Muhteşem Divriği’den Yükselen Uygarlık: Mengücekler

İşte uygarlık denilen kavram, sıradan bir Anadolu kentine çağının en görkemli ve sanatsal anıtını, bir “kadın sultan” buyruğuyla dikebilme gücüdür. Anadolu Türk uygarlığı baş yapıtını Divriği Mengücek beylerine borçludur

 

AV. CEM BAYINDIR

Tarih bilginlerimizin Süryani-Ermeni tarihçilerinden alıntılayarak kendi kitaplarına düştükleri dipnotlardaki bilgilere göre, Malazgirt Savaşı’nı kazanan Alp Arslan, komutanları Artuk, Saltuk, Danişmend, Çavaldur ve Mengücek’e “Ne duruyorsu­nuz, aslan yavruları olunuz, Anadolu’yu fethediniz” demiş; onlar da tümenleri ve arkadan gelen on binlerce Oğuz-Türkmen göçmeniy­le sarp dağlan, derin vadile­ri aşarak fetihler yapmış, ilk Türk beyliklerini kurmuş­lardı.[1]

Nedense Selçukluların da Osmanlıların da Türklerin de pek anmadığı, yokmuş gibi davranılan Mengücekliler, Mengüçler ya da Mengüçoğulları, Oğuzların Bayındır boyundan olup, 1080-1228 yılları arasında Yukarı Fırat (Karasu ırmağı) bölgesindeki Erzincan, Kemah, Şebinkarahisar, Gümüşhane, Zara, Divriği, Çemişgezek topraklarında hüküm sürmüşlerdir. Mengücek hanedanının Divriği Kolu ise, Mengücek Gazi’nin oğlu İshak’tan sonra I. Süleyman’la 1150’lerde başlamış; şah ve melik sanını taşıyan bu kişiler babadan oğula altı beyle temsil edilmiş, 1270’lerde ise tarihten silinmiştir.

Mengücek Gazi ile oğlu İshak’ın, Anadolu gazalarına katılmalarına; Erzincan meliklerinin askersel ve siyasal çalışmalarına karşın dönemin kaynaklarında Divriği meliklerinden hiç söz edilmez. Bu nedenle Mengücek beylerinin adları ve beylik süreleri ancak yaptırdıkları yapıtları yazıtlarından öğrenilebilmektedir.  

Necdet Sakaoğlu’na göre, Anadolu’nun ortasında 200 yıl hüküm sürmüş büyük bir sanatsal uygarlık kurmuş bu insanlar büyük olasılık “şah” sanlarından dolayı “Erdebil şahlarıyla” eş tutularak görmezden gelinmiş ve yok sayılmıştır.[2] 

Divriği’de Sanatın Doruk Noktası

Divriği’nin parlayışı Mengücekoğulları’nın 1150’lerden 1250’lere uzanan yüzyıllık evresindedir. Kentin tarihsel kimliğini temsil eden kale, iki cami, kümbetler, dârüşşifa, bedesten, köprüler, su tesisi ve hamamlarla çevredeki kervansaraylar çoğunca bu yüzyılda yapılmıştır.  

Selçuklu kentleri Konya, Aksaray, Niğde, Kayseri ve Sivas’a oranla küçük olan ve anayolların da uzağında kalan Divriği, çağın kültür ve sanat düzeyini yansıtma yarışında adı geçen kentlerden geri kalmadığı gibi Anadolu Türk uygarlığının baş yapıtına sahip oluşunu işte bu Mengücek beylerine borçludur.

Adı geçenlerin zengin demir madenlerinden ve vergilerden edindikleri serveti, biricik kentleri Divriği’nin bayındırlığına harcamaları, 13. yüzyılda parlayan Konya, Kayseri, Sivas gibi büyük kentlerine oranla Divriği’nin, çağın kültür ve sanat düzeyini daha yüksek düzeyde ve özgün bir mimari donanıma kavuşmasındaki etken olmuştur.  

Mengücekoğulları, Danişmendli, Saltuklu, Artuklu beylikleri gibi Orta Asya kökenli, Selçuklu Sultanlığına bağlı ilk Türk-Müslüman hanedanlardandı. Siyasal varlıklarının XI. yüzyılın sonlarından XIII. yüzyıl ortalarına kadar sürekliliğine karşın tarih sayfalarında pek yer verilmemiştir.  

