Orhan Pamuk’un yazınsal monarşisi

Oyuna katılmak istemeyebilirsiniz. Sizi zorlayan yoktur ama halkanın içinde, okur da olsanız oyunun kurallarına uymak ve yazar sizin için nasıl bir yazgı öngördüyse, yani ne anlamanızı, düşünmenizi umduysa onu yaşamak zorundasınız. Yazar (tanrı) haklıdır. Ya siz?

ZEKİ Z. KIRMIZI

Orhan Pamuk’un yerleşik(leşmiş) yazınsal seçimi kendisini ayrıca anlatıcı konumundan dışa vurur. Çıkış noktası ya da gerekçesi değişmez. Ele geçirilmezlik ve oyun kuramı. Ama bir ayracasıyla (istisna). Onun oyununda tüm oyuncular eşittir ama biri dışında, yani en üstteki anlatıcımız: yazar. Hayvanlar Çiftliği’nin[1] domuzlar arasında egemen olan ilk ilkesini anımsıyoruz. Üstelik yazarımız anlatıcısını sonuna dek özgür bırakır ama her koşulda en arkadaki anlatıcının, yazarın saltık egemenliği böylece pekişir, daha güçlenir. Görünürde kendini (ya da temsilini) masaya, kurgusunun ortasına az çok önlemsiz, sakınımsız süren bir yazara cesaretinden ötürü hayranlık da duyabilirdik. Eğer örtük taktikler dizisi bizi, yazarın koruma altına alındığına ilişkin son yargıya taşımasaydı. Hitchcock’un filmlerinin girişlerinde kendini şöyle bir göstermesindeki anlam ardçağcı bir girişim olmanın dışında bakışın düzenlenmesi ve oyuna çağrı olarak yorumlanabilir. Aslında her türden anlatının tarihi anlatıcısı (ve dolayısıyla ya da doğrudan) yaratıcısıyla gizli/açık ilişkilidir. Böyle olması doğaldır ve yadırganamaz. Ayrıca ‘demokratik’ bir yazınsal çözüm olarak da sunulmamalıdır bize göre. Sorunumuz ise her uygulamada bu ilişkinin işlevselliği arkasında yatan siyasal (yazın siyaseti anlamında) seçimdir. Yazar anlatıcısını kurgusuyla öyle değil böyle ilişkilendirerek yapıtının nasıl algılanmasını ummuştur?

Yazarın tanımdışı yerlemi

Yazarımızın tüm bağlamları tek ve seçili iki boyutlu bir düzleme yansıtması  ve bu yüzeydeki izdüşümlü örneklem üzerinden anlatılar oluşturması bir yandan yalın çizgisel hep buradalık, biz bizelik, saydamlık duygusu ve yakınlığı oluştururken, anlatıcılar da aynı düzlemde yürütülerek oyuna katılır, öykünün eşit parçası izlenimi verirler.

