Şairimizin ve başka birçok genç ve orta yaşlı şairimizin ortak sorunu; ayrılıklarını, özgünlüklerini kanıtlama çabasına bağlı olarak irice sözlere dayalı bu türden ek açıklamalara, genel ve kestirme, geçerliliği kendinden kökenlenen yargılara sıkça yönelmeleri. Oysa buna gerek yok. Konuşmaya elbette gerek var ama iri ve görkemli, öte yandan içi koflaş(tırıl)mış kavramlara dayalı sözlere hiç gerek yok.
ZEKİ Z. KIRMIZI
Daha önce iki kitabını, Kireç (2010) ve Pas’ı (2015) okuduğum ve hakkında yazarak beni huzursuz eden şeyi açığa çıkarmaya çabaladığım Ömer Erdem’in yeni kitabı Güneş Kalır Bir Başına[1] öncekilere göre beni yatıştırmış sayılabilir mi? Bir şairin özgüvenli duruşu, neredeyse meydan okuyuşu kötü bir şey olabilir mi? Hatta çoğu kez alkışlanması gereken bir öncülüğü de imlemez mi?
İslamcı olmasa da İslam içinde yer aldığını düşündüğüm, o kanatta atak şiir geleneğine, belki tinsel anlamda Mehmet Akif’e uzatılabilecek ama İsmet Özel, vb. ye de bağlanabilecek, şiirini bilmediğim Sezai Karakoç’a yazınsal ve düşünsel olarak yakın olduğunu sandığım 54 yaşında (d.1967) şairimiz Ömer Erdem, şiirini daha geniş kesimlere kabul ettirmiş görünüyor. İlk şiirini Diriliş Dergisi’nde yayımlayan şairin ilk şiir kitabı Dünyaya Sarkıtılan İpler’i (1996), Mesafesi Kadar İnleyen Rüzgâr (1997), Yitirişler (1998), Yarım Ağaçlar (2001), Evvel (2006), Kireç (2011), Kör (2012), Pas (2015), Azap (2017), İstanbul’a (2019), Güneş Kalır Bir Başına (2021) izliyor. Yarım Ağaçlar ile 2001 Cahit Zarifoğlu Şiir Ödülü aldığını da ekleyelim. Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü’nde (http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/omer-erdem) yer alan yaşamöyküsünde; yazınsal düşüncelerini, şiirimizin gelişim çizgisindeki tarihsel ve ekinsel sorunlara göre biçimlendirdiği söylendikten sonra Erdem’den şu alıntı yapılıyor: “Şüphesiz ki şiir bir düşünce eseri değildir. Düşünceyi içerir fakat ondan doğmaz. Temeli tefekkürdür düşüncenin. Şiirin ise duyuş. Şiir eksile eksile var olur, düşünce basamak basamak yükselir. Her düşüncenin içinde gizli bir şiir özlemi barınır, has şiir düşüncenin kapısına sırtını çevirir ve o kapının önünde oturur. Kinetik türünden enerji vardır aralarında. Şiir yeniklerin dilidir, düşünce zihinsel iktidarın. Düşüncenin hükme vardığı noktada şiir tetikte ve şüphededir. Düşünce kendi diyalektiği içinde adım adım hedefine varırken, şiir, varlığını, oluşurken bulduğu çelişkiler üstüne bile bina edilebilir. Düşüncenin diyalektiği vardır, şiirin estetiği. (…) Her düşünce bir gün işlevini tamamlar ve aradan çekilir. Sanat olan şiir ölüme meydan okur. Düşünce mezheplere benzer, şiir ise dine. Çünkü biri yorumdur öteki kaynak. Bu yüzden ilk kavimlerin önce şiiri vardır.” (2000) -Octavio Paz’ın “kaplamlı şiir” kavramını ise şöyle yorumluyor: “‘Şimdi modernizm içerisinde sınırların ortadan kalktığı ve geçişkenliklerin hareket içinde olduğu bir çağda yaşıyoruz. Artık hepimiz bir dünya vatandaşıyız. Açık toplumda açık dünyada yaşıyoruz. Acıyı da evrensel bir dil ve estetik bir tonla dile döktüğümüz zaman evrenselliği yakalamış oluruz. İstanbul’da yazdığımız bir şiirin mutlak surette; New York, Berlin, Atina, Pekin ve Lizbon’da okuyucusunun olması gerekiyor. Bizim de bu özgüvenle yaşamamız, şiiri bu özgüvenle duymamız ve kuracağımız estetik yapının modern çatısının buna göre oluşturulması gerekiyor. İnsanlar bugün okumazlarsa yarın mutlaka okurlar.‘” Nitemi (sıfat), tamlamayı şiirinde giderek eksilten Erdem, kitaplarının adını kitapta baskın izleğe göre seçer. Makale yazarına (İsa Koyuncu) göre, Erdem’in televizyoncu (TRT) geçmişi onun doğayla ve uzamla (mekân) yaratıcı ve özel bir ilişki kurmasını sağlamıştır. Hatta uzam, şiirlerinde tinsel belirleyici, yönlendiricidir. Büyük, eski coğrafyalar (Orta Doğu) şiirinin kurucu öğelerine dönüşür.
