Aslında neyi yitirdik?

Kaygı, tedirginlik kaynakları başka başka olsa da Tuğrul Tanyol hakkında söylediklerim akranı Şükrü Erbaş için de geçerli. En azından genel başlıklar altında… Ayrıntılarda ise geri çekilmenin, içe dönmenin somut, güncel nedenleri, şiirin gündelik iletişim kaynakları epeyce değişik. Uzunca süredir toplumsal yitime dönük yapılandırdığı şiirini bir süredir, yani eşini yitirdiği yıldan beri kişisel yitimiyle yeniden biçimleyen Erbaş tutumu üzerinden şiir türüne dönük anlatım yordamları üzerine bir iki şey söylemek kaçınılmaz.

ZEKİ Z. KIRMIZI

Sıcağı sıcağına Şükrü Erbaş’ın son şiir kitabını[1] da okudum. Hakkında en çok yazdığım günümüz şairleri arasında olsa da burada eski yorumlarıma bakmayacak, çözümleme yapmayacak, şairi ve son şiirini oturtabileceğim genel bağlam üzerinde dokundurmalarla yetineceğim. Belki bir iki kitap sonra, şiirinde bir kıpı, ivmelenme görürsem onunla ilgili yazdıklarımı bir araya toplayıp tümünü yeniden değerlendirebilirim.

Kaygı, tedirginlik kaynakları başka başka olsa da Tuğrul Tanyol hakkında söylediklerim akranı Şükrü Erbaş için de geçerli. En azından genel başlıklar altında… Ayrıntılarda ise geri çekilmenin (regresyon), içe dönmenin somut, güncel nedenleri, şiirin gündelik iletişim kaynakları epeyce değişik. Uzunca süredir toplumsal yitime dönük yapılandırdığı şiirini bir süredir, yani eşini yitirdiği yıldan beri (Hatice Erbaş, ö. 2015) kişisel yitimiyle yeniden biçimleyen Erbaş tutumu üzerinden şiir türüne dönük anlatım yordamları üzerine bir iki şey söylemek kaçınılmaz. Şairimizin yaşadığı sarsıntının ne anlama geldiğini onun yerinde yaşamayan kimse bilemez, kaldı ki kendini bile yerinden etmiş bir sarsıntıdan (travma) söz ediyoruz. En azından Şükrü Erbaş’ın konuyu üstlenme, anlatıya dönüştürme tutumundan esinlenerek… Onun, ölümün de ötesinde yitim (kayıp) duygusu da elbette şair olduğu, en iyi bildiği şeyin şiir yazmak olduğu varsayılırsa, şiirinde yankılanacaktı ve belki de şiir olsa olsa bu sayılacaktı kendi gözünde. Belki sanatın tırnak içinde duyguları aşmayı olanaklı kılan çekirdeği üzerinde ayrıca durmak gerekebilir. Ama kitaba ve önceki (2015 sonrası şiir kitaplarına) odaklanıldığında böyle bir öz sıçramasını görmediğimiz gibi niyet de görmüyoruz ve şairimizi elbette bunun için eleştirmiyoruz. O neredeyse şiir yazma edimini bile gerekçesiz bulmakta, sevgili eşi yitip gittikten sonra şiir yazmak için yeterli nedeni bulamamaktadır: “Yazmayacağım! Ama dünyanın bütün şiirlerini yeniden yeniden okuyacağım! Bütün şarkılarını, türkülerini bir daha dinleyeceğim!” (Yaşlı Bir Zamanın Tozunu Yazıya Düşürmemek, s.72)

Gerçek şiirler kümesi

Doğrusu içimizi paralayan bu çığlık soylu bir davranının da (jest) dışa vurumu ama şairimizin ‘soylu’ davranmak gibi bir derdi yok, baştan belirtelim yanlış anlamaları önlemek için. O avuntusuz bir içselliğin erişim dışı kör (ama belki de geometrik) noktasında hırkanın ve lokmanın da eşiğinden salmış yuvarlamıştır kendini eğim aşağı, bulunması gerektiğine inandığı son yere doğru.

