Yürüyüş Eşlikçisi

Ta otuz bin yıl öncesinden mağara duvarlarına “an”ları nakşetmiyor muyduk? Geleceğe belgeler bırakıyorduk. İşte o ustalar otuz bin yıldır yaşıyorlardı. Canım, makina icat edilmediyse de edilmedi, kolayı vardı. Kızın resmi profesyonelce çizdirilerek müstakbel damada gönderilecektir

SAMİ GÜNAL

Asla unutamayacağım her karesi şiirsel tatta olan bir film bu: “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi”

Hayatın tüm şeklini şemailini değiştiren koronalı günlerden önceki yaşantılarımızı nostalji rafına kaldırmaya ramak kaldı. Şimdilik dönebildiğimiz sınırlı eski yaşantılarımız olduğu gibi hiç dönemediklerimiz de oldu. Örneğin restoranlarda hizmet satın almayı saymazsak -ki ben gitmem- tiyatro, sinema gibi seyirlik keyifler yaşayan insanların boyunları yine bilinmez günlere kadar bükük kalacak. Ne koronaymış! Dert üstüne dert gelen insanlara talihsiz denilirken şimdi tüm insanlar talihsizlikte eşitlendi.

Peki n’apalım? Oturup senaryo yazacak hâlimiz olmadığına göre diyorum ki geçmişten kalan oyunlara, filmlere mi dalsak? Sarıyer Belediyesinin geleneksel olarak düzenlediği tiyatro festivalinde neredeyse yıllık seyir ihtiyacımız oranında oyunlar izlerdik. Son beş oyun içine girmiştik ki koronalı günler geldi. Usta oyuncu Füsun Demirel’in “Şişman Güzeldir” oyununun güzelliği içerisinde festivale veda ettik.

Ucundan kıyısından sinema yazılarına bulaşmışlığımız olduğuna göre bari son izlediğimiz filmi yazalım. En son 8 Mart günü polis ablukasındaki Taksim’i aşarak Levent’teki AVM sinemasına sığınmıştık. Bir film izledik ki ne “polis farkındaydı” ne de koronalı günler daha gelmeden kalkıp bir koşu şu filmi izlemeliyim, “demeyenler” farkındaydı. Sonrasında 15 Mart günü itibarıyla karantina altına girdik.

FİLM ÖNCESİ TARİHSEL BİR YOLCULUK

Filme girmeden önce filmin konusunun alt yapısını hazırlayacak kısa bir tarihsel yolculuğa girip çıkalım.

Şimdi desem ki fotoğraf makinasının kökeni ta 2300 küsur yıl öncesinden Aristoteles’in bir “problem” çözümüne dayanır. Konuya yabancı olanlar, teknolojinin daha o tarihlerde “icat” tanımlaması içerisinde bile bulunmamasını göz önünde bulundurarak hadi canım sen de, diyeceklerdir. İcadın kökenine subliminal bir selam çakmakla yetinip Aristo’yu şimdilik bir kenara bırakalım.

1830’lu yılların sonunda zihinleri sarsacak şu devrim sözü duyulacaktı. Bu, bir icadı muştulayan müthiş bir sözdü:

“Sayın Baylar, doğa, ışık aracılığıyla bir yüzeyin üzerine geçirildi.”

Muştulanan şey, bildiğimiz fotoğraf makinasıydı.

Tarih yolculuğundaki biletimizin süresi doldu. Şimdi sinema salonlarının önündeki tuvalet kabinine benzeyen gişelerden aldığımız biletle filmimizin içine girebiliriz.

Hayır! Daha vakit var. Salona girmeden önce fuayedeki güzel kadınlar arasında “görücülük” edasıyla dolaşmak istiyorum. Çünkü filme gelmeden önce bize benzer bir âdet konusunun işlenildiği duyumunu almıştım.

GÖREYİM SENİ, GÖR BENİ

Avrupa tarihinde, evlilikte “görücülük” usulü var mıydı, bilemiyorum. Filimde bir anlamda görücülük var ama başka bir boyutta var. Kızın talibine resmini göndermek gibi. İlginç! Peki, nasıl olacak bu resim gönderme işi? Daha 1839’a gelmedik ki! İcat yok. Yıl, tahminen 1750 civarları. Fransız İhtilali öncesinden bir zaman dilimi.

