Bir uzun atlama romanında Elazığ Şeker Fabrikası

İlhan Tarus 27 Kasım 1907- 8 Ocak 1967 tarihleri arasında yaşamış, 1928 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, uzun süre hakimlik ve savcılık yapmış; öykü, anı, tiyatro, romanlar yazmış önemli bir yazar ve gazetecidir. Toplumsal gerçekçilik akımına bağlı ve yazdığı kitapları Anadolu’dan, çevresinden edindiği izlenimlere göre yazmıştır. 

Tarus, Kurtuluş Savaşı üçlemesi olan Varolmak, Hükümet Meydanı, Vatan Tutkusu romanlarından sonra Uzun Atlama ile cumhuriyetimizin ekonomik ve toplumsal açılardan yeniden kuruluşunu romanlaştırarak yeni Cumhuriyetin şeker fabrikalarını anlatıyor.

İlhan Tarus, 1957 yılında bir gazetenin iş önerisiyle iki ay boyunca altı bin kilometre gezerek tüm şeker fabrikalarını dolaşır ve ekonomik ve toplumsal dönüşümü görerek-yaşayarak bu tanıklığını anıt yapıt biçimine getirir. 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, şeker fabrikaları ekonomik, teknolojik atılım, üretim niteliği kadar çağdaş bir ulus oluşturmanın da adıdır, adımıdır. Köylere, ovalara sular taşınır, köylülere makinalı, traktörlü tarım öğretilir, iş makineleri verilir. İşçiler sendikalarda örgütlendirilir. Çevrede okullar, hastaneler, tiyatro, sinema salonu olmak üzere toplumsal tesisler açılır, spor kulüpleri kurulur ve yakın çevredeki tüm köy ve kasabaların toplumsal yaşantısı değişir, çağdaşlaşmaya yöneltilir. İşte Uzun Atlama bunu anlatan önemli bir yapıttır. 

İlhan Tarus

Bu yapıtın son sayfalarında son tanıtılan şeker fabrikasının yani 19 Ocak 1955’te, bugün Aşağı İçme’nin Keban Barajı altında kalan arazisinde temeli atılan ve 1 Ekim 1956’da açılan Elazığ Şeker Fabrikasının anlatıldığı bölümü 209-220. sayfaları ilginize sunuyorum: 

“ELAZIĞ

Şeker fabrikaları içinde, en çetin sosyal şartlarla çevrili olanı, biç şüphesiz, Elazığ fabrikasıdır. Şehirden otuz iki kilometre uzakta, iki dağın meydana getirdiği bir boğazın ortasına kurulmuş, yirminci yüzyıl anıtı! Rüzgarların uğrağı, sıcak ve soğuğun aynı şiddetle hüküm sürdüğü, muhitin oldukça geri karakterde tepkilerine maruz, kendi kendini düşünmeye mecbur, bir medeniyet yuvası!

Burada yaşayan ve iş gören 300 kadar insan, yüksek kimya mühendisi İstanbullu hanımdan, süpürge işçisi Çermikli Mehmed’e kadar, bütün hayatı ve zaruri ihtiyaçlarını, otuz iki kilometre uzaktaki Elazığ şehrinden sağlamaya mecburlar… ‘Civar köylerden alınabilecek şeyler yok mu?’ diyeceksiniz. Ne süt ne yağ ne yoğurt alabilirsiniz bu köylerden… Hayvancılığa itibar etmezler.

Doğu bölgesinin en dar ve kapanık yerinden de daha büyük mahrumiyetler içinde bocalaması gereken bu dağ başı sitesinin insan mevcudu, kampanya sırasında 1.000’lere 1.300’lere yükselir. Bunları doyurmak ister. Yatırmak ister, eğlendirmek ister. Orada tutmak lazımdır bu kalabalığı yıldırmamak lazımdır, müesseseye ve içe bağlamak lazımdır.

