Babamın gözleri elaydı ben en onu çok sevdim

Teselli midir bilemiyorum, ama her anımsadığımda beni rahatlatan anılar biriktirdim babamla. Çocuklarıyla az konuşan, her konuşması bir ders olan, Nâzım Hikmet’in “topraktan öğrenip kitapsız bilen” öğretmenlerinden biriydi babam.

ALİ EKBER ATAŞ

Ataş ailesinin bugüne yansımasıyım…

Biz; ikisi kız, beşi erkek, yedi kardeşlik bir koca aileyiz. Üç büyük abim İstanbul’da, Kemerburgaz’da Yer Kollektif Şirketi’nin kömür ocağında çalışıyorlardı. İçlerinde evli olan tek Yüksel Abim. İki abim, yengem ve benim bir küçüğüm kız kardeşim İstanbul’dalar.

Annem kanser hastası. Abimler, annemin hastalığı nedeniyle yengemleri Erzincan’a, köye getirdiler. İlk ve son olarak büyük torunu Nihal’i gördü. İmdat’tan da haberliymiş. Nihal’i, kucağına aldığında, torun sahibi olmanın sevinci gözlerinde yaşa dönüşmüştü. Onu koklayışı, ona seslenişi, ona bakarkenki gözlerinden yansıyan ışıklı bakışlarında koca bir köyü dolduran aydınlığını yaşamıştım.

Annem, bütün çocuklarına sevgisini pay ederken, bana şansının en fazlasını bırakmış olmalı. Ataş ailesinin en şanslısı bendim. Herkes bunun farkındaymışçasına, hayallerimi gerçeğe dönüştürmem için el birliği etmişler, benden daha çok uğraşıyorlar. Hep destek oldular. Gençliklerinde yaşayamadıklarını benim yaşamam için var güçleriyle çalışıp durdular. Onlara, istediklerini, umut ettiklerini yaşatabildim mi, bunu ben söyleyemem. Ama en azından onlara, babam başta olmak üzere, hiçbirini hayal kırıklığı yaşatmadığımı biliyorum. Hepsine minnettarım…

mayıs ayının sıcak bir günüydü

Yedi kardeş olarak babamın kişiliğinden farklı yeteneklerini almışız. Bana da, kala kala şairliği kalmış. İyi ki de kalmış. Ancak resim yeteneğimin annemden Muzaffer Abime, ondan bana geçtiğini düşünüyorum. Kışlıklarımız hazırlanırken, kaynatılan hediğin (bulgur yapmak için kaynatılan buğday) cecimlere dökülüp kurtulduğu zamanlarını anımsıyorum. Annemin koca bir dünyayı avuçlayan küçücük elleri o gün bir ressamın fırçasına dönüşmüştü sanki. Kaynatılıp cecimlere boca edilen hediğin parmakları arasından akarak oluşturduğu çizgiler inanılmaz bir görsel şölendi benim için. Ellerinin bir yukarı bir aşağı, bir sağa bir sola hareketiyle oluşturduğu dokuda, yeni sürülerek toprağı alt üst edilmiş tarlanın içinde duyumsuyordum kendimi. Her hareketi, göldeki suyun yüzeyini yalayarak esip geçen rüzgârın etkisine kapılmış, ardışık sırayla birbirini takip eden dalgaları andırıyordu.

Kış için kuru meyve hazırlığı yapılırdı doğduğum köy Keleriç’te. Basmaça en çok sevdiğim kuru meyveydi. Arada bir anımsadıkça, Erzincan’dan istetirim. Bizim bağın üzümleri, golot üzüm ya da parmak üzüm dediğimiz cinstendi. Kocaman, başparmağım büyüklüğünde. Annem, toplanan üzümleri salkımından teker teker koparır, sabırla dilimleyip iki parçaya ayırdığı üzümleri ya cecimin üstüne ya da salkım söğütten örülmüş büyük seleleri ters çevirip üzerinde güneşte kuruturdu. Cevizleri parçalayıp kurutulmuş üzümlerin arasına koyup ipe dizerdi. Annemin bu halleri, doğduğum köyde geçirdiğim ve aklımın kestiği zamanlarımdan, çocukluğumun unutamadığım en güzel anılarıdır.