Aktöre ne mi der? Görevler, sorumluluklar, ötekiler, toplum ve tüm Şükrüler ve Haticelerin hakları ne olacak peki? Şaire sorulacak en haksız soru olacaktır bu. Çünkü her şeye karşın yalnızca ve yine kendisidir o, Şükrü Erbaş’tır. Kimse onun yerine yaşayamaz ve o kimsenin yerine yaşayamayacaktır.

 

Tam bu noktada hepimiz dönüp kendimize ayrıca sorabiliriz: Şiir ne ki? Şiir ne zaman şiir(dir)? Şiir zaten bu sorunun şiiri, ardı sıra seğirten insan çabasıdır. Yine de elimizde bitmiş bir yanıt olmadı, olmayacak da. Şiir kendi yazgısını yırtıp tıkıldığı delikten taşacak, taştığı anı bir kez daha saptayacaktır. İyi ama tüm bu anlama çabasında yine de bir sorun yok mu? Tüm kişisel sınama, denemeler için genelleştirilmiş bir anlayış ve yargı verecek denli rastgele olabilir mi dünya şiir uygulaması? Olamaz demeyelim ama olmamalı. Çünkü yazı sanatları içinde en çok şiir okundukça şiirleşir, var olur. Şair zarını atar, önerir, tümüyle kişisel birikimini, tüm yaşamını her şiiriyle fırlatır masanın üzerine. Ama masanın öteki ucunda bir belirip bir yiten kitle, bazen biri bazen hiçbiri olan değişken dönüşken varlık, zarın şansını alsız (hile) kılabilecek birinci, ikinci, üçüncü, vb kişidir. Ve şiirin ortakları arttıkça şiirin şairce atılan zarı alını aşmakla kalmaz, giderek şiir olur. Şair de karşısındaki her oyuncudan el alır, daha şairlenir. Uzlaşma kümesi yine de masadır ve benzetim (simülasyon) yürütülür, büyütülür, öteki deneyimleri, şairleri, şiirleri ve şiir okurlarını toplar kucaklar, uzlaşmanın kümesi genişledikçe genişler, şairler şiirler okurlara öteki masalar, insanlar, acılar, mutluluklar, tüm kavuşma ve yitirmeler, aslında türümüzün tüm gelmiş geçmiş yaşam deneyimleri eklenir. Küme, oluşan yeni uzlaşmaları da kümeler, genişletir ve sonuçta evrensel (sonsuz) kümeye bir adım daha yaklaşılmış olur. Şiir uygulayımı en devrimci söz sanatı uygulayımı olarak her türden deneyimi içine alır, özümser, yatkındır buna. En azından önermeler ulamında (kategori)… Buna matematikten benzeterek gerçek (reel) şiirler kümesi diyelim yarı şaka. 