Soruya değişik yaratıcılar elbette değişik yanıtlar verir ve birçoğu da geçerlidir. Orhan Pamuk’un da özgün yazın siyaseti, seçimini tutarlı biçimde gerekçelendirir diye düşünmek zorundayız. Öte yandan iç tutarlılık genel bağdaşım ya da oydaşım anlamına gelmez ve alt bağlamın doğrusu eşanlı olarak üst bağlamın doğrusu olmayabilir. Bunu anlamak için yazarımızın yazınsal tutumuna bakmak, genelin içinde bir yazınsal öğenin kullanılma, yorumlanma biçimini irdelemek gerekir. Yazarımızın tüm bağlamları tek ve seçili iki boyutlu bir düzleme yansıtması (projeksiyon) ve bu yüzeydeki izdüşümlü örneklem üzerinden anlatılar oluşturması bir yandan yalın çizgisel (grafik) hep buradalık, biz bizelik, saydamlık duygusu ve yakınlığı oluştururken, anlatıcılar da aynı düzlemde yürütülerek oyuna katılır, öykünün eşit parçası izlenimi verirler. Ama bu iki boyutlu evreni sınırlayan, kuşatan, öyküyü derli toplu ve anlaşılır biçimde düzenleyen, anlatıcıyı da masaya tüm yıldırıları (risk) göze alarak süren ve ilk devinimi başlatan saltık bir çerçeveci, bir egemen söz konusudur. O oyun kurucudur. Tüm oyun onun tasarımının uygulamasıdır ve oyunun tüm kuralları, önemli önemsiz diye ayrılmadan saltık istencine (irade) boyun eğmek zorundadır. Kurgusunun tek tek herhangi bir parçasıyla yer değiştirmeyi kimse usundan bile geçiremez. Büyük bağlam içinde kurgunun parçası olan okur da aynı Orhan Pamuk baskısını omuzlarında tüm ağırlığıyla duyumsar. İçinde nedenselliğin yalınca işlediği öykü, iç evreni dışında bir ilk nedene tartışmasızca bağlıdır ve onun istencine ancak boyun eğebilir. Bir yazar olarak yapıtını ve yapıtının toplumbilimini rastlantılara elbette bırakamaz. En sonunda hesap getirilip onun önüne konulacaktır, dolayısıyla çağcıl (modern) dönem boyunca bu erk (anlatıcı/yazar) konumuna ilişkin tartışmada yazarımız başa dönmüş, bunca netameli ve el atanın istediği yere sorumsuzca taşıdığı (Yorumun tarihini ve belli ölçülerde okumaları kastediyoruz.) vurgun yemiş, orası burası açık kalan yerinden çözülen anlatılar meselesine, anlatım uygulayımıyla ilgili olarak kendi açısından sınır çekmiştir. Onun yapıtı Orhan Pamuk’un yapıtıdır ve onun istencinin, öngörüsünün ötesinde çekiştirilmeye beklenildiğince açık değildir. İpin ucunu son çözümde elinde tutmak istemektedir. Yazar kişi olarak güncel kaygıları kuşkusuz bir ölçüde, kendi anlatısında yazar erkini ve onun tartışılmaz, oyun üstü konumunu haklı çıkarabilir. Ama ayrıca yüzyıllardan beri gelen ve anlatıcısını yaralamış, delik deşik etmiş tüm çağcıl (modern) anlatı örneklerinden epeyce hasarlı çıkan ortalama okurun engebesiz düzlükler, kolaylık, tinsel teslimiyet eğilim ve arayışları da bu klasik, her şeyi bilen ve yöneten Tanrı anlatımıyla geldi bir yerde (burada) buluşmuş oldu. En arkadaki egemen anlatıcı yazarı ve onun egemenliğini özlemiş(miy)iz sahiden. İşte tam da böyle, onun istencine kendimizi bırakıp sürüklenmek, tuttuğumuz her parçası elimizde kalan, artık tuttuğumuz şeyi bile anlamadığımız dünyada işimizi kolaylaştırıp avunmamızı sağlıyor, bir yerlerde hâlâ irili ufaklı tanrılar olduğuna göre yerimize onların sorumlu tutulmasını isteyebiliyoruz. Bu kitlesel ve güncel gereksinimi, dünya ölçekli toplum tinini kavrayanlara ne mutlu! Herkese istediği ölçekte, boyda, gereksinimine göre bir tanrı vardır ve biz geceleri rahat uyuyabiliriz.

 

Kurgusal anlatıcı katsayısı

Yeri gelmişken yazarımızın son romanı Veba Geceleri’nden alıntılarla anlatıcı ve yazar konumuna ilişkin birkaç gözlemi yapmış olalım:

Tarihimizin ve hikâyemizin daha iyi anlaşılması için üç yıl geriye gitmek ve bugün Vali Paşa’yı siyasi olarak zorlayan ve kişisel olarak çok huzursuz eden ‘Hacı Gemisi İsyanı’ olayını anlatmak istiyoruz.” (VG, 101)

Vali’nin bu son sözünün kehanetimsi bir yanı olduğunu okurlarımızı meraklandırmak için ekleyelim.” (VG, 156)

Çiftin mutlulukla seviştiğini söylerken bir tarihçinin dikkatiyle konuşuyoruz.” (VG, 174)