Fotoğrafa kendimce bir tanım getireyim. “An’ın dondurulması” dersek olur mu? Neden olmasın? Ama neyle nasıl donduracağız?

Ta otuz bin yıl öncesinden mağara duvarlarına “an”ları nakşetmiyor muyduk? Geleceğe belgeler bırakıyorduk. İşte o ustalar otuz bin yıldır yaşıyorlardı. Canım, makina icat edilmediyse de edilmedi, kolayı vardı. Kızın resmi profesyonelce çizdirilerek müstakbel damada gönderilecektir.

Birazdan değineceğimiz filmde evlendirilecek kızın kendisini çizmeye gelen bir erkek ressamı harcadığını göreceğiz. Kadın ressamların çizimlerine imzalarını atamayıp bir yakınının, diyelim ki babalarının imzalarını atarak sanat alanlarına çıktıkları yıllar. Resim sanatı üzerinde hâlihazırda erkek tahakkümünün hüküm sürdüğü zamanlardır.

SAYFA BOŞLUĞUNA ÇİZİLEN SEVGİLİ

Konusu öyle çok bilinmedik ilginç bir öykü değil. Sanatta işlenen yasak aşk konusu, ilk değil ki bizi şaşırtsın. Kimi insanlar taşıdıkları meşrebe göre konuyu tek ayağa, örneğin lezbiyenliğe bağlayabilir. Salt o değil işte! Yine geliyoruz neyin söylendiğine değil, neyin nasıl söylendiğine. Zira gök kubbe altında söylenmedik hiçbir şey kalmamıştır. Neredeyse sanatın tüm dallarını akışına yedirmiş bir film bu. Ayrılık hatırası olarak kitabın 28. sayfa boşluğuna çizilen sevgili resminin uyandırdığı hüzün eşliğindeki estetiği dilerim ki başka bir filmde bir daha bulabiliriz. Acıklı Yeşilçam filmleri gibi geçmiş travmalarınızı hareket geçirip sizi içine çeken bir havası var. Hangi meşrepte olursanız olun esirsiniz.

Sadece sıfatları birer kez anılan ama varlıkları olmayan erkeksiz bir film bu. Filmde 4 kadın karakter olmakla birlikte filmin asıl odağında 2 kadın var. Bir cephede şatonun sahibesi ve kızı Héloise ile birlikte yaşayan hizmetçileri Sophie; diğer yandan ise pek yakında evlenmesi beklenen Héloise’nin resmini çizmek üzere ıssız adadaki şatoya geçici olarak gelen ressam Marianne var.

MANASTIRLI HÉLOİSE İLE RESSAM MARİANNE

Héloise, manastır hayatını terk etmiş olağanüstü güzellikte genç bir kızdır. İtalya’nın Milano şehrinde kendisiyle evlenmeyi bekleyen zengin bir damat adayı vardır. Vardır ama birbirlerini görmüşlükleri yoktur. Elçiler aracılığıyla baş göz edileceklerdir. Evlendirilmeleri, kızın resminin damadın eline geçmesine kalmıştır. Beğenecek mi, beğenmeyecek mi? Sistem tek taraflı. Kadının seçme ve söz hakkı henüz yoktur.

Héloise’nin resmini çizmek için anlaşma yapılan erkek ressam maalesef başarısız kalır. Çünkü kız poz vermeyi reddetmektedir. Zira onun bir travması vardır. Héloise’nin yine kendisi gibi, hiç görmediği bir erkekle evlendirilmeye kalkışılan kız kardeşi intihar etmiştir. O günden sonra kardeşinin yasından çıkamayıp içe kapanmıştır. Dışarı dahi çıkmaz. O kadar ki özgürlüklerinin daraldığını düşünmekte olup manastır hayatının daha özgür olduğunu düşünmeye başlamıştır.

Çözüm olarak açık kimliği gizlenmiş, kendisine “yürüyüş eşlikçisi” diye takdim edilen kadın ressam Marianne getirtilecektir şatoya. Marianne’nin görevi,  Héloise’yle deniz kenarında beraber yürürken gizliden gizliye onun yüz hatlarını zihnine kaydetmek ve dinlenme saatlerinde gizlice tuvale aktarmaktır. (Yazarın notu: Her annenin, kızlarını kendi istediğiyle evlenmesi gibi açık-gizli bir planı vardır.)

