Bir beceriksizlik hali… Gösterdiği özeni gösterememe

Filozofları meşgul etmiş tartışma başlıklarından biri olan ‘kendine yönelme’ davranışının en önemli iki amacı, ‘kendine özen gösterme’ ve ‘kendini bilme’ şeklinde ifade edilir. Fakat bu konu da üzerinde hemfikir olunmuş bir konu değil. Tarihin derinliklerine uzanan bir tartışma süreci var.

HÜSEYİN A. ŞİMŞEK

‘Özen göstermek’ bir şey, ‘özen gösterdiğini gösterebilmek’ başka bir şey! Bunlar, birbirinin ardışığı olsa da bir davranış tarzının farklı evreleridir. Bana sorarsanız özen gösterdiğini ilgilisine hissettirmek ya da onun açısından bilinir kılmak çok daha zor. El attığım işin, uğraşın elimden geldiği ve gücümün yettiğinde iyi, eksiksiz olması için azami bir çaba gösteririm. Arkadaş, akraba, eş, dost ilişkilerinde de buna dikkat ederim. Ama ben, özen gösterdiğimi gösterme konusunda sorun yaşayanlardanım. Oysa, özen gösterme davranışıyla ilgili uzak tarihlerden beri sürdürülegelen tartışmalara, kişinin kendinden yola çıkması savunusu çok güçlüdür.

Ki özen gösterme, kişinin kendine yönelmesinin başlıca sacayaklarından biridir.

Kişinin kendine yönelmesi…! Bunun üzerinde biraz durmakta fayda var. Kendine yönelmenin zamanı ve anlamı filozofları meşgul etmiş tartışma başlıklarından biri olageldi. Bu ‘kendine yönelme’ davranışının en önemli iki amacı, ‘kendine özen gösterme’ ve ‘kendini bilme’ olarak ifade edilir. Fakat bu konu da üzerinde hemfikir olunmuş bir konu değil. Tarihin derinliklerine kadar uzanan bir tartışma süreci var. Görünen o ki dünyaya gelişini ve dünyadan gidişini sahici kılmak isteyen herkes, kendine yönelmek zorunda.

Kişinin kendisiyle uğraşması

İlgili tartışmaya, Sokrates’ten başlayarak bir göz atalım. Kendine yönelmenin sadece gençlerin ödevi olması gerektiğini savunmuştur Sokrates. Ondan ders alan Platon, kendine yönelmenin gerekliliğini esas olarak ‘kendini bilme’ amacına kilitlemiştir. Kendine özen göstermeyi ise kişinin sağlığını her daim kollaması, kendisinin hekimi olması şeklinde tanımlamıştır.

Bu tartışmanın etkili taraftarları arasında Stoacılar da çıkar karşımıza. Kuruculuğunu Kitionlu Zenon’un yaptığı Stoacılık’ta kendine özen göstermenin üç sacayağı sıralanırdı: İç dökme, karşılaştırma ve ‘ben’i ele verme! İç dökme için önerilen yol, daha çok arkadaşlara olmak üzere, mektup yazmaktı. Karşılaştırma, ne yaptığını, ne yapması gerektiğini sürekli gözden geçirmeyi ve dolayısıyla her adımda kendini sorgulamayı kapsıyordu. Kendini dışındakilere açmak, çoğunlukla gizlenen ‘ben’in beyan edilmesi oluyordu. (Bu, Hırıstiyanlıktaki ‘günah çıkarma’ uygulamasının öncülü sayılır.)

Stoacıların önerdikleri içinde özellikle de ‘ben’i ele verme, öyle çok da kolay ve sıkıntısız bir davranış değil. Her bir insanın kendini açma çabasının hep trajik bir yanı oluyor. Kimi toplum veya topluluklarda bu ‘kendini açma’ girişimi, ‘kendine kıyma’ eylemine dönüştürülebiliyor.