Hem Minger’de hem de daha sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde paşalar, şeyhlerden daha güçlüydüler elbette ve modern Türk ve Minger laikliği buna dayanır. Ama biz karantina yasaklarına halkı ikna edebilmek için Vali’nin alttan almasını bugün gerçekçi ve yerinde bir siyasi tutum olarak görüyoruz.” (VG, 214)

Kolağası, meczuba takılmadan yoluna devam edince, bu sefer hem ne kadar mutlu hem de ne kadar talihli olduğunu bir kere daha düşündü. Kişisel duyguların ve kararların tarihi belirlediği küçük bir ülkenin hikâyesini yazdığımız için bu mutluluğu vurguluyoruz.” (VG, 219)

Bu o kadar derin ve korkutucu bir sorundu ki, kimse bizim şimdi yüz on altı yıl sonra bu kitapta yaptığımız gibi onu adlandırmıyordu. Bir kulun Allah’ı gözünün önüne getirememesi, tasavvur edememesi gibiydi bu!” (VG, 243)

Pakize Sultanın mektupları hiçbir Minger tarihinde yer almayan bu bilgileri en yakın gözlerden, ağızlardan anlatmaktadır. Buna rağmen Kolağası’nın bunu yaparken ne düşündüğünü biz bile anlayamadık ve belki en çok orada romancı olmaya çalıştık. Çünkü en sonunda biz de bütün Minger milleti gibi, Kolağası Kâmil’in adanın dışında bir hayat düşünmediğini, kendisini milletine adadığını biliyoruz. Geriye kalan tek makul yorum aslında Kolağası Kâmil’in karısını adadan kaçırmak istemediğidir.” (VG, 253)

Tören için gelmiş telaşlı misafirlerin Kolağası’nın elindeki bayraktan yayılan ışıkla büyülendikleri önce Minger gazetelerinde, sonra da tarih kitaplarında belagatle çok yazılmıştır: Milliyetçi heyecanın, tarih ile edebiyat, efsane ile gerçek, renk ile manası arasındaki ayrımı kaldırdığı yerdeyiz şimdi. Olaylara biraz daha dikkatle ve biraz daha ağırdan alarak bakacağız.” (VG, 320)

Belki de bu kitapta hiçbir şey Pakize Sultan’ın yirmi sekiz yıl hapis yatan babasının cenazesi kadar hazin değildir. Kendisi ecdadım olduğu için (büyükanneannemin babası) olduğu için burada nesnel bir tarihçi gibi değil duygusal bir romancı gibi konuşmak istiyorum.” (VG, 503)

Romanda (Veba Geceleri) kurgusal anlatıcı katsayısı en az üçtür, belirtelim, arkadaki yazar Orhan Pamuk’u saymazsak.

Kuklacı kukla yerine geçmez ama…

Tabii Orhan Pamuk’un kurmacasında anlatıcı ve yazar sesini tümüyle kavradığımızı ve çözümlediğimizi savlıyor değiliz burada. Okuru olarak çerçeveleme, örgüleme, vb. konularında ödünsüz tutumu geriye doğru okunup bizleri anlatıcısına bakmaya zorladığında en arkada kendini daha az tartıştıracak kerte ve amaçlı olarak anlatısının içine anlatıcılar sürdüğüne, böylece de yazınsal monarşisinin yazı (kurgu)içi demokrasi gibi görünmesine şaşırmıyoruz. Basamaklanım (hiyerarşi) asla bozulmaz. Kuklacı kukla yerine geçmez ama sahneye yaratıcının, yazarın temsili olan kuklası da sokulur. Böylece en gerideki yaratıcı (tanrı) daha görünür değil görünmez kılınır. Yazarımızın karayerginin (ironi) sınırından geri dönmesi ya da teğet geçmesinin nedeni de budur. Alay, gülmece, dalga geçme bolca yer alsa da Orhan Pamuk yapıtı hiçbir zaman yaratıcısıyla şakalaşmaz. O, yazarın temsili anlatıcı kuklalarını öne sürdükçe daha geriye çekilmekte, soyut egemenliği, erkiyle yapıtını ‘bu böyledir’ olarak sunabilmektedir.

Kuklacı kukla yerine geçmez ama sahneye yaratıcının, yazarın temsili olan kuklası da sokulur. Böylece en gerideki yaratıcı (tanrı) daha görünür değil görünmez kılınır.