İşte Elazığ Şeker Fabrikası’nın özelliği!

Bol vasıta olduktan sonra iş kolaylaşır diye bir düşünce gelebilir akla. Benzinin ve yedek parçanın kıt olduğu, ayrıca arabanın sınırlı sayıda olduğu, sonra bunların uzun ve çetin yollarda sık sık bozulup işlemez hale geldiği hesaplanmalı! Acaba burada, işler nasıl yürür? Tekerlek nasıl döner. Ak şeker, nasıl binlerce çuval halinde, memleket içlerine doğru akar?

Bu çetin durumun ancak ileri bir kafa ile idare edilebileceğini tahmin etmek mesele değildir. Büyük şehirlerde, her türlü imkanlar ve vasıtalar ortasında bile böylesine bir kalabalığın üretime koşulması kolay değildir. Üstüne üstlük, kışın kar yollan tıkar… Yazın güneş nefes aldırmaz, işçi bulmak zordur. Koloni çocuklarını okula göndermek gerekir. Doktor, hastane meseleleri ön plandadır. Eğlence, hatla oyalama imkanları çetindir, pahalıdır, üzüntü doğuracak derecede kıttır. 

İşte böyle bir yere İhsan Duman gibi birini müdür yapmak gerekir.

Yine bir şahsı ele almamı ve onun becerileri üstünde durmamı okuyucular hoş görmelidirler. Bence olayı ve eseri yaratan insandır. Meşgul olduğumuz konunun felsefesine girecek olsak, sadece onu meydana getirenlerin karakterleri ve ruh yapıları üzerinde etütlere girişmeyi yeter sayardım. Şeker fabrikası, bir medeniyet belirtisidir. 

Memleketimizin refahı ve halkımızın Batılı insanoğullarına yakışır bir hayat seviyesine yükselmesi için atılmış dev adımını temsil eder. 

Ancak doğal gereksinimlere biraz da gayret ve fedakârlık katarak bu eserleri başarmak mümkündü. Şeker endüstrisinin örgütlenmesinde rolü olan şahsiyetlerin derin ve isabetli görüşü sayesinde işe ve işbaşına öyle adamlar getirilmiştir ki o doğal oluş birdenbire hızlanmış, gaye hızla gerçekleşme yoluna girmiş ve kısa zamanda akla sığmaz sonuçlar alınmıştır. 

Batı’da ve Amerika’da, bugünün şartları içinde, bizimkiler kapasitesinde bir şeker fabrikasının inşası, aynı masraflarla, bizdekinin üç, dört, beş katı zaman istemektedir. Memleketimizin o çevrelerden çok gerilerde kalmış olması gerçekliğini ortadan kaldırmak için, yapıcı kadronun, hemen hemen fevkalâde netliklere sahip yurttaşlardan oluşumu zorunludur. Bu zorunluluğu anlamamış iş şubelerinde, bütün iyi niyetlere rağmen, aynı başarının üretimi, kesin surette imkânsızdır. Biz bu noktadan, şahsiyetler üzerinde bilerek ve isteyerek durmayı ödev sayıyoruz.

Müdür İhsan Duman, öteki fabrika müdürlerinden hiç değilse on yaş ileridir. Eskişehir’de endüstrinin ilk fedai kafilesi Şeker Şirketi’nin emrine alındığı sırada o, şehir lisesinde matematik öğretmeniydi. Şimdi kendi seviyesinde mevkiler işgal eden gençler arasında, sınıfta hocalık ettiği birkaç kişi vardır. İhsan Duman, onlarla aynı kategoriye girmiş, İsviçre’ye gönderilmiş, yüksek elektrik mühendisliği öğrenimi almış, enerjik ve kararlı bir Türk aydınıdır. Diplomayı berkiten ve ona seçkin bir yurttaş payesini veren özellikleri, asıl karakteristiğini oluşturur.

