Baudelaire gibi ben de balkon şiiri yazar mıyım bir gün?

Sabah akşam trafiğinin bu sokaklarda da yoğunlaştığını balkondan görüyoruz. Kimi zaman herkesin kahvaltıdan kalkma saatinde çiğbörek satan bir genç hanım geçiyor. Yokluk, işsizlik insanları böylesi çözümlere yöneltiyor. Birkaç kez böreğini aldığımız genç hanım, işsiz kalınca eşiyle böyle bir yol bulduklarını anlatmıştı.

Hidayet KARAKUŞ
karakushdyt@gmail.com

Karşımızdaki apartmanın ender açık balkonlarından biri daha camlandı. O balkondaki beyefendi sabahları erkenden kalkıp kültür fizik yapıyor. Daracık, sanırım eni bir metre var yok bir balkon. Boyu da olsa olsa üç metreyi geçmez. Ayakta birkaç devinimden sonra sigarasını tüttürüyor. O da bir kültür fizik herhalde!

Karşı balkonlarda birkaç aile yemek yiyor yazları, kahvaltı ediyor.

Biz o bakımdan da şanslıyız. Mayıs’ta çıktığımız balkonda güneşin baskın verdiği Eylül’ün ortalarına dek oturuyor; hem kahvaltımızı hem akşam yemeklerimizi orada yiyoruz. Çiçeklerin içinde, kedimizin sandalyelerden birini kaptığı ya da kalkanın yerine hemen oturuverdiği masamızda. Onun, yemeklerin kokusunu almak için pembe burnunu uzattığı masamızda üçüncü bir kişiymişçesine yerini dolduruyor.

Sabah akşam trafiğinin bu sokaklarda da yoğunlaştığını balkondan görüyoruz. Kimi zaman herkesin kahvaltıdan kalkma saatinde çiğbörek satan bir genç hanım geçiyor. Yokluk, işsizlik insanları böylesi çözümlere yöneltiyor. Birkaç kez böreğini aldığımız genç hanım, işsiz kalınca eşiyle böyle bir yol bulduklarını anlatmıştı. İnsan yardım etmek için de olsa almak istiyor ama kimi zaman denk düşmüyor. Genelde erken kalkıp erken kahvaltı yapınca balkondan uzunlu inceli sesini işittiğimizde masayı toplamış oluyoruz. Yine de içimizden saygı duyarak ekmeğini kazanmaya çalışan bu genç hanıma, eşine merhaba diyoruz.

İÇ BURKAN BİR GERÇEKLİĞİN GÜNÜMÜZE UZANAN PARÇASI

Cuma günleri balkonumuzun doğusuna düşen bakkalın köşesine bir yaşlı adam geliyor. Elinde naylon torbasıyla duvarın dibinde dikiliyor. Gelene geçene selam veriyor. Pembe, kırçıl sakallı, seksen yaşlarında bir adam. Masumca gülümsüyor. Gelen geçen de eline üç beş kuruş sıkıştırıyor. Bu yaşta neden bu duruma düştü acaba? Nasıl bir öyküsü var kim bilir? Oğul ocak dağılıp gitmiş olmalı. Çocuklar kendi başlarının derdine düşmüş, babalarını unutmasalar da el uzatamaz olmuşlardır, kim bilir. Aklıma hep Birinci Dünya Savaşı koşullarında şehit yetimi torunuyla kuşunu satmaya gelen ninenin öyküsü geliyor; hani Reşat Nuri’nin Kuş Yemi öyküsü… Şehitlik, yetimlik aylığı çıkmamış, evde de satılacak bir şey kalmamıştır… İç burkan bir gerçekliğin günümüze uzanan bir parçası olabilir mi bu yaşlı?

Kuş Yemi deyince balkonumuza dadanan kumruları anmalıyım. İnsana bu denli yakın, mercimek gözlü, zarif yapılı kuşlar kadar başkasını görmedim. Demirin üzerine koyduğumuz ekmek kırıntılarını tık tık yiyerek gözümüzün içine bakıyorlar. Biz de balkon demirinin üzerine kimi zaman bulgur, kimi zaman ekmek ufağı sıralıyoruz. Paşa’nın kovasından su içiyor hem güvercinler, hem kumrular. Yalnız, özellikle güvercinler cırt cırt pisliyorlar geldikleri yere.  O yüzden ekmeklerini kestik, işten attık zavallıları. Artık gelmiyorlar.

Hoş yine de su içmeye indiklerini Paşa’nın kıvranan kuyruğundan, oynayan kıçından anlıyoruz ama süreklilikleri yok. Belki mevsimin de etkisi. Biz de zaten balkonda değiliz artık.