Sözü, dönüp dolaşıp babama getirmeden önce… Üniversite yıllarımızda evlenen arkadaşımızın evine davetliydik birkaç kişi olarak. Evinde davetli olduğumuz arkadaşımızla bir anımız geldi aklıma. Bu anı, beni çok üzen ve hâlâ bende hayal kırıklığı yaşatan, akıl sır erdirmediğim bir andır. Arkadaşım bir kadın. Tatbiki Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nden sınıf arkadaşım aynı zamanda. Evlenmişti sanırım. Bir grup arkadaşımızla, eskilerin demesiyle “hayırlı olsun”a gittik. Mayıs ayının sıcak bir günüydü. Pür neşe evine vardık. Hoş karşılandık. Güzel yiyecekler eşliğinde çaylarımızı yudumlayıp sohbetler ediyoruz. Konu nerden, nasıl açıldı bilmiyorum, Aleviliğe geldi. Alevi olduğumu söyledim. Arkadaşım “Ali Ekber sana bir sorum olacak” dedi. “Tabii ki” dedim. “Siz Aleviler ‘mum söndü’ yapıyormuşsunuz doğru mu?”

Tatbiki Güzel Sanatlar’dan bir anı.

Yer Acıbadem. İstanbul’un en seçkin semti. Soruyu soran kişi, kadın. İlerde anne olacak. Okuduğu okul, Tatbiki Güzel Sanatlar. Bölümü Resim. Bu şecere, dönem İstanbul’u (1986 ya da 87 olmalı) dikkate alındığında, nüfusunun ortalama 7 milyon olduğunu aklınıza getirin. Bu 7 milyon insan içinde yüzdelik dilime vurduğumuzda, seçkin diyebileceğimiz % 10’luk bir dilime giriyordu arkadaşımın oturduğu semt. Hiç tarzım olmadı, karşımdaki insanı kırarak karşılık vermek. Ama bu arkadaşıma bir ders vermeliydim. Madem Güzel Sanatlar’da okuyor, madem sanatla ve özellikle resimle haşır neşir, sanat yapan, yaratan bir insanın; ırkla, dinle, dille, inançla ve karşısındakini ötekileştirecek kötücül düşüncelerle bir ilişkisi olmamalıydı benim için. Ona şu karşılığı verdim:

Ona “Sizin sünni inancınıza göre de dokuz yaşında bir çocukla altmış yaşında bir adam evlendiriliyormuş. Doğru mu?”

“Olur mu öyle, ne saçmalık. Bu tamamıyla iftira” demez mi?

“Arkadaşım, olamayacağını bilecek kadar aklım var, var olmasına da, buna aklı kesmeyen senin, nasıl oluyor da, Aleviler söz konusu olduğunda annenin söylediklerini olağan buluyorsun? Peki, buna ne diyeceksin?”

Sonrasında, cevabını beklemeyip, çıkıp gittiğimi anımsıyorum…

gelelim Aleviliğime

Benim için Alevilik hep şuydu; öyle oldu, öyle de olacak:

Köylünün, köyümdeki evimin karanlığına çakılan çakmaktaşı.. Kibrit… Bir mum.. Bir kandil.. Gaz lambası ışığı.. Lüks.. Ocakta közlenen ateş.. Sobadan yayılan ısı.. Babamın köyümüze getirttiği içme suyu ve sonsuzca karanlığı aydınlatan elektrik.. Ve annemin bende hep yaşayan, benden sonra çocuklarımda, yeğenlerimde yaşayacak Annemin gülüşü..

Babamın, evimize ekmek pişirmek için yaptığı tandırlığın duvarını sıvarken, elinde çok mahirce kullandığı malayı görünce ona heveslenip, “Baba, bana da ver meleyi (mala), bende meleyecem” (yani ben de mala ile duvarda sıva yapacam demek istiyordum) dediğimde, bana söylediği şu sözdü; “Eşşek oğlu eşek, sen meleyeceğine, oku da adam ol” demesiydi Alevilik.

İmeceydi, paylaşmaktı, komşunun yardımına koşmaktı. Bir bayram sabahına uyandığımda, başucumda bulduğum bayram hediyesi potinlerimdi. Bir gece yarısı kapımızı “küt küt küt” diye vurarak; “İdiris Ağa uyan ben komutan” diyen bir Uzatmalı Başçavuş’un komutasında altı askerle, babama; “Biz çok açız İdiris Ağa. Epeydir yol yürüyoruz ve çok açız” demesi karşısında, annemin evde ne var ne yok, bulup buluşturup, kapı komşudan bir gece yarısı yumurta, kavurma alıp komutanla askerinin karınlarını doyurduktan sonra, onları, dinlenmiş ve tok karınla yola göndermesidir Alevilik.

Annem, babam ve ben.

