ve “Bölücülük” suçu sabit görülerek kapatılan, başkanı olduğu Sosyalist Parti zamanında söylemişti. Hem daha neler neler söylemişti… Yalan mı söylemiş?
Murat:
“ Zinhar yalan! Yok öyle bir şey, biz karışmışız, kız alıp vermişiz. Kürtlere baskı maskı yoktur”
Konuşmanın bu kısmını fesat komplosuyla uydurdum. Tabii böyle bir konuşma olmuyor. İlker Yücel bencileyin kötü niyetli değil. O bilinç almak için Murat ile oturuyor Murat’ın kafasını karıştırmak için değil. Dolayısıyla, yüzümü kızartıp İlker Yücel’in tarihsel önemdeki yazısının gerçekliğine, kaldığım yere dönüyorum; İlker Yücel’in sorusuna:
“Kürtlere baskı olduğunu söylüyorlar”
Murat köylü ama saf değil; üstelik emekçi, hem de elleri nasırlı emekçi ve teorisyen. İlker Yücel’in sorusunun mahiyetini şıp diye anlayıveriyor:
Sonra öyle bir açıklama yapıyor ki… An duruyor, zaman duruyor, İlker Yücel duruyor, dünya duruyor, hayat duyduğunu anlamak için duruyor, teori, bilgi , deneyim, diyalektik ve tarihsel materyalizm, tarihsel olmayan materyalizm, her şey duruyor…
“Devlet olmasa özgürlük olur mu? Devletin silahı olmasa terörün silahı olur. Açılım döneminde gördük. Tarlamıza gitme özgürlüğümüz yoktu. Tarlaya gidemezsen nasıl ekeceksin? Ekemezsen karnını nasıl doyuracaksın. Devlet tarlaya gitmemi sağlıyorsa, evladımı koruyorsa, terörü engelliyorsa devlettir. Yoksa ne işe yarar?”
Elleri nasırlı emekçi Murat kardeşimizin ağzından cümleler değil insanlığın bilgi birikimi, devlet teorisi, özgürlük ve zorunluluk ilişkisi, emek seferberliği, üretim devrimi ve Vatan Savaşı kavramları çağıl çağıl dökülüyor… Ama dökülemiyor, çünkü o an bir terimi, bir kavramı, bir sözcüğü bulmak için duraksıyor Murat.
E ama yanındaki kim, İlker Yücel onun duraksadığını görmez mi? Görür görmez anlıyor ve biz de anlayalım diye yazıyor:
“Biraz durdu. Bir kelimeyi hatırlamaya çalıştığını anladım:”
Eh yani, İlker Yücel bu, hiç anlamaz mı? Ama tabii İlker Yücel tevazu gösteriyor, emekçiye büyük saygısı var. Murat kardeşimiz mi buluyor aradığı sözcüğü o mu söylüyor bu önemli değil. Önemli olan aranan kavramın bulunması:
“Otoriter… Otoriter devlet olmazsa yaylalarda hayvanlarımızın bile gezme özgürlüğü olmaz”
Anladınız mı?
Elleri nasırlı emekçi Murat’ın ağzından dökülen bu kavramla insanlık destanı değişiyor.
İnsanlığın, yani emeğin tarihi değişiyor.
O insanlık tarihi, emeğin tarihidir ki bütün üretim süreçleri ve ilişkileri boyunca, artık değer yaratıldığı ve el koyulduğu andan itibaren bütün emekçi sınıfların, kölelerin, köylülerin, serflerin, çobanların, proletaryanın, modern proletaryanın ve aslında bütün halkın talebi olan; “ özgürlük… demokrasi… eşitlik…” vs. yerine ilk kez, tarihte ilk kez nasırlı eller “otorite” talep ediyor.
Otobüs gidiyor bu arada. Bunu da İlker Yücel yazacak değil ya, artık bu kadarını da biz anlamalıyız. Otobüs Vatan Partisi’ni, yol da o tarihsel süreci simgeliyor. Yoksa İlker Yücel herhangi bir elleri nasırlı emekçi ile mesela saray bahçesinde ikram tepsisi sunulurken de karşılaşabilirdi. Biz otobüsün anlam dizgesini çok iyi anlamalıyız. Boşuna otobüste karşılaşılmıyor yani.