Deniz Durukan, 2012’de Cumhuriyet Kitap’ta şairin Kör (2012) adlı kitabını yorumlarken, yetkenin (otorite) ve erkin (iktidar) birey üzerindeki baskısına tüm kitap boyunca tanıklık ettiğini söylüyor. Devlet ve baba kavramları ile açımlıyor şiiri.
Ömer Erdem’e göre şiirin toplumsal işlevi
Değişik yayınlarda (K24, Hürriyet, Karar, vb.) yazılar yayımlayan Ömer Erdem K24’te 2015 tarihli yazısında, “Şiirin ne olduğuna ve nerede durması gerektiğine şairler karar verir. Bir eylem türü olarak şiir de politiktir ama onun bu karakteri hedefinden değil, doğasından gelir. (…) Bugünkü şiir yaratıcılık ve değer bakımından değil, tam da dolayım açısından büyük sıkıntı yaşıyor. Kültür değil, yan etkiler belirliyor onun ve şairin algılanışını,” diyor. Türk şiiri üzerine düşüncelerini sürdürüyor: “Bırakın klasik şairleri, modern şairler de eşsizdirler. Eloğlu, Necatigil mesela unutulur cinsten değiller. Bir de günümüz şairleri var ki onlar birbirlerine kaynaklık etmek bakımından kirpi mizaçlılar. Sevgilerini, yorum ve eleştirilerini iletmekte, paylaşmak ve tartışmakta kısırlar. Bu bir kusur mu, evet. Bundan uzak olanlar yok mu, elbette var.” Güncel siyasete ilişkin yorumu ise: “Kadın, cinsiyet, sokak ve güncel politikaya gelince, onların popüler rüzgârına kapılmadan onlara renk, ruh ve maya çalmalı şair. Ölüm böyle böyle, sığlık ve kuraklık böyle böyle aşılır ve aşılacaktır.”