EMLAKÇI DENİZİ

Bakkalın berisinde, sokağın bize bakan köşesinde bir kahvehane var. Bütün kahvehaneler ‘modern’ olmak derdiyle bir hoş oldular ya; adlarını da değiştirdiler. Üç yüz yıllık kahve oluverdi ‘kafe’. İşte orada apartmanın bahçesine atılmış masalarda oturup çay içenler, çok yürüyüp dinlenenler, bir de sürekli gelip taş oynayanlar var. Hepsi emekli, yaşlarından, giyimlerinden belli. Öğleden sonra başlayan taş oyunu güneş batıncaya değin sürüyor. Sonra ağır adımlarla, gözleri yorgun mu hülyalı mı evlerinin yolunu tutuyor sayın oyuncular. Bazen bir hanım çalıştırıyor orayı, bazen kapanıyor sonra bir gün ‘kafe’si kalmak koşuluyla bir başka adla açılıyor; bir bey geliyor, çay kahve taşımaya başlıyor gelenlere. Bir ölçüde ülkedeki ekonomik bunalımın yarattığı gel gitlerin bir ölçütü de bu ‘kafe’ oluyor.

Güneyde çatıların üzerinden incecik görünen denizi gösterince evi gezerken “Aaa! Deniz de görünüyor” dediğimizde emlakçı kadın şaşırmış; “Aaa! Sahi. Biz buna emlakçı denizi deriz” demiş, kendi göremediğine hayıflanmıştı. İşte balkonumuz sakladığı güzellikleri keşfetmeye hazır göz de bekliyormuş meğer.

Tabii Balçova’nın Narlıdere’nin üst taraflarında Çatalkaya’yı, körfezin girişini kaplayan buharın içerilere doğru yürüdüğünü görüyor, havanın nasıl olacağını o gün için kestirmeye çalışıyoruz.

Balkonumuzdan da salondan da Yenişehir’in, Gültepe’nin, Levent’in üstündeki dağ  dikiliyor karşımıza. Bu dağın adını öğrenmek için atlasa baktım. Bozdağ’ın uzantısı Mahmut Dağı’ymış. Adı nereden geliyor acaba?

APARTMANLARIN ARASINDA DEVEDİŞİ GİBİ KALAN ESKİ EVLER

Sabahları tan atarken kalkmışsak gün doğumunu bu dağın doruğu kızarırken izliyor, kışları da akşamüstü körfezdeki gurubu izleyebildiğimiz için balkonumuzu daha bir seviyoruz.

Şimdi odamdan, küçük balkonun bulunduğu yerden güneşin kızıl bir top gibi körfeze inişini izliyorum. Çatıların üzerinde her şey silindi. Yalnız güneş var orada; yalnız o gerçek şimdi.

Girne Caddesi’ndeki taşıtların gelgitleri, Karşıyaka’ya değin uzanan eski demiryolu, yeni metro çizgisinin uzandığı geniş aralık, ağaçlar, yüksek apartmanların arasında devedişi gibi kalan eski evler… göz eriminde hep.

Balkonumuz bize Yamanlar Dağı’nın yamaçlarını da hemen dibimizdeymişçesine canlı bir resim gibi sunar özellikle akşamüstleri. Güneş batıdan vurunca yumuşak eğimleri, çıplak etekleri, yer yer ağaçlıkları, ömürsüz otlarıyla yükselir kuzeydoğumuzda Yamanlar. Körfeze doğru akan uzantısında Bayraklı’nın tepelerinde yükselen konutlar dikilir karşımızda.

Evimizin konumu peş olunca bu dağı görmek de peş oluyor doğal ki…           

Evimizin ikinci balkonu küçük. Öyle çoğu apartmanda olduğu gibi ardiye yapmadık balkonlarımızı. Hep çıkılıp, soluk alınabilecek yerler olarak düşündük. Bu küçük balkona, çalışma odamızla yatak odamız açılıyor. Denilebilir ki gurup en güzel buradan izlenir. Ancak sanırım günün alışkanlıkları içinde pek de gurup izleyemiyoruz ama en çok ben kullanıyorum burayı; o da yıkamak için. Bazı geceler yıldızlara bakmak, kentin ışıklarını izlemek için çıkıyorum bu küçük balkona. Dinleniyorum. Bilgisayarın başında tutulan ensemi rahatlatmak, yorulan gözlerimi ufka dikerek dinlendirmek için güzel, sevimli bir balkon. İki üçgenin birbirine eklenmesiyle oluşturulmuş az bulunur bir mimari yaratı!

Olsun yine de yıldızlar, Çatalkaya, gurup, incecik deniz görünüyor ya…

Baudelaire gibi ben de balkon şiiri yazar mıyım bir gün?

Neden olmasın? Yalnız benim bu balkonları daha çok yaşamam gerek sanırım!