İlker Yücel’in Murat kardeşimize emeğin özgürlüğü, devletin sınıfsal niteliği; ailenin devletin, özel mülkiyetin kökenini, devlet ve diktatörlüğü, demokrasiyi, filan açıklamasını bekliyorsanız çok beklersiniz. O bunu bekleyenler gibi vatansız solcu değil. Asla! Olabilemez.
İlker Yücel emekçiden teori öğrenmeye, bilinç mass etmeye huşu içinde devam ediyor ve olayı bir üst boyuta eriştiriyor. N’apıyor biliyor musunuz?
“Sert vurdun” diyor.
Yaaa!
Demesine diyor ama, hem de ne deme, ama öyle bir kuru deme değil bu, derken de gülümsüyor. Anladınız mı şimdi; kulak verin:
“Gülümseyerek. “Sert vurdun” dedim.”
İşte o gülümseme var ya o gülümseme…
O gülümseme ile tarih duruyor, teori duruyor, akıl duruyor, izan duruyor, ortaokul çocuğu düzeyindeki sosyoloji bilgisi duruyor, öylecene İlker Yücel’e baka kalıyorlar…
Fakat Murat durmuyor:
O artık elleri nasırlı emekçinin durdurulamazlığı evresindendir, ters bilincin, feleği şaşmışlığın destanını yazıyor.
“Nasırlı, yaralı ellerini göster”iyor ilkel Yücel’e: ve “Üreticinin eli ağırdır” diyor.
İşte bu söz üzerine de başyazı bitiyor.
Bu tarihsel önemdeki yazı karşısında gözlerimi kapıyorum ve ne anlamalıyım, bütün kısıtlı zekam, algım ve anlağımla kavramaya çalışıyorum:
Ancak şu kadarını anlayabiliyorum:
1. Emekçileri temsilen, nasırlı elli üretici emekçi Murat bir talep sunuyor. Bu emekçilerin talebi oluyor; çünkü emekçilerin talebi olduğu fotoğraflarla kanıtlanmıştır.
2. Emekçilerin talebi şudur: Devlet daha otoriter olmalı. Bir devlet ne kadar otoriterse demokrasi, emekçilerin özgürlüğü de o kadar çok olur.
Hakkatten diyorum yav, hakkatten ben bunu niye düşünemiyorum? Çünkü benim ellerim nasırlı değil ve ben İlker Yücel değilim ki düşünebileyim; peki ama hadi ben düşünemedim siz niçin düşünemiyorsunuz bunu?
Bir devlet ne kadar otoriter olursa o kadar özgürlük, o kadar demokrasi olur.
Üstelik tarih bunun örnekleriyle dolu:
Çarlık otokrasisi ne kadar özgürlüktü bi düşünsenize. Otokrasi bu, boru mu? Otoritenin allahı vardı; çarın kendisi…
Ruslar özgürlükten o kadar memnundular ki ve hatta Rus olmayan milletler, özgürlük memnuniyetlerinden çatlayıp çatlayıp ölüyorlardı.
Çarlık demişken, padişahlığın nesi eksik? Üstelik yerli ve milli. Mesela Abdülhamit-i Sani han hazretleri zamanında… Devletse devlet, otoriteyse otorite… Bütün Osmanlı tebaası, devlet otoriterleştikçe demokrasiden, özgürlükten, mutluluktan kırılıyordu.
Daha da güzel, müthiş örnekleri de var! Niye düşünemedim yahu… Mussolini, Adolf Hitler… Yanlarında çarlık otokrasisi bile “gey hareketi” gibi kalıyor. Otoriter devletin allahı. Alman halkına, Germen halkına sağlanan özgürlüklerin milli sınırlardan taşıp bütün Avrupa’yı, Afrikayı hatta, ve hatta barbar Sovyetleri özgürleştirmesi…
Capon otoriter devletinin Çin’i ve Doğu Asya’yı özgürleştirmesi…
Cenabı Allah ne muradınız varsa versin büyük bilgeliğin nasırlı elli fikir adamı emekçi Murat ve onu insanlığın bilgi birikimine armağan eden İlker Yücel…
Değil mi yani… Bu şaheser bilgilendirmeniz olmasaydı, nasıl unutmuştuk Kenan Evren dönemini, 12 Eylül’deki devletimiz ve cuntamız sayesindeki mutluluğumuzu ve özgürlüğümüzü… Özgürlük dağdan taştan taşıyordu, neye dokunsan özgürlük fışkırıyordu, bunun da devletimizin en otoriter olduğu bir zamanda gerçekleştiğini vatansız solculuk hep görmezden geliyordu, oysa devlet otoriterleştikçe özgürlük o kadar bollaşıyordu ki, taharetimizi bile özgürlükle yapıyorduk.
