Kitap yazma sevdasıyla 60 gün tam anlamıyla kriminal nitelikli insanların ortasında çadır hayatı yaşadım. Bali çekenler, esrar içenler, tacizciler, hırsızlar, söyleyemediği bir faaliyetten 60 ay hapis yattığının övüncüyle yetinmeyip daha daha da yattım diyerek nezdimde itibar ya da dokunulmazlık sağlayacağını düşünen solgun yapılı bir adam
SAMİ GÜNAL
Tarihsiz bir yaşantı olmaz. Bu yazı, bir yazarın kitap yazma serüveninin iki nüshalık vesikasıdır. Yazarı tarafından kutsanan bir yazı statüsündedir. Çok edebi olmasından değildir. Ol sebep, yaşanan tüm kötülüklere karşın kitabın kitap olma hikâyesi oluşturduğundandır.
Türk edebiyatında bildiğim kadarıyla “60 Gün” başlangıcıyla yazılan iki kitap ismi var. Birincisi, magazinel ağırlıklı fırtınalar kopartıp manşetlerden inmemişti. Füsun Erbulak’ın yazdığı bir özel hayat güncesiydi. Konusuna hiç mi hiç değinmek istemem; ortada saygın ama çaresiz bir Altan Erbulak var. İkincisiyse, Kutay Görgülü adlı yazara ait bir polisiye romandır.
Demek ki yazacak olursam “60 Gün”lerin üçüncüsü benim kitabım olacaktır. Tembellik aşılırsa onun da sırası gelir zahar!
Efendim, bendenizin hayatında bir değil, iki tane “60 Günlük Bir Şey” oldu. Birinci 60 günüm, o günleri yaşarken kimselerin bilemediği, hadi diyelim ki sonradan anca birkaç kişinin öğrendiği bambaşka bir beşerî dramdı. Yıllar yılı oldu, şimdi unutuldu bile.
İştahtan kesilip aç susuz takatten düşme pahasına sadece bisküvi yanına katık edilmeye çalışılan muzlu süt eşliğinde nerdeyse günde iki paket sigara tüketmek suretiyle gece gündüz ışık yakmadan perdesi çekili bir karanlık odada yaşadığım serüvendir. Tek tip beslenmenin öldürücülüğünü bildiğimden araya bir şeyleri, istemesem de, zorla katmaya çalıştığımı anımsıyorum. Kendimi Sartre’nin Duvar romanındaki kahramana benzete benzete bekliyordum öylesine.
İkinci “60 Günlük” maceram ise bu yaz tatilinde oldu.
Şu iki 60 gün arasında bir de “çift 60 gün” süren -aslında birinci 60 günlük dramın yansıması olan- 120 günlük bir şehri meçhuldeki yaşam kesitim daha var desem, işi hem gizeme hem nümerolojiye (sayı bilimine) çevirmiş olacağım yahu! Yazı başlığını zenginleştirmiş olmakla yetinip bırakayım.
Didim’de kitap yazma sevdasıyla 60 gün tam anlamıyla kriminal nitelikli insanların ortasında çadır hayatı yaşadım. Bali çekenler, esrar içenler, tacizciler, hırsızlar, söyleyemediği ne tür bir faaliyetten 60 ay hapis yattığının övüncüyle yetinmeyip daha daha da yattım diyerek nezdimde itibar ya da dokunulmazlık sağlayacağını düşünen solgun yapılı bir adam… Boş entel teneke geçinenler… Daha neler, kimler kimlerle bilinmezlikler içerisinde esrar dumanlarının yalaması altında geceler geçirdim. Sonunda değil ki konuşmak, tümüyle göz temasını dahi kestim.
Sözde asri bir yerdeyiz. Yanı başımızda öğretmenevi, ayağımızın altındaysa plaj kategorisinde dünyanın incilerinden birisi olan Altınkum var. O derece asri ve dokunulmaz bir yerdeyiz. İnsan, geceleri yaşadıklarına bakınca bu asrilikler zahiridir, diyor.
Bir gece yarısı silahlar patlıyor! Olası koşuşturmalar içerisinde tepelenebilirim. Ya da taraflar bu çadırda mıdır, şunda mıdır diye ayrımsız saydırabilirler. Panik olmadım değil. Kulağım kirişte! Pardon, çadırımın fermuarında. Kaba erkek, naif kadın bağrışmaları falan derken susuverildi. Sabah ayaklı ajanslardan aldığım bültene göre neyse ki dış sınırımızdaki yıldızlı otelin lobisinde uvertürlerin menajerleri parsa anlaşmazlığından birbirlerine sıkmışlar. Bir de silahlar çatapataymış, dediler. Öyleyse oh, derim.
Diğer bir gece çadırıma doğru bir el feneri yaklaşıyor. Yahu, hırsız olsa el feneriyle mi gelir, diyorum. Gelirmiş vallahi! Çadırımın kapısına sadece ayaklarını görebildiğim bir adam dikiliyor. Aa ahh pişmanım ki ne yapacağını görmeme fırsat vermeden erkence “hayrola?” nidasını yükseltmem hata oldu. Tabii ki ay, yanlış çadıra gelmişim, deyip uzaklaştı.
Sabah kalktığımda yan aileden bambaşka bir hikâye dinledim. Gece hem ilerideki kızlarının hem kendilerinin çadırına girmiş benim fenerli ziyaretçim. Efendim, kızın elinde birlikte uyuduğu cep telefonunu, kendilerinin de parasını almış mış. Derken üç gece üs tüste çadırlarına dadanıldığını iddia ettiler. İnanmasam da inandım!
Sanat adamı olan sayın ben, sabahları kalktığımda gözleri uykusuzluktan kan çanağı olmuş komşu elindeki bıçak ya da sopayla günaydınlaşıyordum. Hayırdır, dediğimde hangi hafiyelik doktrinine dayanıyorsa hırsızı bu yöntemle yakalayacağını söyleyen bir garip adamla komşuluk yapıyordum.
Doğa içerisinde tatil keyfi yaşayacakken bu kadar dehşetengiz yaşantılara gark olunan aile nasıl olduysa birden bire ortadan kayboldular. İyi de, iki genç kızı bırakarak kayboldular. Kızlara sorduğumda annemler Fethiye’ye tatile gittiler bizse Didim’de kalmayı tercih ettik, derler. Zenginliğe dayalı keyif tercihlerinden bana ne de fakat şunu merak ederim. Anne okul memuruyum, der. Anlarım ben ki vücut dili asla okula ait değilim, diyor.
E sabahlara kadar uyumadan elde kasaturayla sapık hırsız beklersin amma o derece tehlikenin içinde iki kızını bırakıp başka mekâna tatile gidersin. Bir türlü çözemedim bu babalık serinliğini mi desem, vicdanını mı desem… Nitekim kızlar zırtpırt polis çağır oldular. Nedir, dediğimde demesinler mi ki yine çadırımıza gelip bıçak dayayarak telefonumuzu bir daha aldılar. Üçüncü gelişlerindeyse… diye serüvenlerini sürdürünce e bizlere bağırsaydınız ya, dediğimde silah çekti nasıl bağıracaktım ki demesin mi?
Anne-baba vicdanına ne diyeceğimi bilemesem de yazı dışında dost meclislerinde anlatacağım gözlemlerim birikmiştir bittabi.
Devamı gelecek yazıda
paylaşmanız için