Yukarıda belirtmeye çalıştığım sert çevre ve haşin hayat şartları, onun elinde ve kafasında, inanılmayacak bir yumuşaklığa ulaşmıştır. Elazığ fabrikasında bugün büyük şehirlerdekilerden daha zor şartlar hüküm sürüyorsa bunlar, bildiğimiz sebeplerden doğmamaktadır. Bu zorluklar, tasarruf veya buna benzer bir isabetli amaç altında, bizzat İhsan Duman tarafından sağlanmaktadır.

Bu ibarenin biraz çetrefil mana taşıdığını anlıyorum, izah etmeliyim: 

Elazığ fabrikasında sinema, daimi surette, yeni bir film gösterir. Çocuklar şehre ve Habusu köy okuluna düzenli olarak devam ederler. Lokantada yenilen yemekler, Kayseri veya Turhal’dakilerden daha az nefis değildir. Oysaki ayrı bir sebebin, mahrumiyeti daha da sertleştirmesi mümkündü. Zira Elazığ şehrinde sebze diye bir şey yoktur. Kışın lâhanası, ıspanağı bile dışarıdan gelir. Bütün yaz vagonlar Seyhan dolaylarından Elazığ’a zerzevat taşırlar.

Elazığ fabrikasında hanımlar, sınırlı sayıda araç olmasına rağmen, düzenli olarak şehre erzak seferleri yaparlar. Fabrika kantininde kuş sütü eksiktir. Fiyatlar ucuz, mallar temiz ve tazedir. 

Müdür, o dağ başında, yirminci yüzyıla yakışır bir hayat imkânı ve rejimi kurduktan sonra, hesaplı mahrumiyet rejimleri ve şartları sağlamaya girişmiştir. Meselâ havalar biraz yumuşak gitse, derhal kaloriferleri söndürür. Mart ayının başlarına tesadüf eden ziyaret günlerimde bu düzen uygulanmaktaydı. Bütün misafirperverliğine, centilmen yaratılışına rağmen, şahsiyle ilgili bir konu üzerinde çalışan benim gibi yaşlıca bir yazarı, Erzurum’dakinden beter şartlar içinde yaşattı. Onun kusursuz ve bilinçli aydın niteliği, memleketin kömür ihtiyacı karşısında hareketsiz kalmıyordu.

Lokantada israfa, içki tüketimine katı çizgiler çekmişti. Kırtasiye masrafında bile hesaba dayanan bir usul tutturduğunu söylediler. Şu dikkate değer hâdiseye de şahit oldum ki, hiçbir fabrikada, göze dahi çarpmamıştır sanıyorum:

Her yerde büro memurları, fabrikadaki teknik elemanlara nazaran, bir buçuk saat eksik çalışıyorlardı. Kampanya sırasında veya bilânço devresi gibi sıkışık zamanlarda büro memurları, gündelik mesaiye eklenecek ilk dakikadan itibaren fazla mesai ücreti alıyorlardı. 

Oysaki teknik elemanlar için bu fazla ücret ancak kendi çalışma sürelerinin bitiminden itibaren başlıyordu. Bu fazla ücret ancak kendi çalışma birtakım memur arasında bir çalışma ve ücret adaletsizliği ortaya çıkıyordu. 

İhsan Duman, bunu ortadan kaldırmaya karar verdi ve alışkanlıklara kapılan idarecilerle mücadeleye girişti. Nihayet genel müdürlüğe tezini kabul ettirdi. O günden itibaren fazla mesai karşılığı olan ücret, teknik elemanların normal mesai süresi dolduktan sonra verilecekti. Bu usul, sanırım; bütün fabrikalarda uygulanacaktır. Sosyal adalete ve mantığa uygunluğu da şüpheden uzaktır. İhsan Duman, eskilerin ‘tayini mukteza’ dedikleri huya hakkıyla sahip bir idarecidir. Meseleler üzerinde derhal karar verir ve hemen uygulamaya geçilmesini sağlar.