Sokrates’e en önemli itiraz, kişinin kendine yönelmesinin zamanı ya da evresi konusunda olmak üzere Epiküros’tan gelmiştir. “Kişinin kendisiyle uğraşması için hiçbir zaman erken, hiçbir zaman da geç değildir” der. Kendine yönelme eylemi etrafında süren tartışmada, bu eylemin bütün yaşam boyunca sürdürülmesi gerektiği fikrini güçlendirmek istemiştir.

Michel Foucault, 1984’te dünyadan ayrılmazdan kısa bir süre önce yeni bir kitap tasarlamıştı. O kitap, ‘Kendini Bilmek’ adıyla Türkçe olarak da yayımlandı. ‘Kendilik’le ilgili farklı makalelerden oluşan bir kitap. Foucault, ‘kendine yönelme’ kavramının ilk kez Platon tarafından ortaya atıldığını belirtir. ‘Kendilik’in oluşmasında, okuma ve yazmanın rolüne değinir. ‘Kendine özen göster’ ile ‘kendini bil’ karşılaşmasında, ‘kendini bil’in öne geçtiğini, ağır bastığını vurgular.

Kamusal alana vitrinle çıkma dayatması

Özen gösterme konusunda kendimi ölçüp tartmak istediğimde, diyebilirim ki işime, emek verip ortaya çıkardığım ürün ve hizmetlere özen gösteren biriyim. Kendime, ürettiklerimle aynı ölçüde özen gösterdiğimi ise pek söyleyemem. Yaşamak ile yazmak kantarın iki ucu olsun, bende kantarın topuzu her daim yazmaktan yana ağır çeker. Kendimi ‘işkolik’ olarak tanımlamam hiç de abartı sayılmaz.

Dışımdakilere -yani, genelde iletişim halinde olduğum tüm insanlara, özelde bana dosdoğru dost olanlara- gelince, onlara gerekli (yeterli) özeni gösterdiğim kanısındayım. Tabii ki dışımdakilerin, kendilerine gösterdiğim özenin farkında oluş çıtaları bir hayli farklı. Diyebilirim ki önemli sayıdaki muhatabım, kendisine gösterdiğim özenin ayırdında değil. Sırf bu yüzden dost, arkadaş, eş/sevgili kalamadıklarım var.

Özen gösterdiğini gösterememe konusunda sorun yaşamak, kimilerinde bir beceriksizlik halidir. Kimileri ise özen göstermeyi yeterli sayar, görülmesini ilgilisine bırakır. Kendimi, bu ikinci gruptakilerden sayabilirim. Gösterdiğim özenin fark edilmesi için ayrıca bir çaba göstermek istemem. Gerekli gördüğüm şey ‘özen göstermek’tir, ‘özen gösterdiğimi göstermek’ benim işim, görevim olmamalı.

‘Özen gösterdiğimi gösterme’ gayreti, beni ‘vitrin’e mecbur edecektir. Çoğu insan -sözlü, yazılı ya da lisanı hal kanallarından- sürdürülen iletişimin ve karşılıklı sergilenen davranış serilerinin, illaki bir ‘vitrin’i olsun ister. ‘Olan’ ve ‘ortaya çıkarılan’ her ne ise illaki süslenmeli, parlatılmalı, alıcı adaylarının gözüne gözüne sokulmalı; velhasıl ses, hareket, görüntü vb enstrümanlar üzerinden mümkün en büyük yaygara koparılmalı! Hal böyle olunca, ‘vitrin’ denilen şey, kamusal alana sürülen varoluş hali için kilit bir perdeleme rolünde kalır hep.

En önemli iki amacı, ‘kendine özen gösterme’ ve ‘kendini bilme’ olarak ifade edilen kişinin kendine yönelmesinde, paravan işlevler için düzenlenmiş herhangi bir vitrine yer yoktur. Öyleyse, işin yarısı özen göstermekse, öteki yarısı, gösterilen özeni görmektir.