Beyin ishaline yakalananlar

SAMİ GÜNAL

Konu, “yazı sanatı” üzerinedir. Yazı, bir bilinmezdir. İçine girmeden bilemezsin bağrında kaç fikrî açılım olduğunu. Ya da boş! Onu ilk bakışta ele veren başlığı olmalıdır. Şu yukarıdaki gibi muamma olmamalıdır. Bir başına “Beyin Akması” olsaydı bir ihtisas işi yazı olduğu anlaşılacaktı. Ama bir itham ya da hedef içeriyorsa acaba ne ya da kimler?

Bir yazı, yeterliliği olan, düz bir anlatım mıdır ya da girifti karmaşaya çevirmeden düzlüğe çıkan mıdır, ölçü bu olmalıdır. Özellikle köşe yazıları için tanımlamamın ilk sınıfına giren yazıların yeğ olduğunu belirtmeliyim. Diğerleri üzerinde dikkat edilmesi gereken husus: Düşünsel akış bütünlüğü içerisinde açıklanması gerekliliği olan bir yazı mıdır, değil midir? Bir parçası atılsa olur mu?

UZUNLUK-KISALIK MESELESİ

Küfür ve düz mantıkla karşı çıkma yazıları dışında düşünce açıklamaya yönelik yazılar elbette uzun olacaktır. Ha bir başkası da çıksın çarpıcı iki kelimelik bir cümleyle “cumhuriyet bitmiştir” diye kestirip atsın, olsun bitsin. O zaman o bir makale olmaz. O bir başlıktır, o bir öfkedir, o içeriği anlaşılmayan ama konjonktüre denk düştüğü için doğru olan bir özet cümlesi olacaktır.

Karşıt fikirli birisi “Kardeşim, hele bana bir anlat bakalım Cumhuriyet nasıl bitmiş, iftira atma!” derse kavga mı edeceksiniz fikrinizi kabullendirmek için? Yapmanız gereken, fikrinizi sere serpe açımlayarak karşının “Cumhuriyet yaşıyor” yönlü, temeli ortadan kalkmış itirazını elinden almaktır.

Uzun demişken bir soru: Kısalığın ölçüsü ne? Kısalık sevdasına içerikten mi vazgeçilecek? Örneğin dilekçe dediğiniz hele hele mahkeme dilekçeleri çok kısa olmalı değil mi? Size 25-30 sayfalık dilekçeler bulabilirim. Neden acaba? Düşünmeye değmez mi? Yoksa alışkanlık olduğu üzere düz mantıkla “uzun olmuş” deyip kestirip atacak mıyız? Uzunluğun ve kısalığın ölçüsü akışın doğurduğu gereklilikle ölçülmelidir.

BİÇEM

Kabul ederim ki tüm yazılanlar, daha önceden söylenmiştir. Tatlıca deyişle gök kubbe altında söylenmedik bir şey kalmamıştır. Hâl böyle olunca yazı sanatında önemli olan hatta değerli olan, neyin ne kadar söylendiği değil, nasıl söylendiğidir. Yazının kimliği ve kalitesi bu noktada ortaya çıkar. Yazının kalitesini ve kimliğini ortaya çıkartan unsur ise bilgi birikimini anlatıma dökecek sözcük ve kavram zenginliğine dayalı ifade biçemine (üslup) şekil verecek olan yetenektir.

Oldukça fazla yazma biçemleri vardır. Her yazar bu hazır ortam içine düşer. Bu kadar çokluk içinde hazıra konmanın kolaylığıyla taklitçilik yapmaya kalkışanlar yaşayamazlar. Yazarın zaman içinde özgün biçemini var etmesi gerekir. Yoksa gözünü bağlayıp gördüğünü birebir anlatandan farkı olmaz. Fil tarif edenler gibi olur. Ne bileyim yemek yazana da yazar diyorlar işte!

KENDİNİ OKUTAN YAZI

Peki, kendini okutan yazı nedir? Her yazı okunur mu?

Kurgulanma akışı paragraflar arası bağlantısızlık göstermeyerek bir sonrası bir sonrasını merak ettirebiliyorsa yani okuyucuyu paragraftan paragrafa atlama duygusuyla sonuna kadar merak ve ilgi içerisinde vardırabiliyorsa işte o yazı, yazı sanatına uygun yazı demektir. Yazı artık her ne türden olursa; ister edebi, ister fikrî.

Bazı yazılar var ki sadece çok dar özel ilgi alanlarına yönelmiş beyinlerce anlaşılabilirken genele yayılmış topluluklarca anlaşılamayabilir. Okuma tercihi ve anlama kapasitesi, bir toplumdaki zekâ ile birikim “çan eğrisine” paralellik gösterir. Örneğin şimdi hiç sebepsiz, aniden aklıma düşen Filozof Heidegger felsefesini kaç kişi anlar okusa? Onun kendine ait kuramının öncesini, sonrasını bileceksin, üstüne inşa ettiği felsefenin öncüllerini bileceksin vs. E işte felsefeden tümden uzak duranlara ve felsefenin ortadan kalkma riskine karşı imdada edebiyat yetişmiştir. Nedir o? Yazın türleri içinde “Deneme” dediğimiz bir türdür bu.

