Aydınlanma’ya karşı Fesli Kadir zihniyetine sarılmak

AHMET OZAN ŞEN

“Tayyip Erdoğan’ların Kemalizm’e Teslimiyeti” argümanından itibaren, 2015’ten beri her gün daha fazla Tayyip Erdoğan ve Cumhur İttifakı’na bağlanan ve ideolojik sözcülüğüne soyunan Vatan Partisi hareketinin, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “…Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır” tweetini de savunması hiç şaşırtıcı olmadı.

Bu gündem maddesiyle ilgilendirilebilecek, Ferhan Bayır imzasıyla çıkan bir yazı dikkate değerdi.[1] Aydınlanma Çağı’nın önde gelen filozoflarından Montesquieu’yü ağır biçimde eleştiren yazı, “Doğu Despotizmi” tezi üzerinden Batıcılık anti-propagandası yapıyor. Batıcılığı gömerken de Osmanlı’yı Kemal Tahir’e taş çıkartacak bir “Kerim Devlet” zihniyetiyle savunuyor. Ancak yazıda çeşitli yanlışlar, çarpıtmalar da mevcut.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, monarşi Fransa’sında olduğu gibi makamlar parayla satılmazdı” diyen Bayır’ın, lise ders kitaplarına bile giren, Osmanlı’nın gerileme sebepleri arasında sayılmış “beşik ulemalığı” veya rüşvet olayları hakkında diyeceği yoktur. Öyle ya, parayla “soyluluk” satın alanların, babadan oğla geçen beşik ulemalarından farklı bir konumda olması mümkün müdür? Dahası, Ortaçağ’da parayla unvan satın alan ‘Cübbe soyluları’nın yanı sıra, savaşlardaki başarılarıyla toprak kazanan ‘Kılıç soyluları’nın da Fransa’da yaygın olduğu, hatta giderek zenginleşen burjuva sınıfının gücü hızla zayıflayan bu kılıç soylularını kollayan yönetime karşı çıktıklarını bilmeden Aydınlanma devri, Fransız Devrimi okunabilir mi? Bayır her ne kadar “19. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı’da, merkeze karşı ayrıcalık iddiasında bulunabilecek, yerelde Batı tipi aristokrasi ortaya çıkmamıştır” dese de, gazetenin asıl başyazarı Doğu Perinçek bu konuda pek de öyle düşünmüyor.

BAYIR’IN TEZLERİNİ PERİNÇEK ÇÜRÜTÜYOR
1971’de yayınlanan bir metni var elimde. Hikmet Kıvılcımlı’nın ATÜT yorumlarına karşı bir eleştiri yazmış. “…Osmanlı devleti, toprak üzerinde özel mülkiyetin gelişmesi, toplumun feodalleşmesi, sınıfların belirginleşmesi ve sınıf çelişmelerinin keskinleşmesi yönündeki bir gelişme üzerine doğmuş, büyümüş ve güçlenmiştir”[2] yorumunu yapan Perinçek, Ferhan Bayır’ın “ancak son 200 yılda merkezi otoriteye karşı çıkan aristokrasi” olarak nitelediği sınıfla “serf” dediği çiftçiler arasındaki çekişmeyi “sınıf savaşı” olarak niteliyor[3]. Tımar sahiplerini “millet fedaisi” olarak niteleyen Kıvılcımlı’nın aksine Perinçek tımar sahiplerini “feodalite” olarak ifade ediyor.
Ayrıca Bayır’ın malikâne sistemi, iltizam ve Ayanlığı göz önüne almadan “aristokrasi yoktur” yorumu tam bir çarpıtma örneği. Evet, tımar, sahiplerinin elinden alınabilirdi; ancak 16. Yüzyılda yayılmaya başlanan iltizam sistemi ve 17. Yüzyıl sonunda uygulanmaya başlanan malikâne sistemiyle mültezimler vergi aldıkları topraklara “kayd-ı hayat” şartıyla bağlandılar ve Ayanlara dönüştüler[4]. Bayır bu gelişmeleri, ayanların doğrudan merkezi hükümete sorun çıkardığı 19. Yüzyıl başlarına (Rusçuk Ayanı’nın İstanbul’u basması, Kabakçı Mustafa’yı ve asileri ortadan kaldırıp 2. Mahmut’u tahta oturtması, ayanlar koalisyonunun Sened-i İttifak’ı imzalatması vs) taşıyor ve birbirine karıştırıyor. Hâlbuki Balkanların fethinde dahi birçok yerli ailenin Pronoia imtiyazlarının tımar olarak devam ettirildiği vakidir, üstelik “Türk-İslam” imparatorluğu bu tımar sahiplerine de hoşgörülü davranmış, din değiştirmelerini emretmemiştir[5]. “Hoşgörü” kısmı bir tarafa, bu sınıf temsilcileri arasında bir değişim olmadığını söyleyebiliriz.