Babamı, kırmadım, üzmedim hiç. Ve hep, hepimiz için; başta kızları, gelinleri, kız ve erkek torunları, bizlerle ilgili, özellikle bacım Gönül’e söylediği sözler geldi aklıma:

“Kızım, Allah beni size yük etmesin. Siz yıllardır beni incitmeden, darıltmadan yükümü çektiniz. Yatalak da olsam acizlenmeden beni daha iyi yaşatacağınızı da biliyorum. Sizler de, bana yaptığınız evlatlığı evlatlarınızdan görün. Ben sizden razıyım. Sizlerle hep övündüm, gurur duydum…” dermiş… Annem için söylediği şu sözü ise, babasından habersiz üç günlük gece mektebine gidip okuma yazma öğrenen ve yedi çocuğu büyüten köylü bir babanın aşk tarifiydi, bize ders hep. Anneme:

“- Hanım getir bey doğursun. Anneniz hanımdı…”

öğretmen olmuştum nihayet

Babamın, biz çocuklarıyla kurduğu mesafeli ilişkisi, torunlarına gelince cömertçe olurdu. Büyük bir saygınlıkla, yaşım ne olursa olsun, yaşadığı tüm zamanlarında hep saygınlıkla çekindim ondan. Evimize, ailemize geldiği zaman, ayak ayaküstüne attığımı anımsamıyorum. Ne zaman böyle bir harekete yeltensem, kendimi toparladım hep. Kızım küçük, bir iki yaşlarında hep kucağıma gelip otururdu. O oturmaya başladığında, sırtımdan terler boşalırdı, babamın yanında. Ya babam üzülürse diye… Eşime kaş göz edip almasını isterdim kızımı. Bu bir korku muydu? Asla! Babamın kişiliğinin ağırlığı üstümüzde kendini hissettiren bir yaşam biçimiydi. Biz buna hep saygı duyduk ve yaşadığı sürece bu saygınlıkta karşıladık, ona bunu hep hissettirdik…

Böyle bir insanın oğlu olmak, her çocuk için geçerli olan bizim için de geçerliydi, mutluluk, gurur ve onurdu. Babam, çocuklarıyla az konuşan, öz konuşan, her konuşması bir ders olan, kıssadan hisse paylar çıkarmamızı sağlayan, Nâzım Hikmet’in “Topraktan öğrenip kitapsız bilen” öğretmenlerinden biriydi babam.

Öğretmenlik mesleği babam için bir kutsallıktı. Bize hiçbir zaman söylemediği, ama “öğretmen” geçen konuşmalarında hep hissettiğim “şu çocuklarımdan birisinin öğretmen olduğunu görmeden gidersem, gözlerim açık giderim” diye kendine seslediği, aklındaki sözlerini duyar gibiydim.

Öğretmen olmuştum nihayet. Babamın hayallerinden birini gerçekleşmiş olmam, ona bu sevinci yaşatmış olmam, hayatımın en büyük ödülüdür. Bir babanın gözünde ışığa dönüşmekti bu. Babamın aklında dolanıp duran sözlerinin karşılığı bir öğretmen olarak, babamın öğretmen oğluydum artık…

1983 yılında İstanbul’a geldiğimden, 2012 yılının 9 Ağustos’una, yani babamı kaybettiğimiz tarihe kadar geçen zaman diliminde (29 yıl bu) hepi topu babamla yan yana geçirdiğimiz yılların toplamı beş yılı geçmez. Şu anda, bu yazıyı yazmaya başladığım yağmurlu bir İstanbul sabahında, babamsız geçirdiğim yirmi iki yılın hayatımda ne büyük boşluk yarattığını hüzünle anımsadım. Kazanacağım hiçbir başarı, hiçbir ün, babamsız boşluğumdaki yaramı onarmayacak, biliyorum. Ama bana kazandırdıklarıyla avutuyorum kendimi.

Teselli midir bilemiyorum, ama her anımsadığımda beni rahatlatan anılar biriktirdim babamla. Muğla Yatağan’a her gidişimde, zaman zaman onu kahvede dostlarıyla sohbet ederken bulurum. Onlara katılırdım. Beni dostlarına tanıştırırken, “Öğretmen oğlum Alekber (Babam adımı söylerken “i” harfini düşürerek söylerdi). İstanbul’da öğretmenlik yapıyor” dediğinde, onun ela gözlerindeki sevincini; hepimiz, çocukları, torunları, torunlarının çocukları adına duyduğu haklı övüncü, gururu okuyup durdum…

Babamın gözleri elaydı. Ben en çok onu sevdim…

(19 Haziran 2021/Kartal)

PAYLAŞMAK İSTERSENİZ