Anayasal demokraside hukuk, siyaset ve savunma

Çok değil 10-15 yıl önce, günümüz siyasetçilerinin beğenmedikleri mahkeme kararları olur ve siyasetçiler bu hukuk kararlarına hemen bir yafta vurur, kızarlardı. Günümüzde ise, yargının siyasal gücün beğenmeyeceği bir karar verebilmesi ne kadar mümkün olabilir bilemiyorum

CEM BAYINDIR

Gerçekten de bir zamanlar, siyasal güç, yargıdan istediği bir karar çıkınca, “hukuku serbest bırakın, görevini yapsın” derken, beğenmediği bir kararı da hemen “ideolojik” olarak değerlendirmesi “böyle hukuk mu olur? Bu karara saygı duymuyorum” gibi sözleri bize ilk başlarda çifte standart olarak gelirdi. Çünkü öteden beri, bizde özellikle ülkeyi yöneten muhafazakâr siyasetçilerin çoğu, Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının büyük bölümünü işlerine geldiği gibi değerlendirirler. Bu özde, siyasetçinin otoritesini, elinde bulunduğu erki, hukukun işlemesinde de kullanmak istemesinde yatar. Gerekçeleri de dünden bellidir: “Seçimleri kazandık, halk bize oy verdi, kimse halkın önünde duramaz vs..” gibi demokrasilerde rastlanmayan düşünceler….

Bizdeki gibi oy çokluğuna dayalı siyaset, bilim insanı-hukukçunun hukuksal yorumunu pek önemsemez. Buna bir de, her konuda söylenecek söz sahibi olan insanımız da eklenince yürütme erkinin, yargıya karşı savaşı bitecek gibi değildir. Oysa bir devletin hukuk devleti olması için “hukukun üstünlüğü”ne inanmak gerekir, oy çokluğuna değil…

Gerek 1961 Anayasası gerekse yürürlükte olan bugünkü Anayasamızın 6.maddesi “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türk milleti, egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır” demektedir. Dikkat edileceği gibi “Egemenlik” başlığını taşıyan bu madde egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğunu açıklamıştır ve bu egemenliğin anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağını açıkça belirtmiştir.

Bu maddenin son fıkrası ise şöyledir: “Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz
Artık biz demokrasinin en temel değerlerini bile yitirdiğimiz ve halkımızın da demokrasi algısı alt üst edildiği için, sandıktan çıkan oy çoğunluğuyla, “tüm bir milletin temsil edildiği”, buna karşı gelinmesi durumunda da “milli irade”ye (bugün din, iman, ahlak kavramları da katılarak) karşı gelindiğinin ileriye sürülmesi olağanlaşmış bir durumdur.

Ülkemizde son 20 yılda her alandaki çürüme, yıpratılma hukuku da yıpratmış, yargı sınavları eş, dost, akraba, parti üyesi, ilçe başkanı, il başkanı, kadın kolları başkanı olanların rahatlıkla kazandığı bir sınav haline getirilmiş, dağ taş, paralı üniversitelerin hukuk fakülteleriyle doldurulmuş, tüm hukuksal kurumlara, yüksek mahkemelere seçilecek üyeler siyasal gücün belirlemesiyle atanır biçime gelmiştir.

Siyasal güç, yürürlükteki Anayasa, yasaları işine geldiği gibi uygulamakta, en temel insan hakları gittikçe budanmakta, demokrasi, genellik, eşitlik, yetkinlik gibi el üstünde tutulması gereken kavramlar sakınmazcasına çiğnenmekte, yok edilmekte, önemsiz görülmektedir.

1980’lerde, hukuk profesörü Ülkü Azrak “…Öyle görülmektedir ki, Anayasa’yı içine sindiremeyenlerin boy hedefi Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’dir.” gibi önemli ve ciddi bir saptama yapmıştı. Gerçekten de bugün erki elinde bulunduranlar, günümüzde pek memnun oldukları Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın kararlarını bir zamanlar asla hukuksal ölçülerde değerlendirmezlerdi. Günümüzde verilen her kararın hukuksal içeriğiyle değil de “siyasal gücün hoşuna gidip gitmeyeceği yönünde değerlendirilmesi hukukumuzun mevcut konumunu rahatlıkla gösteriyor.

Ancak, biliyoruz ki, yargı kararlarının hukuksal içeriğiyle değil de “ideolojik” tavırlarla değerlendirilmesi uygar bir toplumun işi değildir.

Bir ülkede en önemli iş bağımsız bir hukuk sisteminin sağlanmasıdır. Siyaset asla hukuktan önemli değildir. Hukuksal alanın siyasetin eline teslim edilmesi de halka bırakılması da halkın (milli irade) yüceltilmesi demek değil, halkın hukuk güvencesinin siyasete teslimi demektir.