 

Anlatıcı anlatısını tam olarak da üstlenmez. Bir ayağıyla ilişkili kalır. Her an kurgudan çıkmaya, sözü yazara ya da bir başka anlatıcıya, hatta kurgu kişisine bırakmaya hazır, eğreti bir duruşu vardır. Zorunluluğu öyle tartışmalıdır ki çabası zaman zaman okuru gülümsetir. Hatta benim gibi bir anlatıcı da ben ne görüyorsam öyle görür, hafiflik buluşması ve ortaklaşmasıyla yapıtın savı, tezi çözülüp eritilir. Bütün bunlar bizim gibi sıradan insanlar, anlatanlar, algılayanlar, aktaranlardır. Çok da ciddiye almasak olur, elbette kurgunun içinde gezindiğimiz süre boyunca. Ama yazar tümümüzün çevresine içine sığacağımız yarıçaplı halkayı çizmiştir ve o çemberin içinde ancak büyük istencin öngördüğü yazgımızı bir Yezidi inancıyla yaşayabiliriz. Oyuna katılmak istemeyebilirsiniz. Sizi zorlayan yoktur ama halkanın içinde, okur da olsanız oyunun kurallarına uymak ve yazar sizin için nasıl bir yazgı öngördüyse, yani ne anlamanızı, düşünmenizi umduysa onu yaşamak zorundasınız. Yazar (tanrı) haklıdır. Ya siz?

Neden anlatıcı siyaseti böyledir yazarımızın? Çünkü yazar olarak erkinin tartışılmasını istememekte, yaratma sürecini böyle algılamakta ve algılatmaktadır. Öte yandan onu böylesi bir anlatıcı siyasetine iten şey inançla ilgili (teolojik) bir kaygı da değildir gerçekte. O küçük tanrı olmakla değil, böyle algılanmakla, gizemine ‘akıl sır’ ermez bir yaratıcı güç (demiurgos) olarak tanınmakla ilgilidir. Etkileyen ama etkilenmeyen, yaşamların gündelik izlerini süren ama yaşam çizgilerinin dışında, erişimsiz bir ötedenlik, siz çamurunuz içinde debelenin, beni bulaştıramazsınız, konumu, ayrıcalık da sağlıyor bir yandan. Daha önemlisi, bizi kuşatan somut dünyamız içinde ne kendimizi ne dışarıdaki dünyayı duraylılaştıramayan (sabitlenme) gelgitli, çalkantılı, karmaşık evren imgesi bu uzak, yukarıda, tepede yazarın dokunulmaz nesnelliğiyle, bir kitaba nesne olarak varıncaya dek, duraylılaştırılıp ele avuca gelir oluyor. Yazar tıpkı işinin uzmanı gibi olguya duygularından arınık, yansız, gözlemci gibi bakabiliyor. Bu yapıtın içinden baştan sona ve okuru kararsızlığa sürükleyen bir serinlik, hatta yer yer soğukluk biçiminde sızarak okuru ürpertiyor. Ama okur, duygularıyla Orhan Pamuk evreni içinde tam özdeşleşme, örtüşme yaşayamıyor. Bir yana (taraf) dönüşemiyor. Sanki onun dünyasına nötrön bombası atılmış, bomba canlıların bedenlerini olmasa bile tinlerini yok etmiş, onları birer gölge temsilden ibaret bırakmış gibi. Bunu Brechtçi yadırgatma etkisine bağlayabilir miyiz?  Sanmıyorum. Yazarımızın özdeşleşmeyi kırmaya dönük bilinçli bir anlatı siyaseti olmadığı gibi tersine romanlarında çizdiği insanlar askıda giysilermiş, okur da kendisine uyanı alıp giyerek onun yerine geçer, roman kişisinin yazgısını kaldığı yerden sürdürebilirmiş gibi ‘tuhaf’ bir biçimsel özdeşleşim önerisi hep canlı tutulmaktadır.

(Sürecek)


[1] George Orwell; Hayvanlar Çiftliği (Özgün dilde ilk basım:1945).

 

PAYLAŞMAK İÇİN