Biz Alevi’yiz

EMİNE SUPÇİN

Çocuksu neşe ile kadınsı işvenin birleştiği dudaklarının doğal gül pembesi bir açılıyor, bir kapanıyor ve mutlulukla anlatıyordu. “Biz Aleviyiz dedim.”

Komşum Gülbahar’dı anlatan. Yıllar evvelinin bir hikayesiydi. Liseyi, kazandığı okul gereği başka bir şehirde okuması gerekmiş. Anne babası okula yakın bir mahallede ev kiralamış ve yanına da aynı kendisi gibi başka bir ilden gelen kızı yerleştirip ayrılmışlar. Hep öyle olur bilirsiniz. Eğer okulun yatılı kısmı yoksa, iyi kötü bir ev bulunur, ki bu “iyi kötü”nün geneli kötüdür, bir iki kapkacak, bir yatak bir divan hatta o divan yatak olabilenden seçilir, derme çatma bir alan yaratılır ve çocuklar bir başlarına kalırlar.

Bizim iki kız okula başlamış. Yeni okul, yeni arkadaşlar derken tanışmalara geçilmiş. Nerede oturuyorsunuz diye sormuşlar. Bizimki çakıldak çuvalı[1], konuşkan. Hemen söylemiş mahallesini. Diğer kızlar sormuşlar. “Alevi misiniz?” Bizimki Alevi kavramını bilmediği ve kendini cahil de göstermemek için, “Evet Aleviyiz,” demiş. “Hımmm,” demiş kızlar. “Zaten o mahalle Alevi mahallesi.”

Derken oturdukları mahallenin sakinleri sırayla bu iki kızı yemeğe çağırmaya başlamışlar. Gittikleri her evin duvarında iki tablo varmış; biri Atatürk’ün diğeri de kim olduğunu bilmediği güzel yüzlü, siyah sakallı bir adamın. Bizimki,  Herhalde Atatürk’ün silah arkadaşı filandır diye geçirirmiş içinden. Ne o sormuş kim olduğunu ne de ev sahipleri sözü ona getirmiş.

Aradan on – on beş gün geçtikten sonra ve anlamını bilmediği bir sözcük olan Aleviliği kanıksamış olan bizim kızın annesi ziyaretine gelmiş. Gelmişken kızlara en az bir hafta yetecek yemek, börek, çörek yapar ya anneler, onun için analı-kızlı pazara çıkmışlar. Pazarcılar meraklıdır. İlk kez gördükleri simaları sorarlar. Tam burada ona bırakayım anlatımı.

“Pazarcının biri nerede oturduğumuzu sordu. Hemen atladım ve mahallemizin adını söyledim. Pazarcı da tıpkı okuldaki kızlar gibi Siz Alevisiniz o zaman dedi. Ben de tüm bilmeden bilmişliğimle,  evet, biz Aleviyiz, dememle birlikte annemin dirseğiyle yandan attığı sumsuğu da yedim. Şaşkınlıkla anneme baktım. “Gızım biz Alevi miyiz,” deyip pazarcıya döndü, “Biz Dereköylü’yüz,” diyerek köyümüzün adını verdi. Hasılı Aleviliği ne annem biliyordu ne de ben. O siyah sakallı, güzel yüzlü adamın da Hazreti Ali olduğunu, Aleviliğin İslam’ın Anadolu yorumu olduğunu çok ama çok sonraları öğrendim.”

Anlattıkça anlatıyor, o günün cahilliğine gülüyor, tekrar başa sarıyor ve o yılların keyfini bir daha, bir daha anlatıyordu.

Lise sona gelindiğinde beraber oturduğu ev arkadaşı bir sebeple evden ayrılmış. Kalmış mı bizim kız bir başına.  Bir yandan üniversiteye hazırlık, bir yandan okula git gel, bir yandan evin işleri vs derken işin içinden nasıl çıkacağını düşündüğü anda komşu Seher teyze elinde bir kap yemek, kolunun altında örgü malzemeleri çıkagelmiş. “Gızım böyün amcan geç gelceemiş, sen yemeni ye, dersin başına geç, ben de şurda örgümü ören,” demiş.

Ertesi gün mahallenin bir başka teyzesi, sonraki gün bir başkası. Durum hep aynı. Elinde bir kap yemek, kolunun altında örgü torbası, amcan geç gelcek. Sen dersine çalış.

Meğer mahalle teyzeleri kendi aralarında bu tek başına yaşayan kızcağıza sahip çıkıp onun üniversiteyi kazanabilmesi için örgütlenmişler. Gözleri doluyor sevimli komşumun. “Ah onların bir araya gelip, beni amaç edinmelerine ölürüm ben.”

Üniversite kazanılmış, okul bitmiş ama onlarla olan ilişkisi hiç bitmemiş.

“Onlara borcumu ödeyemem,” diyor ve ekliyor: “İşte bu yüzden biz aslında Dereköylüyüz ama ben Aleviyim.”


[1] Hasadı yapılan nohutların henüz kabukları içindeyken çuvalda çıkardıkları şıkırtılı sese gönderme yapan deyim.