Dış dünyayla bağlantısız, dar bir coğrafyada yaklaşık iki yüzyıl tutunan Divriği Mengücekoğulları’nın şaşırtıcı gizemi, evrensel uygarlığa bıraktıkları anıt yapıtlara karşın tarih sayfalarında hak ettiği önemi bulamaması şaşırtıcıdır.

Mengüçoğulları’nın Tarihi

Türbesi Kemah’ta olan Mengücek Gazi’den (öl. 1118) sonra oğlu Emir İshak’ın, bölgesel çatışmalara katıldığını, İshak’ın da ölümünden (1142) sonra oğullarının paylaşım gerçekleştirdiklerini; Davud’un (öl. 1151) Erzincan ve Kemah’ta, Süleyman’ın Divriği’de, Selçuklu sultanlarının buyruğu altında kendi küçük devletlerini kurduklarını, buralarda yaşayan öteki halklar Ermeni, Rum ve Yahudilerin de yaşam haklarını koruyarak birlikte özgürce ve güven içinde yaşadıklarını biliyoruz.[3]

Erzincan, Kemah, Köğonya (Şebinkarahisar) topraklarına egemen Davud’un oğlu Melik Gazi Fahreddin Behram Şah (1162- 1225), Mengücekoğulları’nın en tanınmış olup, Genceli  Nizamî’nin kendisine sunduğu “Mahzen-i  Esrar” adlı Farsça manzum yapıtında Behram Şah, “Altı bucağın, yedi feleğin  padişahı, dokuz dairenin merkezi, şahların başbuğu, sonsuz bilgisiyle cihanın  en ünlüsü, savaş günlerinin kahramanı, insanlık mayasının şerefi, dünya gözünün  ışığı, sultanların sığınağı, şahlara taç veren, sultanları tahta oturtan” biçiminde ulu, saygın ve bilge bir  hükümdar olarak tanıtılıyor.

Belh’ten Anadolu’ya göçen Mevlâna ailesinin uğradığı ilk yer Behram Şah’ın Erzincan’daki sarayı olmuş; Bahaüddin Veled ve ailesi de bir süre Erzincan Akşehri’nde oturmuşlardır.

Behram’ın kızlarından Melike Turan Melek, Divriği’de yaptırdığı, kendi adıyla babasının soylu kimliğini somutlaştıran, kuzeni Ahmed Şah’ın camisine bitişik darüşşifasıyla bilinir. Divriği’deki bu ortak Mengücek yapısı, günümüzde, dünyanın ve Orta Doğu’nun en görkemli mimarlık ve yontu anıtları arasında ilk sıradadır ve Anadolu’nun aydınlanma çağını simgeler.

Bu başyapıtın benzerini ya da üzerini, Anadolu sultanları Keykâvusların, Keykubadların, Konya’da Kayseri’de Sivas’ta yaptıramayışları; bunu Divriği kentinde Mengücek melikesinin yapması da bu uygarlığın gelişmişlik düzeyini kanıtlıyor.

Mengücek Kalesi

Yine Mengüceklilerin baş yapıtlarından Divriği kalesinin Fırat’ın kollarından Çaltı suyunun güney yakasındaki uçuruma yapıldığını görüyoruz.

O dönemde yapılan Divriği, Kemah, Harput, Eğil, Şebinkarahisar ve Niksar kalelerinin, aynı dönemde İngiltere’de örnekleri görülen Norman biçimli kalelere benzeyişlerini açıklamak zor.[4] Mengücek Kalesi de, Ahmed Şah-Melike Turan Melek’in eşsiz yapıtı gibi bir değerde.
Kale, Mengücekoğulları’nın “şah” ve “melik” sanlı egemenlerince 1151- 1252 yüzyılında tamamlanmış, Anadolu’nun en özgün Türk kalelerindendir.  Ana surları, yapıldığı günden bu yana geçen 800 yılda, bir kapısının örülüp kapatılması dışında tadilat ve onarım görmemiş, kuşatma, yıkma olayları yaşamamış; buna karşılık doğanın ve insanoğlunun tahribine uğramıştır.[5]Yakın zamanda yapılan sur restorasyonu ise eleştiriye son derece açık bir yenileme olmuştur.
Ahmet Şah, kale surlarında koruyucu öğeler olarak kabartma hayvan figürleri; kente açılan kapıların alınlıklarına da “âlim ve âdil melik Ebu’l-muzaffer Ahmed Şah bin Süleyman Şah” adını içeren, biri Hicrî 634 (1237) diğeri 650 (1242) tarihli iki yazıt koydurtmuştur.

