Yaşar KARA yazdı… Damarlara zerk edilmiş yüksek dozda bir morfin gibi

Dün gibi hatırlıyorum. Dünyamıza sevinç, neşe getirmişti. Daha gelir gelmez, hayatımızı kolaylaştırmıştı. İşlerimiz çabucak halloluyordu, hem de hiç yorulmadan. Çoğu işimizi sadece bir dokunuşla hallediyorduk. E, işlerimiz böyle kolayca hallolunca, bir de baktık ki gün aslında o kadar da kısa değilmiş. Ne yapmalı, ne etmeli diye düşünmeye fırsat bile bulamadık. Sağ olsun, onu da düşünmüştü. Küçücük bir kutunun içine dünyayı sığdırmıştı.

Yaşar KARA
karayasar71@gmail.com

Heidegger, ‘teknolojinin özünde bir tehlikenin bulunduğunu’ söyleyerek uyarır, uyandırmaya çalışır biz insanoğlunu bu dünyanın derin uykusundan. Aynı zamanda ‘bizi bu tehlikeden kurtaracak olan bir gücün de tehlikeyle birlikte büyümekte olduğunu’ ekleyerek içimize su serper.

Modern teknoloji bize, bir taraftan serüven, güç, coşku, gelişme, kendini ve dünyayı dönüştürme olanaklarını açarken diğer taraftan da öncelikle kendimizi ve bize ait olan her şeyi yok etmekle tehdit eden bir şey olarak açar. Yani teknoloji, bize, “ben, geleceğim” ancak iyilik de kötülük de benden gelecek; tehlike de benim, cankurtaran da ben der gibidir.

İNSANIN EFENDİSİ

Teknolojinin doğuşunu daha dün gibi hatırlıyorum. Dünyamıza sevinç, neşe getirmişti. Daha gelir gelmez, hayatımızı kolaylaştırmıştı. İşlerimiz çabucak halloluyordu, hem de hiç yorulmadan. Çoğu işimizi sadece bir dokunuşla hallediyorduk. E, işlerimiz böyle kolayca hallolunca, bir de baktık ki gün aslında o kadar da kısa değilmiş. Ne yapmalı, ne etmeli diye düşünmeye fırsat bile bulamadık. Teknoloji sağ olsun, onu da düşünmüştü. Küçücük bir kutunun içine dünyayı sığdırmıştı. İlk zamanlar yerimizden kalkmak zorunda kalıyorduk, hiç durur mu ? Teknoloji ona da bir çare bulmuştu. Ona çare, buna çare derken, ‘dağ fare doğurdu’ ve birden ne olduysa oldu çare, çaresizliği doğurdu. Bizim nur topu gibi çaresizliğimiz oldu. Yani anlayacağınız büyü birden bozuldu.

İnsan kendi eliyle yarattığı teknolojinin esiri oldu. Başlangıçta insan, teknolojiyi makinelerle ortaklaşa yaptığı bilimsel çalışmalar sonucunda ortaya çıkarmıştı, teknoloji kendisinin ortaya çıkardığı insanları, insanla ortaklaşa çalışarak ortaya çıkarmıştır. Ve aynı teknoloji, başlangıçta insanlığa hizmet için tasarlanmışken, zaman içerisinde o kadar hızlı ilerleyerek değişime uğramıştır ki, artık günümüzde, insanlığın hizmetinde değil, insanın efendisi olmuştur.

DÜŞÜNCE HIZI SEVMEZ.

Oysa, dönüş; var olanın varlığına gitmek değil, var olanın varlığında dile gelmek olmalıydı. Çünkü dil düşünür; şiire dönüşür. Şiire dönüşen her şey teknolojinin karşısında durur. Çünkü dil bu düşünce yolunda ağır ağır ilerlerken, teknoloji en son hızı dener. Düşünce hızı sevmez. Düşünme, yolun tadını çıkararak ilerlemeyi sever. Etrafını seyreder, görmediğim bir şey kaldı mı acaba diye dönüp dönüp arkasına bakar. Ve gördüğü, duyduğu her şeyi içine çeker ve iyice sindirir. Teknoloji öyle mi? Onun umurunda değil bir şey. O, sadece ve sadece kendini düşünür. İşte bu yüzden, teknolojinin bu hesaplayan düşüncesi hiçbir zaman şiire, şiirsele dönüşmez. Şiirin sahici düşüncesi, ‘varlığın dili’ni temsil ettiğinden o da teknolojiye dönüşmez.

Şiir öyle bir dönüşüm geçirmiştir ki, o; hakikatin, hakikat şiirin biçimine dönüşmüştür. Hakikatin kendisi şiirdir. Şiir, varlığın ve insanın birbirlerine açılmasında bir yoldur. Bu yolda şiir, hakikati ararken kendini bulur. Bu, hakikati arayan yolculuğunda şiir bütün örtüleri kaldırır. Ama teknoloji öyle mi? O, damarlara zerk edilmiş yüksek dozda bir morfin gibidir. Damarların içinde sinsi bir yılan gibi yayılırken ve birazdan ereceğin sona doğru geri dönüşsüz bir zamana girmişken yüzündeki sahte mutluluğu niye, niçin attığını bile bilmezsin.