Bir sabah misafirhanedeki odamda, şafaktan evvel uyanmıştım. Bir süre oyalandım, notlarımı düzenlemekle vakit geçirdim Saat 7’de zile bastım. Garson, iki dakika sonra kapıyı tıkırdattı:

Emriniz efendim,’ dedi.

Biraz erken uyandım. Fabrikaya gitsem acaba kimseyi bulabilir miyim?’

Müdür Bey mutlaka oradadır. Başkalarını bilmem, beyefendi!’ dedi.

Gerçekten saat 7.30 da İhsan Duman masası başına geçmiş, kâğıtlarını karıştırmaya başlamıştı. On dakika sonra işini bitirdi. Fabrika işinde ve dışında her günkü teftişini yapmak üzere ayağa kalktı.

Yan yana yürüyorduk. Güneş, doğu tarafı açık olan boğazdan az evvel fırlamış, gökyüzüne doğru yükseliyordu.

Bilir misin,” dedi, “bütün işleri görmek ve vaktinde bitirmek için Allah’ın yirmi dört saati yetmiyor…

Acayip,’ demişim…

Gerçekten öyle! Şunu otuza, kırka doğru yükseltmenin çaresi elimde olsa, bak o zaman ne manzara alırdı şuraları…’

Tamir edilen yollar, kaldırımlar, fidanlıklar, çiçeklik ler, arka taraftaki şantiye bakiyeleri, karışık malzeme alanları, hurdalıklar, açık havada duran raylar, portreller, keresteler, onu sıkıyordu. Sinirini yenmek için adımlarım sıklaştırıyor, yalnız günün saatlerini değil, insan gücünü de tabiatın dışına doğru arttırmak istiyordu.

Tam ona lâyık ve aynı karakterde olan işletme müdürü Azmi Müezzinoğlu, bir akşam yemekte şu hikâyeyi anlattı:

‘Kütahya fabrikasının montajı sırasında yine beraber çalışıyorduk. Bir gün malzeme trenlerinin biriyle 15 tonluk bir saç bloğu geldi. Bu saç levhaları ayırmak, dağıtmak uzun ve çetin çalışmalara muhtaçtı. En fenası, epeyce de vakit alacaktı. Bizim için mühim olan da asıl buydu. Vincimiz 7 tonluktu. Bütün montörler ve mühendisler, bu vinçle bu bloğun kaldırılmasına imkân olmadığını, bir ağızdan söylediler. İhsan Bey söz dinlemiyordu. Vincin altına girdi, makiniste emir verdi:

‘Çek!’

Havaya kalkan ağır yük, tam onun tepesi üzerindeydi. Kollarından tutup kenara çekmek istediler ama muvaffak olamadılar. O, vince itimat ettiğini anlatmak istiyordu. Gerçekten de arızasız olarak bloğu tahliye ettik.’

İhsan Duman gülüyordu:

‘Bunda ne fevkalâdelik var, Allah’ınızı severseniz! Alman yapısı her vincin, hiç olmazsa takatinin iki misli yük çekmeye muktedir olduğunu biliyordum. Mesele bundan ibaret. Kahramanlık, kabadayılık falan yok bu işin içinde…’

Peki,” dedim, “oradaki mühendisler, hele Alman teknisyenler bunu bilmiyorlar mıydı?

Demek bilmiyorlarmış! Hâlbuki basit bir bilgi!’

Elazığ fabrikasının yapılacağı yere ilk kazığı diken, İhsan Duman’dır. Tarih: 30 Eylül 1955! Fabrikanın son vidasını çakan odur. Tarih: 20 Mart 1956! Bütün montaj 300 gün sürmüştür ki, şeker fabrikalarımız arasında rekor ifade eder.