Güneş Kalır Bir Başına (2021) yayımlandıktan sonra Yeni Şafak Gazetesi’yle yaptığı söyleşide (‘Gökte güneş kararmış bir portakal’ – Yeni Şafak (yenisafak.com) Türk şiiri ve şiir üzerine yargısını pekiştiriyor: “İki şeyin olması gerektiğini fark ettim. Birincisi, şahsiyet. Her şiirde şairler bunu yaşar, her şiir allak bullak, güveni sarsılmış, kopuk, haksız, kaba, ekşi, çürümüş, dağılmış hayatı adeta bir düzenleme çabası denebilir. Şair yazdığı her şiirle hayatın akışına müdahale eder, bu duyarlılık ve bilinçte değilse şiire de bulaşmamalı. Çünkü her bir şiir bu dağılmış paramparça olmuş çürümüş hayatın, karmaşanın bir kendisine getirilme halidir. Yani şiirin bir iddiası varsa aslında sürekli bu parçalanmaya, dağılmaya, çürümeye teşne hayatın maddi ve manevi unsurlarını insan adına yaşanabilir olabilmesi için bir düzen teklifinde bulunma çabasıdır. Her kitap da şair için bir kendisini yeniden düzenleme çabasıdır, bu bir eksiği giderme değil, bir yeniden düzenleme çabası. Hani bir kıyafeti uzun süre giyeriz, çok sevdiğimiz için almışızdır, onu uzun süre giyeriz ama bir süre sonra ondan ayrılmamız yeni bir şey giymemiz gerekir… Bu onun değersizliği demek değildir, yeni bir kisveye bürünme halinden bahsediyorum. Hacı Bektaş Veli gibi mutasavvıfların dediği gibi ‘yeni bir don giyme’ hali… Onlar bir güvercin, bir ceylan donuna bürünürler hani. Bu varlığın sonsuz var olma hakkını yaşamaktır. Şair ise bunu tecrübe ederken sadece şahsı adına değil, dille birlikte bütün insanlık adına bunu tecrübe eder. Ben de ilk planda yeni kitabımı yeni bir don giyme, kendimi yeni bir düzene sokma olarak şablonlayabilirim. Arının bal yaparken oluşturduğu petek gibi…” Ekliyor: “Dile bağlı bir sanat olarak şiir öyle bir yerde duruyor ki bir toplum ya kendisini onun en değerli olduğu yerden yeniden icad edecek, yani şiirin değeri kadar kendisinin de değerli olduğunun farkına vararak şiiri sahiplenecek ve sahiplenmekle birlikte şiirin yol açacağı sonuçlar ortaya çıkacak. Şiir neye hizmet eder? Kötülüğün engellenmesine, insani değerlere, özgürlüklere, sevmenin, aşkın, yüceliğin, insanı insan yapan temel değerlerin kristalize olabilmesine. Şiir yoluyla insan olmanın potansiyelinde bulunan bütün yücelikleri bilmeye başlarız. Şiir başka disiplinlerde olmayacak kadar bize zengin bir imkân veren bir bilme yöntemidir. Bu bilme yöntemini kazanan her insana bakıyoruz ki artık düzen bozucudur, itiraz eder. Yani şiir ‘ithalat rejimine’ karşı durur.” Şiirinin ve elbette son kitabının görevini de (misyon) bu bağlamda ayrıca belirtiyor: “Türkiye’nin bir şiddet, kötülük toplumuna doğru evrilmesiyle ilgisi var. Şiir, kitap, şairler insanı iyiliğin hizasına işaretlemekle mükelleftir bana göre. Bu anlamda kitabımın sürmekte olan Türk şiirinin iyiliğinin bir nişanesi olmasını arzu ediyorum.”
Bir başka söyleşisinde de (Ömer Erdem ile Onur Köybaşı Söyleşti | Edebiyat Burada), “Ben şiirin okur tarafından ‘tutulması’ ve oradan tarihe akıtılmasından yanayım. Şiir tarihin içinde değil tarihin kendisi olarak tecelli eder de pek az duyarlı yürek, açık zihin, özgür ruh bunu fark eder. Güneş Kalır Bir Başına da yürek, ruh ve zihin üçgeninde insanın varoluş hakkını tarih olarak dile döküş sonuçta. Tabiat da bunun dekoru değil bilinci,” demekten kendini alıkoyamıyor.
