Mississipi yanmaya devam ediyor

Evrensel beyannamelere zıt olan dış menşeli hükümet ya da toplumsal kaynaklı kötülüklere koro hâlinde yüksek düzeyde tepkiler verebiliyoruz. İşte şimdi ben de yaptım bunu. İçeride ötekiler var mı diye hiç sorabildik mi? Amerikalılara seslenebildiğimizin yüzde biri kadar seslenebildik mi?

Sami GÜNAL
samigunal@hotmail.com

“Mississipi Yanıyor” filmine konu olan Mississipi, ABD’de ırkçı geçmişiyle tanınan bir güney eyaletidir. Bu eyaletteki ırkçılık akımını geriletmek için mücadele eden üç insan hakları savunucusunun öldürülmesini soruşturmak üzere bölgeye gelen iki FBI ajanının çalışmalarını anlatan bir filmdir. 1964 yılında yaşanan gerçek olaylara dayanmaktadır. Yıl 2020 ve filmdeki “yanma” kinayesi devam ediyor.

Aslında bu yangının çakmağı Amerika’nın keşfiyle çakılmış olup sönmeyen çıra şeklinde günümüze kadar alev alev gelmiştir. En son?

Bir Afro-amerikan yurttaşının sigara almak üzere uzattığı 20 doların sahte olacağı kuşkusuyla iade edilme harala gürelesi içerisinde yaptığı itiraz, polisin çağrılmasıyla canına mal oldu. Polisin dizleri altında boğazı kıstırılan siyahi adam, “Nefes alamıyorum.” dedikçe zaten sönmeyen o çıra yalım yalım harlandı. Kanıtsız bir suçlamaya karşı bir can alınmış oldu. Yasalar aksini söylese de hâlihazırda suçlu olup olmadığı konusunda ten rengi yeterli bir delil sayılabiliyordu Amerika’daki egemen olan kültürel anlayışa göre.

BU KAÇINCI?

Tam da bu noktada kültür-düşün demişken asıl bu yazıyı yazmamı tetikleyen bir yaklaşım üzerinden irdelemelerimi sürdürmeye çalışacağım.

O oldu, bu oldu! Bellekler sakattır. Sanılır ki bu ilk oldu. Bu kaçıncı? Pek yakın zamanlarda aynı nefret suçuna karşı aynı sokaklar yine alev alev yanıyordu. Demek ki bir başına yasal dönüşümlerle olmuyordu. O çıranın alevi, köklü düşünsel, kültürel devrimle söndürülmedikçe hem George Floydlar “nefes alamıyorum” demeye hem de Mississipiler yanmaya devam edecektir.

Sosyal medya üzerinde gözüme çarpmalar oldu. Ortak yanılgı düzleminde taraftar toplayan bir düşünce vardı. O da “Irkçılık bir hastalıktır.” aşağılamasıydı. Aslında ne kadar da beşeri duygularımızı okşuyordu değil mi? Irkçılık hareketine karşı mücadele vermiş kişi ve kuruluşlar var. Tarih içerisinde bunlardan birisi de insan hakları savunucusu siyahi önder Malcolm X’dir. “Irkçılık, ideolojik bir düşünce değil; aksine psikolojik bir hastalıktır.” sözü işte bu Malcolm X’e aittir. Bu söylem bir çözüm üretemez.

Bizler duygularıyla hareket eden geleneksel toplum üyeleriyiz. İnsanız, her zaman duygularımıza yenilebiliriz. Karşı varlıkları kanatmalar, incitmeler, derken topu yükün aşağılamalar insanın bilinçaltı ilkel derinliklerine hiç kuşkusuz daha bir tatminkârlık duygusu verir. Verir vermesine de çabucak sıyrılmak suretiyle fikri çözümlemelere yönelmek gerek.

Hadi, duygu cümlesi kurma ihtiyacıyla dedim ki bu bir kafa hastalığıdır. İçimi soğutmakla şimdi bu sosyolojik vakıayı açıklamış mı oldum? Sosyolojik vakıalara duygularla karşılık verilmez. Çözüm tıkanmış olur. Sosyolojik sağaltım ancak siyaset bilimin kavramlarıyla üretilen programlarla olur.

Irkçılık, bir hastalık olmuş olsa tedavi edilir, biter giderdi. Hastalıktan ziyade bir düşünce yansımasıdır. Düşünsel bir öğrenmeyle beraber kültürel yüklenimdir. Devresel olarak gelen ekonomik bunalımlar içerisinde can bulmaktadır. Bunalım zamanlarında zihne bir gerçeklik çarpmakta. O gerçekliğin adı ise paylaşım kıtlığıdır. Ona karşı reaksiyoner bir düşünce oluşmaktadır. Nedir bu düşünce? O, yerimi daralttı, ekmeğimi aldı… Özeti, refahımı küçülttü, düşüncesidir. Kim oluyor bu daraltıcılar? Tabii ki yabancılar oluyor.