Fabrikada şimdi iki büyük işe girişilmiştir: Koloninin şehir yönüne rastlayan köşesinde 100 işçi evi yapılacak. Kooperatifin statüsü hazırlanmış ve işçi sigorta kurumunun kredi yardımı, bizzat Çalışma Vekili Mümtaz Tarhan’ın sözüyle temin edilmiştir. Pek yakında inşaata geçiliyor.

Bununla iki gaye sağlanmış oluyor: Fabrika çevresinde, yavaş yavaş, bir gecekondular sitesi oluşmaya başlamıştır. Şehirden, yakın köylerden zengin işyerine doğru kayan yurttaşlar, derme çatma kulübelerin üstlerini bir gece içinde saz ve toprakla örtüp çoluk çocuklarıyla içine giriyorlar. Fabrika, yalnız artığı ve küspesiyle, koca bir köyü beslemeye kâfidir. Küspe, bedava verilir. İşçi yazılmak için yakın çevre, bir avantajdır. Çoluk çocuk, karı kızan, bol kepçe bir bal kovanına yanaşmışlar demektir.

Ama gecekonduların çirkin manzarası, ilerde oluşması pek doğal olan medeni siteyi tehdit etmektedir. Hem bu tehlikeyi önlemek hem de şimdilik yüz, sonra iki yüz, beş yüz işçi evini kurup hazırlamak, kooperatifin gayesi olmuştur.

İkinci mesele, bitişik hatta banliyö trenleri işletmek. Bunun ne derece önemli, hatta hayati bir konu oluşturduğunu belirtmeye gerek yok. Erzurum’da, on beş kilometre uzaktaki şehirden fabrikaya, günlük 20 kuruş civarında bir ücretle taşınan işçiler, fabrikanın hayatiyetinde büyük rol oynuyorlar. İşçinin kesesine, kudretine olduğu kadar, fabrikanın işçi bulmasına ve seçmesine de büyük ölçüde hizmet edebilecek böyle bir konu, maalesef demiryolları idaresince onay görmemiş. Onay almamış davadan vaz mı geçilmiş? Hayır! Tam tersine olarak, iktisadi kuruluşlarımız arasında bir iş birliği manasına da alınabilecek olan dava, daha sıkı takip olunmaya başlanmış.

Demiryolları idaresi şöyle diyor cevap yazısında:

Orada banliyö treni işletmek, idare için büyük zarara neden olacaktır. Erzurum’da gösterdiğimiz alâka ve kolaylık, sırf bir iyi niyet eseriydi.’

İyi niyetin Elazığ fabrikasına da gösterilmesi kadar doğal bir şey olamaz. Benim fikrim de bu. Tahmin edileceği gibi, elinizde tuttuğunuz kitap piyasaya çıkıncaya kadar bu mesele kökünden hallolunur ve işçiler, ucuz parayla fabrikaya gidip gelme imkânına kavuşur. 

Bu mümkün olmazsa, kitabımızı okuyacak olan yarının nesilleri, elbet bu fırsatın ortaya çıktığına ve meselenin de tarihe karıştığına tanık olacaklardır. İktisadi zorunluluklar, her türlü zorunluluğun ve değerlendirmenin üstünde hükmünü icra ederler.

Elazığ Şeker Fabrikası’nın sosyal meselelerimizden en büyük ve tarihi değeri olan bir konu üzerine sergilediği etkiyi, burada kısaca belirtmek lâzım. Memleket gerçekliklerini iyice seçip tanımızı koymadıkça, bu sevgili ve aziz halk kalabalığını rahatlığa, saadete, geçim huzuruna kavuşturamayacağımızı artık biliyoruz. 

Özellikle tarihe mal edilebilecek değer ve önemde olan dertlerimiz öncelikle tanı konacak, sonra tedavisine girişilecektir. Şu veya bu değerlendirmede bu yöntemsel konuda sürüncemelerin ortalığa dökülmesine neden olursak, milli ideolojimiz yaralanır ve sakatlanır. Sürünceme, bütün bir tarih boyunca hükmünü yürütmüş olduğundan, tanıyı koymanın daha fazla gerilere atılması ancak bir suça kaynaklık edebilir.