Şairin peşi sıra gelen yorgun varlıklar
Çarpıcı, benzersiz ya da ‘yeni’ (!) imgenin tek-şiir bütünü ve izleksel çok-şiir bütünü ile çelişkisi nasıl aşılabilir, aşılabilir mi sorusu Erdem şiirinden çıkan önemli bir soru. Şair hem dünyayı yeni bir dilsel anlatım (ifade) ilişkisine bağlamak, dünyayı kendi üzerinden (içinden) yenilemek ve göstermek (dünyanın kişiselleştirilmiş göstergebilimi) hem de dilin imge (şiir) ötesi çerçevelerini tutturmak, yani dille, imgeyle, şiirle tutarlı kalmak gerilimi ya da açısı içinde çözüm üretme derdine düşer. Hiç kuşkusuz iyi şiir bu çelişkinin içinden çıkar ama kötüsü de. Her iki seçenek de açısız kalmış şiir(leme)den iyidir, hemen belirtelim. Ömer Erdem şiirin kök imgelerinden ve değişmecelerinden birini bu kitap-şiirinin (izleğinin) eksenine oturtarak oluşturuyor Güneş Kalır Bir Başına’sını: Güneş, portakal, dirim, ölüm. Tükenmez bir kök imgeden söz edildiği açık. Ve Güneş gerçekten dilin yetemeyeceği imgedir, ancak portakal vb.’nin üzerinden erişim alanımızın içine alınabilir. Hoş bu bizi Emanuel Coccia’ya taşır, yani bitkinin metafiziğine[2]. Belki kapsar küme portakaldır, güneştir içkin öz ya da küme ögesi (eleman). Erdem’in söyleşide söylediğini yineleyelim: “Güneş Kalır Bir Başına da yürek, ruh ve zihin üçgeninde insanın varoluş hakkını tarih olarak dile döküş sonuçta. Tabiat da bunun dekoru değil bilinci.” Çünkü şiir(e ilişkin yerleşik yargı) kendini, kendine ilişkin öz yargısını savunagelir. Şair ise şiirsel özneliğini bu yargıya bağlama zorunluluğunun baskısıyla karşı yargısını, önermesini biriciklik, özgünlük adına ileri sürmekten bıkmaz yorulmaz. Nedeni şiir bilincidir. Uzatmadan söylersek yukarıda imlediğimiz gerilim, şiiri bir odak dolayında karşıt yönlü çekim güçleriyle ya tümler ya parçalar. Şiirin dağılmasını önlemek şairin dilinin olanaklarına ilişkin deneyimiyle doğru orantılı bir sonuç olur giderek. Kitapta bu çelişkinin somut örneğini hem tek şiirlerde hem de kitap bütününde görüyor ve şairi, şiirsel arayışının yolculuğunda dağılmayı (bile) göze alma cesaretinden ötürü kutluyoruz başta. Çünkü hiçbirimizin derdi şiiri bitirecek ‘kusursuz şiir’ değil. Yazıldıkça gerçekleşen, kendine gelen, kendi olan bir uygulama (pratik) denebilir şiir türü için. Şiir içi parçalanmayı imge, özne-nesne konumlanımlarında devingenlik, uzamcıl yönelim, vb. açısından gözlemleyebiliriz. Ama tüm bu dağılma aynı ırmağın akışı içinde kavranabiliyor, okur şairin yaptığı ya da okura bıraktığı bireşimleme işini bütünlüyor ise önümüze gelen şiir örneği yine gizilgüç (potansiyel) taşımaktadır. Kendi ötesinden söz getirmekte, söz vermektedir.