SINIFSIZ TOPLUM

Annenin seyahate çıkmasıyla şatoda baş başa kalan -sınıfsal karakterleri birbirlerinden farklı- erkeksiz üç kadın arasındaki gündelik yaşam içerisinde sınıf ayrımı sıfırlanmış durumdadır. İzleyiciye yönelik hiçbir ideolojik mesaj kaygısı gütmeksizin sırf erkek hegemonyasından ari dayanışmacı bir komin hayatı sürdürülmektedir. Acaba sınıfsal çatışmalar hep erkeklerin başının altından mı çıkıyor? Tarihsel süreç içerisinde artı değeri yaratanlar erkek sınıfı olduğuna göre sorunun cevabı galiba evet, oluyor.

Zaman içerisinde Héloise ile Marianne arasında gelişecek olan tutku fırtınası filmin odağı olacaktır. Héloise’nin portresini resmetmeye çalışırken Marianne’yle Héloise arasında estetik vurgular eşliğinde birbirlerini çözümleme süreci başlayacaktır. Tutku daha da artacaktır. Marianne tutulduğu aşkı kendi eliyle ihraç edeceğini düşünerek son kertede bitirdiği resmi travmatik duygular altında bozar. Bu hırçınlık karşısında anne tarafında kovulan ressam Marianne’ye, Héloise “dur gitme” komutuyla gönüllü poz vereceğini taahhüt eder. Şaşılacak bir gelişme. Annenin istediği de bu değil miydi?

ROMANTİZMİN A SINIF YAPIMI

Film boyunca ağır aksak durgunca giden diyalog akışının sıkıcılığını dahi görmezden geliyorsunuz ikinci yarıdaki her bir karesi içerisinde sizi saran romantizmden kaynaklanan tutkunun tılsımıyla. Derin duygular içerisinde romantizmi harmanlayıp erotizmi akıllıca kışkırtan sahnelemeler var. Hafızalarda çıkmayacak görsellikler eşliğinde duygusal iz düşümler nakşediliyor ilmek ilmek.

Film, bir Fransız yapımıdır. “A sınıfı bir başyapıt; bu yıl prömiyerini yapan en kusursuz yapıt.” sözleriyle övülen bir film olmuştur. Yönetmen, Céline Sciamma’dır. 72. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Senaryo” ve “Queer Palm” (LGBT) ödüllerini almıştır. Asıl eksik kalan “En İyi Film” ödülünün neden verilmemiş olduğudur.

Sanat ve görsel yönetim alanlarındaki ödüllerini de ben veriyorum gönülden. Çekimlerde dar mekân kullanımı söz konusu olmasına karşın unutulmaz tutkulu anların kameraya alındığı natürel çerçeveler asılı kalıyor zihinlerde. Olayı unutsanız bile estetik duygularınızı yekindiren çerçeve dediğimiz o tek karenin içerisinde yaşıyorsunuz.

Marianne ve Héloise’yi oynayan Noemie Merlant ile Adele Haenel kitap gibi başrol döktürmüşler. Kısa sözler güçlü olmasına güçlüdür de karakterlerin yansıttığı duygulara, bakışlar ve jestler eşliğinde mimiklerle vücut buldurulması ayrı bir tat içerisinde sahicilik ve hayranlık uyandırmaktadır. Tabii ki evin hizmetçisi Sophie’yi de aynı kategoride değerlendiriyoruz.

Dönemin ruhunu yansıtan kostüm tasarımları başlı başına estetik bir şölen.

ÇİFTE FİNAL

Final! Filmin yönetmen ve senaristi Céline Sciamma, aslında bütün filmi final sahnesi için yazıp çektiğini, söylüyor. Ne ilginç bir yolculuk bu?

Filmde çift final var. Alışkanlık olduğu üzere film bitti diye rol akışına selam durmadan giden izleyiciler salondan hızla ayrılmaya yeltenirken darbe darbe üzerine olur gibi bir final gösterisi daha geliyor. Benim de çok sevdiğim Vivaldi’nin mevsimleri anlattığı “Dört Mevsim” konçertosu eşliğinde kulaklar için hoş ama yürekler için hüzne boğulmuş ilginç bir “ayrılık” finaliyle ayrılıyoruz filmde.