Elazığ ve dolayları, büyük toprak mülkiyeti rejimine tabidir. Başı belirsiz zamanlara kadar geriletilmesi mümkün olan bu rejim, toprak kanunu ile bir dereceye kadar hafifletilmiş ise de kökünden halledilmiş sayılamaz. Büyük topraklar, sahipleri tarafından yarıcılar eliyle ekilip biçilir. Pancar ekimi, çok doğal olarak, buralarda yem görülen bir ziraat dalıdır. Bir çapa bitkisi olması dolayısıyla, alışkanlıklar ve geleneklere oldukça aykırı bir çalışma tarzına da muhtaçtır. 

Toprak sahipleri, ilk günlerde pancar ekiminin maddeten daha kârlı olduğunu anlamışlarsa da yancılar buna kolay kolay yanaşmamışlardır. Ekip biçmede müşkülât ve bilhassa hububat ekme alışkanlığı, buna sebeptir. Ancak bu eğilimler, sonradan tersine bir görünüme bürünmeye başlamıştır. Öyle ki, yarıcı, pancar gelirinin hububata nazaran çok yüksek olduğunu anlamış ama toprak sahiplerinden bir takımı, türlü etkilenmeler ve düşünceler altında, pancar ekimine karşı gelme yolunu tutmuştur. 

Bu etkilenmeler arasında parti muhalefetlerini, hizipleşmeleri, politika çekişmelerini de saymak mümkündür. Bu esef verici durum, pancar ziraatını esaslı bir şekilde müşkülâta uğratmak şöyle dursun, pek hayırlı ve bereketli bir tasfiye işçiliğine doğru yönelmiştir ki içeriği şöyle özetlenebilir: 

Yarıcı, çıkarını kollayarak pancar ekimi için harekete geçti. Birçokları da toprak sahibine danışmadan tarlalara pancar tohumu serptiler. 

Mal sahiplerinden bir kısmı muhalefete devam etti, bir takımı da tehdide, hatta zora başvurma yoluna saptı. Fabrika ziraat teşkilâtı, köylünün ayağına kadar giderek, pancarın kârını ve verimini fiilen çiftçiye gösteriyor, tohum ve haşarat ilâçlarını veriyor, makine ve diğer avadanlıktan emanet ediyordu. Sistemli bir şekilde devam eden propaganda ve fiili müdahaleler, bölgelerde bire dört pancar mahsulü elde edilmesi sonucunu doğurdu. 

Bu, bir dönümden dört ton pancar üretimi demekti. Dört ton pancar, ortalama olarak 400 lira getiriyordu. Dönüm başına 400 lira, Türkiye ziraat tarihinde görülmemiş bir gelir sayılabilirdi. 

Bir taraftan da talihsizlikler ortaya çıkıverdi. Bazı bölgeler kuraklık gördü, mahsul alamadı, zarar etti. Fabrika ziraat teşkilâtı gayretlerini arttırdı. Bilmeyen, toprak sahibinin mukavemetine yenilen veya elle tutulacak derecede bariz olan kârı anlamamakta ısrar eden küçük toprak sahiplerine, dışarıdan ortaklar buldu. Meselâ Trabzon halkından bir aydın çiftçi geldi. Elazığlı küçük toprak sahibiyle anlaştı pancar ektiler. Büyük kâr sağladılar.

Bugünkü durum budur. Direnme ve dayanma kimi bölgelerde devam etmektedir. Fakat etmenlerden biri ayrı tutulursa, bütün direnişlerin tez elden kırılacağı muhakkaktır. O ayrıcalıklı etmen de şudur:

Alışkanlık!

Buğday ve arpanın kolay ekimine, yüzyılların ötesinden bu yana alışmış olan köylü, pancar çapasının zorluğundan kaçıyor. Sulama zorluğundan kaçıyor.