“bir güneş çizme aklı nedir bir ağaçta” (güneş ağacı, 10) dizesini kuran şair dirimsel kavrayışın yinelenmeli ve türümüzü sıfırlayan sonsuz döngüsünü dizemcil ses yinelemeleriyle sınırlarken şiir patlayıp dağılmamak için son ödünlerini de veriyor gibidir. Tam bu yüzden beklenmedik, umulmadık düşüşler canlı, devingen şiir uçurumlarına dönüşebiliyor. Okurun çoğul anlamda tetik durması, Erdem’in şiirsel uzantılarını, kamçılarını (flagellum) yatırıp çekirdeğini açığa çıkarması güçleşiyor. Asıl soru tabii çekirdeğin ne olduğu sorusu. Bunun için meczupların taşrası’nı okumak çekirdeği kavramamızı sağlamıyor. Yalnızca ucu açık bir dizi çağrışımla sürükleyici, büyülü dizelerin tutsağına dönüşüyor okur. Şiir coğrafyasından, toprağından edilmiş, “asmıştı adam kiraz dalına ölümü/çürük dişlerinden bir ülke görünürdü”. (12) Şairin eli imgesini güneşe çıkar(a)mayacak. Taşra ‘odun üzerine odun atılarak’ yakılacak. Yaşadıklarımızın anlatısı artık bizi ‘fena halde kızdıracak’. Su gelecek, değirmenin çarkını çevirecek, taşlar dönüp aralarındaki darıyı öğütecek ve önümüze ekmek olarak gelecek un anlatısı olsa olsa şairi (Ömer Erdem) bir kurda dönüştürecek, dönüştürecektir. (gibi, 14) Yorgun varlıklar şairin peşi sıra “geliyor işte yıllarca taşın altında saklanmış/çocukluktan kalma kumaş parçası/üzüm salkımları iri iri güneşin altında/geceleyin tilkilerden yadigar nem/sessizce damlamış yaprağın dikeninden” (peşi sıra, 15) Sanki güneş varlığı(n tarihini) aralıyor, gün yüzüne çıkıyor gerçek. Kişisel öykü yeniden okunup canlandırılıyor. “bilmezdin daha cinselliği/ kabuklar içinde dönen yumuşakçalar/bir horozun kabarıp duruşu sesiyle”. (17) Öykü turuncusu kabarmış erkeğin öyküsüdür doğallıkla. Dönüp ne söyleyeceksin? Ne anlatabilirsin geçmişinin varlıklarına? Sende açığa çıkan, geçmişi yeniden yaşatır mı? Bulunduğun yerden çıkardığın ses öğretiler, yargılar dizisine dönüşüyor. Dikkat et! Şiir pek de dayanıklı değildir “aşk bildiğin terazide tartılmaz”a. (19) Biliyorsun, geçmiş yeniden yaşanamayacak ama ‘gelecek günlerin yaşama dileklerine’ dönüşebilir. Adsız varlıklar adsızlıklarıyla kalacaklar ne yazık ki, sen “dönüp bakmayacaksın/ gözlerin açık yüzünde hep aynı gülümseme”. (19) Duvara abanmış ekim güneşinde önünde bir lokmacık çayla şiirin kendini arıtmasını, yalınlığa kaymasını beklerken ‘arzulu dudaklarda eriyen şeker’, attila ilhanımsı ‘acemi garson ölüm’le yine dağıtan şiir, üçüncü bölümcesinde kendini top(ar)lar: “ezanlar okunur şarkılar küfürler arasında/ bir lokma çay düşerse önüne ekim ayında”. (bir lokma çay, 20) Dağılma ve toplanma gerilimi Erdem şiirinin yürek atışlarına dönüşür ve yüreğin dizemi (ritim) hızlanır, yavaşlar, hatta kendi bedeninin değil başka bedenlerin yürek atımlarına dönüşür. Ama şair (güneş) gecikmeyecek, sıcak ışınlarını az sonra yeniden salacaktır yine fırtına kırgını yeryüzüne. Bu varlıklar barışını sağlayacak, kurdu kuzuyla eşitleyecek mi peki? Güneş bir şairse ve şair bir çocuksa, neden olmasın? Bir çocuk imgelemi, kuzuyu kurdun koynuna yatırabilir.