Umutsuz seslenişlerle örülü bir genotipin dışavurumu

Sürecin anlaşılması ve tanımında sorun yok. Şükrü Erbaş örneğinin de önümüze koyduğu gibi sorun her deneyimin şiir deneyimi olduğu ön onayı (önkabul, hipotez) ve bunun düzeneklerinde. (Genellikle de toplumsal…) Elbette her deneyim şiirleşebilir deneyimdir ama her deneyim şiir deneyimi değildir. Yoksa her insan ediminin adı şiir olurdu. İnsanın şiir dışında sayısız anlatım yolu, uygulaması var. Şiir bazen en iyisidir ama her zaman değil. Deneyimi şiirleyen, şiir başlığı altına sokan nedir sorusudur asıl soru. Bu sorudan şiir odağında aynı biçimi kullanan ayrı içeriklerin ya da tersine aynı içerikleri taşıyan ayrı biçimlemelerin benzer türel başlıklar altında toplanıp toplanamayacağına geçmemiz gerek. Sözlü halkçıl anlatımlardan yazılı günümüz anlatı ve biçimlerine eşbiçimli (homoformik) nice anlatı yapısı kolayından günümüzde taşıdığı anlamda bir tür başlığı altına sokulur. Oysa halk şiiri dediğimiz sonradan yazılanmış sözlü, koşuklu anlatımlar bile bugünün şiir dediği şeyden başkadır ve olmalıdır da. Yalnızca işlev ya da yapı benzerliği, hatta izleksel anıştırmalar tüm koşuklu anlatıları şiir yapmaz. Birebir biçimsel benzeşimler bile yerine getirdikleri apayrı işlevlerinden ötürü aynı türden yapı öğesi olarak görülemez. Öte yandan toplumsal-ekinsel soykütüğün (genom) algıyı yöneten birikimi şiire yeltenen günümüz şairini yüzyılların koşuğuna ısrarla çağırır (Sirenlerin dayanılmaz sesi, çağrısı). Bir tuzaktır ve tam bu noktada ‘folklor şiire düşmandır’ (Cemal Süreya). 80’den bu yana egemen şiir doğrultumuza baktığımızda şiir tasarılarının geçmişin sözlü kalıtımsal (genetik) altyapısına yatkınlığının, 70’lere değin yaşanan çağcıl Türk şiir deneyimine karşın arttığını görüyoruz. Şair, temsilcisi olduğu toplumun geneli gibi yeni dünya, yurt, ülke, toplum yaratma sevdasından isteyerek ya da istemeden vazgeçmenin bedelini önce kendine dönüp yönelip içlenerek, sonra derin, yerleşik, kökensel seslere, kalıplara yaslanarak ödemektedir. Elbette tümü değil. Belli aralıkta, eşikteki şairler için söylüyorum bunu. Köken, başlangıçların sesi, yitirilmiş anayurt çağrısı, özlemi gibi duyulur. Yaralı bereli kabuklar kat kat soyulur atılır, hakikat arayışı şiirin neredeyse yöntembilimine dönüşür, o denli uzakta olmadığı anlaşılan tekil hakikat bağlılıkla (sadakat, vefa), daha önce atlanmış değerbilirlikle, doğrudanlık ve yalınlıkla, düz sözle, düzün düzü ortaklanmış (anonim) imgeyle ve çapaksız düzdeğişmecelerle (metonimi) ilişkilenir. Bilgeliğin eski (kadim) dili, ununu elemiş eleğini asmış şairin geleceksiz (kalmış) diline ulanır. Eskiden şairin tekili, beni ayraç (parantez) içine alınır şiir dünyada savaşa, cenge salınırken şimdi tüm boku püsürüyle dünya ayraç içine alınıp şiir geriye kalan bene sarılır, kuşanır. Yazıdan söze dönülür bir bakıma, şimdi duyulur duyulmaz bir sesle yitirilen dünyanın, davanın, yoldaşın, ömürlük eşin ağıtı başlar, şiir yasa bürünür, yasın sesi olur. Artık anmayla, yaşatmayla, umutsuz seslenişlerle örülü bir genotipin dışavurumudur. Söz geri gelmiştir, avuntu istemez ve beklemez, kimse için değil kendi için sözdür, çünkü seslenilmek istenecek kimse yoktur dışarıda. Ölülerimiz, yitiklerimiz içimizde, derindedir ve sesimizi içimize akıtmak, kendimizi az az yitirdiklerimizin ardından yitip gitmeye salmaktır işimiz, yani şiirimiz. Çünkü şair şiir yazar. Ne yaparsa yapsın yaptığı şiirdir. Ama şiir nedir? Şiir kimin yası, ağlatısı, yitiği, ağıtıdır?

Şiir birinin ve onun yaşadığının ve daha yaşayacaklarının şiiri olabilir mi?

Bir küçük alıntı:


Bir çürümenin ortasında
Utancımıza tutunmuş
İyi şeyler düşünerek
Yaşamaya çalışıyoruz.” (İyi Şeyler Düşünmek, s.12)

 


[1] Şükrü Erbaş; İnsan Bir Eksik Sözdür (2021), Kırmızı Kedi yayınları, İkinci basım, 2021, İstanbul, 75 s.

PAYLAŞMAK İÇİN