ÖTEKİNİN VARLIĞINI YOK SAYMAK

Irkçılık, bölüşüm sorunsalı üzerinde gelişen bir ideolojidir. Bu bağlamda paydaşların elindeki ekmeği kolayca almanın yolu ise ötekileştirmeden geçiyor. Toplumsal destek oluşması için bu ötekileştirmeler, ırki temeller üzerinde geliştirilmektedir. Dolayısıyla ırkçılık, faşizm ideolojisinin bel kemiğidir. İşe küçümsemekle, aşağı görmekle başlanılmaktadır. İnsanlar; etnik kökeni, rengi, dili, inanç sistemi, kültürel aidiyetleri üzerinde hedef seçilmektedirler. Saldırganlığın boyutunu ölüme kadar vardırmaktadırlar.

Kapitalist dağıtım sisteminin her yetmezliğinde sistemin sarmaladığı o toplum içerisinde gerek geçici gerekse kabullenilememiş asli unsurlar olan sözde yabancılara karşı bir homurdanma başlar. 1. ve 2. Paylaşım Savaşları zamanlarında ırkçılığa dayanan yabancı düşmanlıkları nüksetmedi mi? Daha sonraları özellikle Almanya’daki Türklere karşı olan ırkçı hareketler hangi dönemlerde başkaldırmaktadır? Buna yanıt bulabilmek için işsizliğin yaygınlaştığı dönemlere bakabiliriz. Göreceğiz ki covid salgınının doğurduğu pasta daralmasıyla bu hareketler daha da artacaktır.

Irkçılık istemli, tasarlanmış bir düşünce sistemidir. Yani durup dururken uyurgezerlik misali nükseden bir hastalık değildir. İllaki düşünceden ari bir yakıştırma yapacaksak çocukların eğitilmesi aşamasında bırakılan duygu eksikliği diyebiliriz. Nedir bu duygu çeşidi? Ötekinin varlığını, kimliğini yok saymaktır.

KENDİ CEHENNEMİNİN İÇİ

Irkçılığın bir düşünce tasarımı olduğunu şu örnek hikâyecikle daha da belirginleştireceğiz.

Amerika’da 2. Dünya Savaşı’nın en sıcak bir zaman diliminde ortaokul çocuklarına kompozisyon dersinde “Hitler’e verilecek en büyük ceza sizce ne olmalıdır?” diye sorulur. Bu soru koşullu bir sorudur. Çocuklardan, Hitler’e verilecek cezayı tek bir cümleyle açıklamaları istenir. Öğrenciler ders boyu düşünmelerine rağmen tek cümleyle yanıtlamaktan zorlanıyorlar. Birisi hariç. 16 yaşındaki siyahi bir erkek öğrenci şunu yazar. Aslında kendi yaşadığı korkunç ayrımcılığı yazıyor:

“Hitler’i siyah derili hale getirin, siyah derili olsun. Bırakın da ömrünün geri kalan bölümünü Amerika’da geçirsin!”

Yorumuma geçmeden önce insanî bir eklemeyi yapmak isterim. Bu yanıt karşısında tüm siyah, beyaz öğretmenler gözyaşlarını tutamazlar.

Bu siyahi çocuk, Amerikan toplumu içerisinde nasıl bir aşağılanmalar, acılar içerisinde hesaplanamaz duygusal sarsıntıları yaşıyor ki milyonların katili bir düşman için “Siyah derili olsun ve Amerika’da yaşasın.” diyebiliyor? Yani düşmanı attığı yer kendi cehenneminin içi. Koca bir kitabın anlatacağını bu tek cümle anlattı ki kompozisyon ödülünü bu çocuk alıyor.

Şimdi o çocuk, hasta olduğu için mi bu cümleyi kurdu? O, sadece ırki bir düşünceyi tırnak içerisinde bir cümleye sığdırmış oldu. Yani kendi varlıklarına yönelik yaratılan ırkçı bir düşünceyi karşı düşünce olarak bir başkasına sürdü.

Bizim öğreneceğimiz düşünceyse bu düşünceyi öğretenleri kınama ve retten ibarettir.

Bir tespit ve soruyla bitirelim. Evrensel beyannamelere zıt olan dış menşeli hükümet ya da toplumsal kaynaklı kötülüklere koro hâlinde yüksek düzeyde tepkiler verebiliyoruz. İşte şimdi ben de yaptım bunu. İçeride ötekiler var mı diye hiç sorabildik mi? Amerikalılara seslenebildiğimizin urubu kadar seslenebildik mi?