***
Pek saygıdeğer İlker Yücel… senin bütün insanlığın, ülkenin, emeğin tarihini ve yönelişinin yolunu aydınlatan bu değeri görmezden gelinen tarihsel önemdeki makaleni selamlarken, bir yandan da, ömrümün bu deminde biz ne kadar cahil kalmışız, düşünüp düşünüp kafamı duvarlara vuruyorum…
Bizim zamanımızda bize devlet, demokrasi, özgürlük dersi verecek elleri nasırlı emekçiler, Muratlar yoktu. Türkiye İhtilaci İşçi Köylü Partisi diye bir örgüt vardı onun Savunma’sından öğrenmiştik. Cehalet işte, zamanın elverişsizliği, iptidailiğinde düşünebiliyor musun, Lenin’in, kızılyıldız simgeli Aydınlık yayınlarında çıkan avuç içi kadar broşürü vardı ondan öğrenmeye kalkıyorduk. Sonra Engels, Marks diye “yerli” ve “milli” olmayan vatansız solculardan ha bire saçmalıklar öğrenip durmuşuz meğer… Senin otobüs yolculuğunun bir kesitinde edindiğin bilgi ve irfanın yanında bizimki ne ki?
Mesela, Doğu Perinçek, bize devlet teorisini o anlatırdı; hatta bırak senin “sert vurdun” dediğin devlet teorisini, Hikmet Kıvılcımlı büyüğümüzün tezlerini bile “Burjuva devlet ve ordu teorisinin eleştirisi” diye topa tutmuştu. Sonra da “Toplum ve Devlet” diye o zamanki cahilliğimizden pek nefis bulduğumuz bir eser yayınlamıştı. Kadersizliğe bak, ordan öğrenirdik…
Demişken… Bir de Hasan Yalçın vardı.
Asıl o bize çok fena devlet, özgürlük, demokrasi dersleri verir, yazılar yazardı. O devleti anlatırken, o korkunç aygıta karşı bi gülmemiz tutardı, bi gülmemiz tutardı sorma gitsin.
Yoklukta ondan öğrendik. Murat vardı da biz mi öğrenmedik!
Murat yoktu, Hasan Yalçın vardı, Selim Uslu adıyla devlet konusunda yazardı. Şimdi zatıâlilerinizin emekçi Murat kardeşimizle bizleri nurlandırdığı, muazzam bilgilere gark ettiği konumdan bakıyorum da Hasan Yalçın’a, Perinçek’e ne kadar kızıyorum. Yav bari bilmiyorsunuz bari susun da oturun; ne diye kandırdınız bizi. Kıymetli mi kıymetli, canımızdan aziz, sınıflar ve canlar üstü, varımız yoğumuz, canımız ciğerimiz, kedimiz köpeğimiz, masumuz kuzumuz devletimizle uğraşıyorsunuz… Vay arkadaş.
Üstelik Hasan Yalçın, Selim Uslu namıyla bir de “Devlet ve Ben” diye kitap çıkartmıştı ki kapağına bak, devleti gör. O kadar yani ve aynen öyle.
İçi ayrı bir zulüm, kitabın arka kapağında da neler yazılı neler! Vay başımıza…
“ Devletin gizli dosyalarında Selim’in “Marksist Leninist ve hatta Maoist” olduğu yazılıdır. Selim bu sayede devletin yalnız şeceresini değil, mezar taşını da okumuştur.”
İmza Doğu Perinçek.
Vay kii vayyy.
Devletin mezar taşını okumak…
Devletin mezar taşında ne yazar biliyor musun İlker Yücel… Sen bilmiyorsan elleri nasırlı emekçi kardeşimiz Murat’a sor, belki o biliyordur.
Yaşasaydı, o cümlenin ne anlama geldiğini Doğu Perinçek’e sorardık.