Er geç bu da yenilecektir. Elazığ Şeker Fabrikası, tam kapasitesiyle, yani yıllık 150 bin dönümün mahsulü üzerinden çalışacaktır.’

Tırnak içindeki söz, fabrika ziraat müdürü İhsan Ekimeri’nindir. İhsan Ekimeri de idealist şekercilerden biridir. Toprak işleme işini, Türkiye ziraat politikasını, kendi görüşüne göre bir sisteme bağlamış ve yürümeye başlamıştır. O politikanın, tam memleket gerçekliklerine uygun bir görüşe dayandığını kimse inkâr edemez.

Elazığ Şeker Fabrikası’ndan ayrılma zamanı geldi, sevgili okuyucular. Bu bahislerde imkân olsa da tanıklıklarımı bütün ayrıntılarıyla anlatsam… 

Bunu çok isterdim. Bu sayede, medeniyete ve (refah devrelerine giriş) tarihimize malzeme olacak bir şeyler verebileceğimi umuyordum. Böylece de ana noktaları belirtmek kısmen mümkün oluyor ama bu yazıların tam bir monografi değeri olmadığı da muhakkak. 

Ben veya başkaları, günümüzün ana meseleleriyle ancak üzerinde yürüdüğümüz zemin, aracılıyla temas edebileceğiz. Yeryüzünde hak ettiğimiz mesut mevkii alabilmek için ancak bu yoldan ilerleyip bu doğrultuda hareket etmemiz gerekir. Tam da bu yüzden, bir böbürlenme gibi sayılmasın ama kabataslak şekilde bir yeniden dünyaya geliş tarihçesi meydana getirdiğime, ben şahsan inanıyorum.

İşte şirin salonlardan ayrılıyoruz. Birer mimari şaheseri olan binalardan, birer süsleme, dekorlama örneği sayılabilecek olan duvarların, tavanların, döşemelerin arasından, kederler içinde sıyrılıyoruz. Bunları meydana getiren yaratıcı Mimar Ecved Özlem’i de son defa olarak, anmak ve selâmlamak fırsatını ele geçiriyoruz.

Uçak meydanına doğru ilerleyen arabamızda, fabrikayı bana tanıtmak hususunda elinden geleni yapmış olan kıymetli idare âmiri Nurettin Çam da var. Müdür anlatıyor:

İşte Habusu köyü… Buralarda oturanlar, bundan üç yıl evvel, Elazığ şehrini bile görmek istemeyen kişilerdi. Bu yollardan binlerce kamyonla yüz binlerce ton makine taşındı. İnşa malzemesi taşındı. Bu çocuklar, hep seyrettiler bu kamyonları… Sonra memurlar, mühendisler, daha sonra hanımları, kızları, gidip geldi. Köy kadınları yollara çıkıp seyrettiler… Sonra delikanlılar kravat takmaya, koyu renk kostüm yaptırmaya başladılar.

Biraz ilerde Alişam köyündeyiz. Araba ağırlaşıyor. Müdür anlatıyor:

Bu köyün kadınları, fabrikamız meydana çıktıktan sonra şehir sinemalarına devama başladılar. Manto giyenler görüldü. Fabrikadaki hanımlarla ahbaplık kuranlar oldu. İnsan yüzüne çıkmayan genç kızlar, fabrikada iş tutup gündelik almaya giriştiler. Çeyizlerini arttırma yolunu tuttular. Çocukların ayağına pabuç geçti. Doktorlar buralarda durakladılar, köy hastalarını muayene âdetini çıkardılar. Biz medeniyet getirdik demiyoruz. Biz kimiz ki? Ama buralarda bir varlık olarak gözüktüğümüzden kimse şüphe edemez. Böylece münevverlik vazifemizi de seve seve başarma yolundayız.

İhsan Duman’ın gözleri dumanlanıyordu galiba ya da bana öyle geldi.”