Ben o bayrağı gururla taşıdım

AKIN ÇUBUKÇU

Yirmi yıl kadar önceydi.
Bir grupla Yunanistan gezisine çıkmıştık.
Atina’da, bir akşam, bize önceden çok övdükleri bir tavernaya gittik. İçeri girdiğimde, kendimi Anadolu’nun bir kasabasındaki kahveye girmiş hissettim. Bakımsız karolarla kötü döşenmiş bir zeminde, tıngırdayan masalar ve her tarafı kağşamış tahta sandalyeler…
Oturduk, ne yiyelim diye düşünürken Türkçe bilen garson, o sevimli Rum ağzıyla kapuska yememizi önerdi. İçecek olarak da tabii Yunanlıların ünlü rakısı Uzo.
Kapuska geldi, ben bizim kapuskaya benzer bir şeyler geleceğini umarken, önümüze zeytinyağına bulanmış karışık sebzeden oluşan bir şey geldi. Uzo ise, hani bizde de vardır, Duralit marka kalın su bardaklarında masaya kondu. Hiç birini önemsemedik, yedik, içtik, gülüp eğlenirken gözüm karşımızdaki masada oturan bir çifte takıldı.
İri yarı bir adamla küçücük bir kadın, gözlerini dikmiş bize bakıyorlardı.İri yarı adam birden ayağa kalktı, bize dönerek, akıcı bir Türkçe ile:
– Gülün, eğlenin bakalım…Bizleri buraya attınız, yerimizden yurdumuzdan ettiniz, sizler keyfinize bakın, eğlenmenize bakın, diye gürledi.
Ayağa kalktım, yanlarına gittim. Adam, beni eliyle yanına çekerek, gürlemeye devam etti:
– Bizleri evimizden koparıp buralara attınız. Oradayken “Rum”duk, “Gavur”duk, burada ise “Türk”üz… Ne orada size yarandık, ne burada bunlara yaranıyoruz. Ben askerliğimi İskenderun’da denizci olarak yaptım. Birliğimiz yürürken, ben en önde bayrağımızı taşıyordum. Niye mi? Benden daha irisi yoktu da ondan. Ben o bayrağı gururla taşıdım, biliyor musunuz, gururla taşıdım.
Ben dahil, hepimiz birer heykele dönüşmüş, sessizce adamı dinliyorduk. O ise bombardımana devam ediyordu:
-Adım Niko benim. Pangaltı’da iki katlın evimiz vardı. Kiracılarımız Müslümandı, adam gibi geçinir giderdik, severdik birbirimizi.Komşularımız da çok iyi insanlardı. Geçen sene İstanbul’a gittim, Çiçek Pazarında rakımı içerken, garsonun biri tanıdı beni…
“Ne o ulan, sen yine mi geldin” dedi.
Etraf Romanyalı doluydu.
– “Ben gittim, işte bunlar geldi.. Hangimiz iyi lan ben mi iyiyim, yoksa bunlar mı”..

Sonra bana sarıldı, “gidersen İstanbul’a Niko’nun selamını götür” dedi ve sarıldı. Baktım, Niko ağlıyordu, masada oturan küçük kadın da… Yanlarından ayrıldım, masama döndüm. Elimde Niko’nun avucuma sıkıştırdığı bir kartvizit vardı. Küçük dükkanında hediyelik eşyalar ve koleksiyonluk bazı şeyler satıyormuş. İstanbul’a varınca Niko’nun selamını götürdüm.Söz verdiğim halde, kartındaki adrese bir selam bile yazamadım. Niko’nun yerinden sökülüşünden kendimi mi sorumlu tutuyordum ne?

Şimdi, bu rembetiko havası “Nargile”yi Niko’ya ve yurdundan göçmek zorunda bırakılmış bütün Niko’lara gönderiyorum.
Bu da benim küçücük hediyelik eşya dükkanımdan…