Baba-oğul Ahmed Şah ve Melik Salih, 15 yılda tamamlanan bu kaleyle Divriği’deki egemenliklerinin kuşaktan kuşağa süreceğini düşünerek kale ve sarayları, ünlü cami ve darüşşifa, bedesten ve çarşı, medreseler, hamam ve çeşmeler, kümbetlerle Anadolu’da yapılan en görkemli yapıları buraya kurdular.

Ne yazık ki, 2007 yılında başlayan restorasyon ile 850 yıllık Kale Camisi çimentoyla, çinkoyla, mermerle, plastik boyalarla tarihsel anlamda yok edilmiştir. Yine, Mengücek soyunu tanıtan yazıtıyla dikkati çeken ve Asya kurganlarını anımsatan Sitte Melik Türbesinde de yazılar silinmiş, lahitler kaldırılmış, 14. ve 15.  yüzyıl aile mezarları da bilinçsizce yok edilmiştir.  

Evrensel Kültür Mirası: Ahmed Şah- Turan Melek Külliyesi

UNESCO Kültür Kurulunun 1985’te belirlediği ilk “Dünya Kültür Mirası” listesinde Türkiye’den seçilen üç varlıktan (ötekileri İstanbul Tarihi Yarımada ve Kapadokya) biri Divriği Ahmed Şah Turan Melek Külliyesi’dir. Dünya genelindeki ilk tescil listesinde bu yapıt 144. sırada yer almıştır.

İspanya’daki Elhamra’dan(14. yy)   Hindistan’daki Taç Mahal’e(17. yy) uzayan İslam uygarlıkları eksenindeki en eski ve onlar kadar değerli, Anadolu Selçuklu çağından özgün yapısıyla korunabilmiş tek anıt yapı olan Divriği Külliyesi, kendi kültürümüzün ve İslam dünyasının baş yapıtıdır.[6]

Bu yapı 13. yüzyılda Türk mimarlık-yontu sanatlarında ulaşılan düzeyi temsil eder. Divriği Külliyesinin ana yapı durumundaki Cuma Mescidi bölümünü Ahmed Şah’la annesi Fatıma Hatun, Darüşşifa bölümünü de Erzincan Meliki Behram Şah’ın kızı Melike Turan Melek yaptırmışlardır. Anadolu’nun aydınlanma çağını simgeleyen bu sanattan daha görkemlisini ya da benzerini hiçbir yerde görmek mümkün değildir.

1228-1243 yılları arasında yapılan külliye, kentin o dönemdeki yerleşimine göre en hâkim noktada konumlandırılmış, planları, yüksek kabartma nitelikli ve kozmik şemalı, örgeleri aynen yinelenmeyen, derinlikli bezeme tasarımı, biri ötekinden tümüyle farklı yüksek ve şaşırtıcı dört taç kapısı, iç mekânlarının hemen hiç bozulmadan zamanımıza kadar korunmuş olması bakımından İslami ve evrensel tekliği tartışılmazdır.[7]

Mimarlığıyla da tanınan Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad’ın (1219- 1237) plan ve dekorasyon tasarımlarında katkısı olduğu sanılan külliye, dıştan dört kapılı kitlesel görünümdedir. Dönemsel Selçuklu yapılarına benzemeyen asimetrik bir estetik yansıtır. Bölgenin sarımtırak kırmızı hareli bir taşından inşa edilmiştir.  