ANADOLU HARABE DEĞİL DE NEYDİ
Yazıda ayrıca, Montesquieu’nün Anadolu’yu harabe olarak göstermesini “liberalizm” vs ile ilişkilendirme tefriti de dikkat çekiyor. İran Mektupları’nın geçtiği 17. Yüzyıl sonu 18. Yüzyılın başında, Hasburg devletiyle süregelen savaşlar (1683-1699) ve merkezi otoriteyi sarsan karışıklıklar (1687’de 4. Mehmet’in tahttan indirilmesi, 1703’te Edirne Vakası vs) devam etmekteydi. Zor bir zaman olmasının yanında, kırsal nüfusun daha da zor geçen dönemlerde bile kent nüfusuna çok baskın olduğunu düşünürsek, Montesquieu’nün pek de çarpıtmadığı anlaşılabilir. Keza şehircilik açısından da bakarsak, birçok şehir beklendiği kadar gösterişli veya bakımlı da değildir, Doğan Kuban da bakımlı ve hareketli sokakların 19. Yüzyılda ortaya çıktığını vurgular. Osmanlı kentinde özen gösterilen yapılar; konutlarla cami ve vakıf eserleridir[6]. “Tokat’tan İzmir’e kadar ismini anmaya değecek tek bir şehir yok” cümlesinden “Asya’da şehir yok” izahını çıkarmak ve liberalizme bağlamak ancak Mustafa Armağan zihniyetiyle mümkün olabilir.


MONTESQUIEU’DEN MACHIAVELLI’YE
“Doğu despotizmine karşı “monarşi”nin övülmesi” iddiasında Bayır haklı. Evet, Montesquieu Türk despotizmine karşı monarşiyi övmüştür, ama 16. Yüzyılda yaşayan ve bir diğer monarşist filozof olan Machiavelli de Osmanlı sistemini ve iskan politikasını beğenmektedir. Feodal toplumlara karşı merkezi otoritenin güçlendirilmesi ve aristokrasiyi dize getirmesi sürecinde mutlak monarşi revaçta olan yönetim şeklidir. Machiavelli de Osmanlı Devleti’nin güçlü merkezi otoritesini mutlak monarşiye örnek gösteriyordu. Ancak 16. Yüzyıl koşullarıyla; Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de başladığı, kentli sınıfın (Burjuvazi) güçlendiği ve Ruhban sınıfıyla soyluların vergi muafiyetlerine karşı çıktığı 18. Yüzyıl bir değildi ki… 18. Yüzyılda, özellikle 14 ve 15. Louis dönemindeki aksaklıklar sebebiyle Fransız mutlak monarşisi sorgulanmaktaydı ama yerine getirilecek sistem yine monarşik sistemler olarak öngörülmüştü. Nitekim Montesquieu da meşruti bir monarşiden yanaydı. Aynı dönemin filozoflarından Diderot ve Voltaire de Prusya Kralı 2. Friedrich (Büyük) misali aydınlanmış despotları örnek gösteriyordu. Monarşinin tamamen ilgası fikri 1789’da başlayan Fransız Devrimi sırasında bile hemen gündeme gelmemiş, 16. Louis Hasburg İmparatorluğu’yla (Kurucu Meclis’in itirazına rağmen) savaşa girince ancak monarşi tamamen lağvedilmişti[7]. Montesquieu’nun Osmanlı’yı eleştirmesi de bu zihniyet değişimiyle açıklanabilir.

Elbette kimse eleştirilemez değil. Montesquieu da, çağdaşlarınca bile Doğu’ya karşı ön yargılı davranmakla eleştirilmiştir[8]. Ancak Montesquieu’yü eleştirirken Osmanlı Devletine Mısıroğlu’vari bir kutsiyet atfetmeye gelince, burada duralım. Bir yanlış düşünceyi eleştirmek, karşısındakine mutlak bir doğru atfetmekle olmaz. Nitekim Ferhan Bayır bu yazıda Montesquieu’yu eleştirirken “kuvvetler ayrılığı” ve “parlamentarizm” gibi artık tartışılması bile gülünç değerleri mahkûm etmekte, hem de Aydınlıkçıların bir zamanlar “unutturulduklarını” iddia ettikleri Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in de “liberal” diye yaftalanan o fikirlerden ilham aldıklarını unutmayı seçerek. Olayın ironik tarafıysa, daha önce ATÜT’e önemli eleştiriler getirerek Osmanlı’yı feodal bir devlet olarak ele almış Doğu Perinçek’in bu konulardaki yeni yaklaşımı. Eh, Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet de tıpkı TİİKP Savunma gibi tozlu raflara atılsa yeridir artık.

[1] Ferhan Bayır, “Montesquieu ile hesaplaşmak”, Aydınlık, 19 Ağustos 2020.

[2] Doğu Perinçek, Osmanlı’dan Bugüne Toplum Ve Devlet, Sivil Toplumculuğun Eleştirisi, Kaynak Yayınları, İstanbul 2009, sf. 57

[3] Perinçek, age, 76

[4] TDV İslam Ansiklopedisi’nde Mehmet Genç’in yazdığı “İltizam” maddesi

[5] TDV İslam Ansiklopedisi’nde Halil İnalcık’ın yazdığı Tımar maddesi, ayrıca Doğan Avcıoğlu da Osmanlı’nın Düzeni çalışmasında bu noktaya değinir.

[6] Doğan Kuban, Türk Ahşap Konut Mimarisi 17-19. Yüzyıllar, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2018, sf. 172-175

[7] Ulrich Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, Literatür Yayınları İstanbul 2004, sf. 160-161, ayrıca Eric Hazan, Fransız Devrim Tarihi, Say Yayınları İstanbul 2016

[8] Taner Timur’un bu konuyu irdeleyen bir yazısı için bkz: https://www.insanokur.org/montesquieu-voltaire-ve-despotik-devlet/