DENEME

Deneme, felsefe yapma ihtiyacının uzantısı olarak hayatın çeşitli alanlarına dair bilginin ve söylemin popülerleştirilmiş, anlaşılır kılınmış hatta basitleştirilmiş hâlidir. Bu sanat üç beş kelimelik sloganik söz öbekleriyle olmaz. Düşünceyi açımlamak gerekmektedir. Siz Montaigne’e bakmayınız, o tekil bir biçemdir. Çok uzun denemeleri olduğu gibi çok kısaları da var.

Hız tuzağına düşürülmüş toplumun ve de ziyadesiyle hızlandırılmış olmaktan dolayı rayında çıkartılmış olan köhne bir dünyanın bireyleriyiz. Hatta kurşun askerleriyiz. Kendisini hız tuzağından koruyanlardanım. Okuyacağım yazı “kısa-uzun” olacak diye bir hükmüm yoktur. Yazı, yazı gibi olursa en uzununu okumak isterim. Ha, devrim yapacağım, hızlı olmalıyım gibi bir misyonu olanlar varsa derim ki okuma, geç git birader! Naçizane benim gibi hızını yitirmiş köhnemişlere hitaben yazıyorum (!). Kaldı ki her yazarı ve her görülen yazıyı okuma zorunluluğu yoktur.

Yazılarım; 140 karakterlik, neyse ki şimdilerde insafa gelip de 280 karakterlik yapılan, hayatlara sıkıştırılmayı kabul edenlere elbette uzun gelecektir. Gereksiz bir hız çağında yaşatılıyoruz. Yeni ideolojinin adı “hız” oldu. Örneğin sokaklarda yürüdüğümüz yerlerde Amerikan filmlerinden aşırma özentili davranışlar içinde cop gibi bardaklarla kahve içmeye çalışıp poğaça ısırarak koşuşturmak ya da metroya öyle binmek hoşunuza gidiyor mu? Gidiyorsa sorun yok.

N’OLDU?

Eski aheste aheste giden çağlarda cümle âlem filozoflar yetişmedi/yetiştirilemedi de sayısına bereket diyebileceğimiz miktarda bu hız çağında mı yetişiyor/yetiştirilebiliyor? Yeni her zaman yeni-iyi değildir. Eskinin sıcaklığını şimdiki teyzelerinizden bulabiliyor musunuz? Hani teyzeleriniz annenizin yarısıydı? Yarım bıraktırılan teyzeleriniz kendi yavrularına yetmiyor ki size de yetsin! Pek karşı olduğunuz kapitalizmin oyuncağı olmayınız. Kazandırılan “hızla” siz eksilirken çoklanan başka bir şeyin farkında mısınız? O şeyin adı kârdır.

TEŞBİH

Bu hız çağında sözcükler de hadım edildi. Plaza ya da “çetleşme” dili denen garabetleri zihninizde canlandırsanıza! Sözcükler hadımlaştırılırsa beyinler fukaralaşır. Fukaralık hayatı, ister istemez yerine koymayı (ikame) doğurur. İkame, her zaman doğru yapılmayabilir. Etrafta uygun olan bez parçası yoksa kıç tarafından yırtılan beyaz pantolona naçarlıktan kırmızı parçayı papyon misali yamamaya kalkıştığınız gibi sözcük ya da deyimleri de olur olmaz yerlere yapıştırırsınız. Örneğin “Ak akçe kara gün içindir.” atasözü çok yerinde, çok doğrudur. Fakat bunu tutup da “Beyaz beyaz paralar simsiyah günler içindir.” diye kullanırsanız anlamını ve lezzetini yitirir.

Teşbih bir sanattır. Bir sayfayla anlatamayacağınız bir durum karşısında sizi bir cümle dahlinde kurtarır mı kurtarır. Yazı ve fikir insanlarına karşı yapmaya kalkışmak hayli bir birikim ve ona bağlı olarak zekâ kıvraklığı ister. Karikatürle tek karede anlatabilmek gibi bir şeydir. Yani diyeceğim o ki her işi ehli yapmalı. Yoksa ayak başa; baş, başka yere geçer.

LAFORİZMA

Teknolojinin hâkim kıldığı zorunlu hayatlar içerisinde “aşırıya kaçanlar” için kullanılan bir söz öbeği var. Neymiş efendim? Buna “klavye ishali olmuş” gibi pek sükseli olduğu düşünülen çalıntı bir “laforizma” sözü diyelim. Doğru! Sabahtan akşama, akşamdan sabaha hayatın tüm aktif edimlerini bırakıp asosyal şekilde ona buna cevap yetiştirenlere yakıştırılabilecek bir benzetmedir bu.

Elde cop uzunluğundaki karton bardaklarla koşuşturanlar ve Amerikan ağzıyla Türkçe katli yapanlar var ya, ha işte onların absürt hâlleri gibi afili ağız takınıp ukalalık taslayacağım diyen cahilane sınıfından rol almış kimi figüranlar yerli yersiz teşbihler yapmaya kalkışır oldular.

Güzel sanatları, hele hele edebiyatın masum yüzünü böylesine -olur olmaz- kirletmeye kalkıştığının farkına varamayacak kadar birikimsizlikten içeri absürtlükleri diline pelesenk etmişleri “beyin ishali”ne yakalananlar sınıfına koyarlar.