Darüşşifa ’nın taç kapısındaki yazıtta “Bu mübarek darüşşifanın yapılmasını kutlu melik Fahreddin Behram Şah’ın kızı adaletli melike Turan Melek, 626 (1228) yılının bir ayında buyurdu” yazmaktadır.

Yanıtsız Sorular

Belirttiğimiz gibi, Selçuklunun büyük sultanları Keykâvus’un, Keykubad’ın bile daha üstünü ya da benzerini Konya’da, Sivas’ta, Kayseri’de, Beyşehir’de yaptırmadıkları, sanatsallığına olağanüstü ağırlık verilmiş böylesine iddialı ancak zengin sultanların göze alabileceği bu büyük ve çok pahalı yapı neden Anadolu’nun küçük bir kentinde yapılmıştı? Bunu yaptıran gelir, zenginlik nereden sağlandı? Yapım işini üstlenen ve imzaları bulunan bu gizemli Ahlatlı, Tiflisli ve başka memleketli sanatçıların adlarına ve izlerine bir başka yapıtta neden bir daha rastlanmadı? Neden Mengüçoğulları Türk tarihinde yeterince anılmamıştır? Bu soruların somut yanıtlarını şimdilik bulamıyoruz.

Bu denli iyi korunmuş, zamanının çok ötesindeki baş yapıta bu yüzyılda yapılmış akılsız ve bilinçsiz son derece de kaba müdahaleler de bilimsel ve ahlaksal açılardan araştırılması gerekli bir sorundur. Bu baş yapıt 800 yıllık tarihinin en ağır tahribatını ne yazık ki son 40-50 yılda yaşamış ve taşınabilir her neyi varsa başka yerlere götürülmüştür.  

Uygarlığın Adresi

İslam anlayışında hiçbir dinsel yapıda bu denli figür, betimlemenin olmadığını ve küçücük bir kentte yaratılan yapıtları düşündüğümüzde, Mengücekoğulları’nın yaşadıkları döneme göre ileri derece açık görüşlü, aydın, hoşgörülü ve sanatsever bir toplum olduğu görülüyor.

Bizim başka kültürlerde aradığımız uygarlık; Divriği gibi küçük bir yerde bundan 800 yıl önce yapılan Divriği Ahmet Şah Camisi ve Turan Melek Darüşşifası yapılarının bugün bile dimdik ayakta olması, bu yapıların üzerindeki süsleme ve bezemelerdir, ki bu süsleme sanatı, kadın figürleri, kartal simgeleri bugün bile taklit edilemez nitelikte olup, kendinden önceki tüm kültürlerin etkilerini içerirler.

Anadolu tarihinin en görkemli ve özgün yapısının, Türk İslam sanatının doruk noktasının, bir anıt yapıtının bir kadın buyruğu ile küçük bir yerde yapılması bir rastlantı değildir.

İşte uygarlık denilen kavram, sıradan bir Anadolu kentine çağının en görkemli ve sanatsal anıtını, bir “kadın sultan” buyruğuyla dikebilme gücüdür. Sahiplenmemiz gereken uygarlığımızın ve geçmişimizin adresi belli iken ne yazık ki, geçmişte olduğu gibi günümüzde de onları ve evrensel kültüre bıraktığı mirasını görmezden gelmeyi ve ilgisiz yerlere savrulmayı sürdürüyoruz.

 

[1] Faruk Sümer, Selçuklular Döneminde Anadolu’da Türk Beylikleri, TTK Yay, Ocak, 2015
[2] Necdet Sakaoğlu, # tarih dergisi, Nisan 2015,
[3] Abdullah Kaya, Mengücekoğulları Beyliği Tarihi, Selçuk Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü doktora tezi, 2006
[4] Necdet Sakaoğlu, # tarih dergisi, Nisan 2015,
[5] Necdet Sakaoğlu, Türk Anadolu’da Mengücek Oğulları, Milliyet Yayınları, Eylül 1971
[6] Necdet Sakaoğlu, Türk Anadolu’da Mengücek Oğulları, Milliyet Yayınları, Eylül 1971
[7] Necdet Sakaoğlu, Türk Anadolu’da Mengücek Oğulları, Milliyet Yayınları, Eylül 1971

PAYLAŞMANIZ İÇİN