Anayasal demokrasi, devlet yetkisini kullanan tüm organ, makam ve mercilerin bu yetkilerini ancak anayasal çerçeve içinde kalarak yapabilmeleri demektir. Örneğin, Anayasa Mahkemesi’nin öncelikli görevi, kişi hak ve özgürlüklerini korumaktır. Sonraki görevi, siyasal iktidarın çoğunluğa dayanarak ele geçirdiği güçle anayasanın temellerini değiştirmeyi önlemektir. Daha başka bir görevi ise, anayasadaki güç dengesini korumak ve erkler arasında fren ve denge sistemini sağlamaktır. Peki, bu mahkeme bugün bu görevlerini ne kadar uygulayabiliyor?
Anayasa, demokrasilerde en üstün kuraldır. Demokrasilerde hukukun üstünlüğü, anayasanın üstünlüğü esastır. “Bir demokraside çoğunluk iktidarının baskıcı eylemlerinin denetlenmesi, sınırlanması ve gerektiğinde frenlenmesi demokrasinin gereğidir.” Bunu da Anayasa Mahkemeleri, Danıştay yapabilir. Baroları da bu denetimin içinde saymak gerekiyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarda bin bir güçlükle geliştirdiğimiz laik ve toplumsal hukuk devletinin önce ulusal ekonomisini yok ederek, küresel güçlere bağımlı kılmakla; toplum sistemini de -deyim yerindeyse- kökten bozmakla ve gün geçtikçe siyasal iktidarın sınırlandırılmasını değil, tam tersine bireylere karşı güçlendirilmesini amaçlamakla; ülke kazandığı birçok edinimi yitirmiştir.

Siyaset ve hukukun dili ayrıdır. Hukuk, toplumun genel çıkarları gözetilerek konur. Eğer yasalar, toplum içinde bir kesimi gözetirse, hukuk zümreleştirilmiş olur, bu nedenle itirazlara yol açar. Eğer herhangi bir hukuksal düzenleme, toplumun rızasına uymayan özellikler taşıyorsa, bu da “hukukun siyasallaştırılması” olarak yorumlanmaktadır. Bu türden keyfi, zorlama uygulamalara yasal ve hukuksal bir nitelik olur mu bilemiyorum çünkü devlet kurallarının yıpratılarak gün geçtikçe ortadan kaldırılması, kişiden kişiye değişik uygulanır olması, kurumların bağımsızlıklarının yok edilmesi hukuk değil hukuksuzluk olacaktır. Hukuk sisteminin çökmesi bilinmelidir ki devlet sistemini de çökertecektir.  

Bugün siyasal güç, yönetemez duruma düştükçe, güç yitimine uğradıkça daha da hukuka zarar veriyor, hukuksal kurumları yok etmeye çalışıyor. Barolar da bundan nasibini aldı. Çünkü siyasal güç hiçbir biçimde itiraz edebilecek, bağımsız kalabilecek bir kurum ya da yasal örgütlenme istemiyor. Amaçları, baroları, öteki yargı kurumları gibi bağımsızlıktan uzaklaştırmak, siyasal gücün etkisine sokmak… Önce baroları bölmek, çeşit çeşit küçük barolar ile bu yargı ayağının gücünü, etkisini kırmak, sıradanlaştırmak ve siyasileştirmek… Küçük barocukların hiçbir etkisinin kalmayacağını yandaş hukukçular da iyi bilmeli.

Evet, baroların, avukatların da büyük eksikleri, hataları olmuştur, olacaktır. Ancak avukatlık, Bağkur’lu esnaftan öte kamusal bir alanda, hukukun savunma alanında yer alan çok önemli yasal ve hukuksal nitelikte bir meslektir. Bu yasa, hukukun savunma ayağını, manav, kasap, bakkaldan farksız bir ticari işletmeye dönüştürecektir.

Okul arkadaşım çok değerli hukukçu ve yazar Orhan Gazi Ertekin’in sözleriyle “…çoklu baro uygulaması var olan asgari kurumsallık, hafıza ve geleneğin çöküşü ile sonuçlanacak ve olağanüstü bir serbest avukatlık icrasının da yolunu açacaktır. Bu nedenle sorun sadece baroların, sadece avukatların da değildir. Tüm yurttaşlarındır. Çünkü avukatlığın yapılmadığı, yapılamadığı yerde yurttaşlık ve yurttaş hakkının değeri olduğundan bile daha aşağılara düşecektir…”

Yukarıda adını andığım Orhan Gazi Ertekin ve Ayşe Sarısu gibi vicdanlı ve mesleğine saygılı yargıçlara; yine bir muhalefet partisine hakaret suçundan beraat kararı veren ve kararı onayan meslektaşlarına sudan nedenlerle soruşturma açılması gibi uygulamalar sonrası sıranın barolara gelmesi beklenen bir durumdu. Ben demokratik tepki gösteren, itiraz eden, düşüncelerini açıklayan ve haklı yürüyüşe katılan tüm başkanlarımızı saygıyla selamlıyorum.

Bir sözümüz de hukuksal bir protesto ile yürüme eyleminde kolluk güçlerinin, babaları yaşındaki baro başkanlarına uyguladığı sert müdahalelere. Kolluk güçlerinin bu demokratik ve anayasal bir hak olan yürüyüş eylemine bu biçimde müdahalesi ceza yasamıza göre kesinlikle görev suçudur. Kendilerine hukukun her zaman herkese gerekli olacağını anımsatarak Kemal Burkay’dan bir şiir gönderiyorum:  

“Sen benim elimsin Mehmetçik
Vurma kendi ellerine.
Sen benim gözümsün Mehmetçik
Vurma kendi gözlerine”