Ne yaşadığını bilmeyen güneşi de bilmez
Şair seslenir, kendine, ötekine. Konuşur. Açıklar, tanımlar. Betimler edimi. Anlatma takıntılıdır. Güneşin karardığı anlar da olur: “ah o saplanıp kalmış gölge/ dişlenmiş kirazın yarım çekirdeğinde”. (bilmeyeceksin, 29) Sanki egemenlik konumundan, hatta tartışma üstü konumundan sözlemektedir dünyayı. Sözüne aşırı güvenmektedir. Yargılamaya düşkün gibidir. Ama aynı dille yargılanmaya açar kendini: “bil isterim yine de/ hiç gitmedim/ hiç varılmamış bir yere senden önce ben” (30) Güneşin çekildiği şiirler yaşamın güçlükle soluk alıp verdiği dizelere dönüşür. Şiirin kendi, canlı imge donuna bürünür. Gün iyiden kararır: “insan insanın masasında bir tabak fasulye” (can okuması, 32) ve küçük skandalların zamanıdır. Karanlıkta iş görenler geceyi deriştirirler. Sıkı durmalı, yere sağlam basmalı. Çünkü güçlü olmak “zayıf olduğunu bilmek ve bunu unutmamaktır”. (güç, 34) Unutanlar yağmurla kayan toprağın altında kalacaklardır er geç. Ve güneş yine doğacaktır: “güneşten habersiz olanların zulmü/ gecenin torbasını doldursa da/ yaşayamaz ışıksız hiçbir karanlık/ yakındır yıkılışı sonunda”. (karanlığın yıkılışı, 37)
Elli yaşında düşünceye dalar şair: “çocukken/ bir buluta sırt vermiş çitlembikten/ bunu bir annem gördü/ bir de…/ ç harfi”. (elli, 37) Böyle olduğu ve olacağı kesin. Şiirin şiir olduğu anın eğrisi düşer. Yeni imge yitip gider. Ellisinde düşmek fena olabilir ama her zaman şiirin an’ıyla çakışmaz. (Sanırım.) Ama az sonra yine gösterir yüzünü güneş, hem de matematiğin içinde: “güneşin içinde güneş matematik”. (matematik, 30) Yine doruklara fırlatıldık, yine şiirin bulutu ağırlığımızı kaldırıp sildi. Aynı matematik yeni doğmuş kuzuların baharında da geçerli. “yeni yıla bir adım kalmış/ bir ev ki kitapları değil yalnız/ anneden babaya derin matematik”. (40) Şiir de içinde kimse engelleyemedi güneşin dünyaya dolmasını:
güneş doluyor
bacak tüylerine tırnak içlerine
ceviz yeşiline kedi bıyığına
senin evin balkonundan benim evin rüzgârına
güneş doluyor güneş tadında
biraz sevinç yaşatır her kalbi
reçel tabağına ekmek buğdayına
senin ağzına benim kulağıma
bir birden birlikte güneş doluyor güneş arsızca
(41)
Güneş karartılan gökyüzüne, çatı aralarında yok edilen denize, tarlaları oburca yiyen betona karşı yine de doluyor yaşamlarımıza. Yaşamlarımız, uzun kalan patronlar, kelepçelenen sular, göbeklerle kirlendi ve “dışarıda halk kan gibi akarken/ o gün sofrada/elde kar gibi peçeteler yemek sonrası/pasta kırıntıları ağır ağır yalanırken”. (pasta kırıntıları, 44) Yolun sonunda karşımıza ne çıkacak? Kurt sesi mi duyacağız, kuşların geçişini mi? Ortalıkta “sert sözler sert adamlar sert yazılar/insan insana karşı her yerde bu yaz”. (sert sözler, 46) O zaman en rahat yerimiz, gömütümüz mü olacak ve ancak ölümüz mü rahatlayacak? “kolay değil rahat bir mezar şu hayatta”. (rahat yeri bulmak, 48) Çarkı bozuk bu düzende ‘ben çıkmazdır’. (49) Ancak yalnızlığı bilen sıcaklığı bilir. Yoksa anlamsız günlük döngü yalnızlığı ketler durur. Ne yaşadığını bilmeyen güneşi de bilmez, onun sıcak dalgasının yaşatabileceği duyguyu… Ayvayı ve narı da…
Kitabın kısa ikinci bölümünde ise dünya kişisel izlenimlerle saptanır, kayıt altına alınır.
Tumturaklı söylem düşkünlüğü
Ömer Erdem şiiri üzerine geçici (şimdilik) varsayımlarım şöyle:
- Bana göre şiir(i) üzerine konuşmak yerine, yazmakla yetinmeli ve bırakmalı şiiri biraz soluklansın, soluk alsın. Buyrukcul, yargıcıl, özcül (aforizmatik) yargılardan, açıklamalardan kaçınması şiirini kendisi ve okurunu şiiri karşısında daha özgür kılacaktır, kuşkusu olmasın. İşbu öneri yalnızca Ömer Erdem’i ilgilendirmez, hemen belirtelim.
- Şiirinin çıkış noktasındaki temel varsayımı elbette evrim geçirebilir, ama yanlış anlamadıysam tutarsızlığı göze alarak (Nasıl olsa bu ülkenin ekinsel evreni de aynı tutarsızlıktan sakat, öyle değil mi?) hem kendinden çıkışlı kaynak varsayımına bağlı kalabiliyor hem de onunla çelişen sonuçlar çıkarabiliyor güncel şiir(i) üzerine. Hangisi doğru ve yanlış üzerinde durmuyorum. Kendi şiir varsayımlarının özeleştirel bir gözden geçirimini sağlaması biz okurları için olduğunca şiirinin nitel sıçraması açısından da gerekli görünüyor.
- Yukarıda alıntılarda genel yargı ve söyleminde tumturak (retorik) düşkünlüğü duyumsanıyor. Bu türden bağımlılık, çelişki bir yana, tutarsızlığı kaçınılmaz kılar. Göründüğü üzere alıntısı yapılan şairin kendi sözleri bir dizi çelişki barındırıyor. Hoş, bunlar güncel söyleşilerin geçici bağlamları içerisinde bağışlanmaz şeyler de değil. Olabilecek şeyler. Ama şairimizin ve başka birçok genç ve orta yaşlı şairimizin ortak sorunu; ayrılıklarını, özgünlüklerini kanıtlama çabasına bağlı olarak irice sözlere dayalı bu türden ek açıklamalara, genel ve kestirme, geçerliliği kendinden kökenlenen yargılara sıkça yönelmeleri. Oysa buna gerek yok. Konuşmaya elbette gerek var ama iri ve görkemli, öte yandan içi koflaş(tırıl)mış kavramlara dayalı sözlere hiç gerek yok. Çünkü böylesi tutumlarda asıl sorun kullanılan kavramlar ve bunların oluşturduğu çoğu kez yapay kavram çiftlerinde… Kavramlar sunuldukları bu biçimleri içinde saltık doğru değil ve olamazlar. Örneğin, düşünce/duyuş karşıtlığı, düşünce/erk (iktidar) eşleştirmesi, vb… Yani kök varsayımı, Ömer Erdem’i şiir, eylem, tarih ve benzeri birçok kavramla anlamsız bir ilişki içine sokuyor ya da inançla kullandığı kavramlar birer boş kümeye (içi boşaltılmış küme) dönüşüyor. Şiir sözün en geniş anlamında siyasetsiz (görüsüz) kalıyor. O zaman şiiri şaire özgü kılan karkas ufacık sarsıntılara (deprem) bile dayanamayan sahte bir güçlülük, sağlamlık izlenimi veriyor. Yanıltıyor. Şiirin duygusunu düşüncesinden ayırmak, arkadaki şairi bir değil iki kişi varsaymak olur. Bu hem doğru hem yanlış… Bölünen ve bölündükçe tümlenen kişiden, bitmeyecek çabadan ve bunun dışavurumu olan sanattan (şiir) söz etmek daha doğru sanki.
- Bana göre şair (her ne ise) şairliğini şiiri tanımlama çabasından çok şiirine yatırmalı. Yoksa dünyayı ve dünyanın gününü, güncelini bastırır, yakalarken kendisi faka basmış olur. Yanıltıcı biçimde şiir tarihin yerine geçirilir ve şair kendini tarihin (biricik) öznesi sanmaya başlar.
Oysa şair insanlardan bir insan…dır. Şiirin ne olduğuna tek başına şair karar veremez. Toplu (kollektif) bir yaklaşım söz konusudur gerçekte.
(Sürecek)
[1] Ömer Erdem; Güneş Kalır Bir Başına (2021), Everest yayınları, Birinci basım, 2021, İstanbul, 62 s.
[2] Emanuele Coccia; Bitkilerin Yaşamı. Bir Karışım Metafiziği (La vie des plantes, 2016), Çev. Kağan Kahveci, Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Şubat 2021, İstanbul, 144 s.