Yoksa hiçbir Nazi kimsenin kapısına dayanmasın diye mi insan ruhuyla uğraştı

Freud, 1938 yılında kapısına dayanan Nazileri karşılayana kadar hayatının büyük bir bölümünü kendisini tanımaya adamış bu insan, bu süre zarfınca budalalara özgü o muhteşem ruh durumuyla bir adım ötesini bile görememiş midir?

 

KAAN POLATLAR

Freud, kurucusu olduğu psikanaliz teorisiyle gerçekten sarsıcı bir bilinçsel devrim yapmış olmasına karşın, onda dikkat çeken unsurlardan en başta geleni, çağının sosyal ve siyasal altüstleri karşısında hemen hemen hiçbir şey söylememiş olmasıdır. Onun, siyasal addedilebilecek en ciddi tepkisi, Yahudi olmasından kaynaklanan akademik kariyerine ilişkin haksızlık imaları ve hassasiyetleridir.  Bu türden duyarlılıklarını naif ifadelerle geçiştirse bile gerçekte, “psikanalizin heyecan verici yeni buluşlarına yönelik kaçınılmaz muhalefeti oldukça önemli oranda şiddetlendiren şeyin antisemit önyargılar olduğuna inanıyordu.”[1]Bunun dışında, politikaya dair dikkat çekecek hiçbir şey yazmamıştır.

Bu tavrını belki de korkaklığından ziyade, insan psikolojisi üzerine yaptığı incelemelere, insanın doğuştan kötü olduğuna, onda açılmamış bir tür “Pandora’nın Kutusu”nun bulunduğuna ve bu kutunun açıldığı vakit, içinden hangi kötülüklerin çıkabileceğinin hayal bile edilemeyeceğine ilişkin belki de gizli bir kibir bulunuyordu.

AÇIK BİR BİÇİMDE “DİNSİZ”

Aslında Freud, tıp doktoru olmanın getirdiği bilimsel formasyonun sağladığı temkinle, insan hakkında “iyi” ya da “kötü” kavramlarını kullanmaktan imtina etse de onu kalıp yargılara sıkıştıranlar, kendi öğrencileri ve ardılları olmuştur. Onun bulanıklaştırdığı şey, “iyi” ve “kötü” kavramları değil, normal ya da ruh sağlığı yerinde insanla, sapık ya da hastalıklı insanlar arasındaki herkesin çok iyi bildiğini sandığı sınırlar hususundadır.

Freud’un sosyal olaylara karşı garip ilgisizliği de hemen hemen günümüz insanınki gibidir. Marx ve Darwin’in yaşadığı bir çağda gençlik dönemini geçirmesine rağmen Freud’un bu gibi düşünürler hakkında –en azından benim bildiğim- hiçbir çalışması veya atfı yoktur. Oysa Freud’un gençlik yılları da Marx’ınkine benzer. O yıllardan bakıldığında Marx gibi ne parası ne de geleceği olan biriydi, üstelik dindar ve zengin Yahudi çevreler açısından din hakkındaki görüşleri kabul edilebilir değildi. Tıpkı Marx gibi o da zengin, varlıklı ve aynı zamanda dindar bir ailenin kızıyla evlendi. Üstelik fikirlerinde ısrarcıydı. Nitekim o zamanlar nişanlı olduğu müstakbel eşine yazdığı bir mektupta, kayınbiraderini kastederek, “Eli, senden nasıl bir dinsiz yaratacağımı hiç bilmiyor,” deme cüretini gösteriyordu.[2] Yani o zamanki tavırları tahakkümcüydü. Kendini bu denli açık bir biçimde “dinsiz” olarak tanımlamasına rağmen Profesör Hammerschlag’dan İbranice ve Kutsal Kitap’ı öğrenmişti.[3] İleriki yaşlarında tanıdıkları arasında son derece belirgin hale gelen kendini Musa ile özdeşleştirme eğilimi de vardı.[4] Aslında onun en ünlü kuramı olan Oidipus kompleksinin çekirdek kavramının, Eski Yunanlı tiyatro yazarı Sofokles’in “Kral Oidipus” eserinden ziyade Tevrat’taki ünlü Âdem ile Havva’nın cennetten kovulma hikâyesine daha çok benzediğini bir kitabımda belirtmiştim.[5]

KOLERA KADAR UYUMSUZ

Onunla başlayan ve şekillenen kuramı, Birinci Dünya Savaşı öncesinde psikanalizi sarsan muhalefet fırtınası koptuğunda büyük oranda Yahudilerden oluşuyordu. Bu nedenle psikanaliz yönteminin muhalif çevrelerce bir nevi Yahudi hareketi olarak görülmüş olduğunu biliyoruz. Freud, her ne kadar kendini “dinsiz bir kâfir” olarak ifade etse de, ben, psikanaliz kuramının Tevrat’taki pek çok hikâye ve olgunun mükemmel bir tefsiri olduğuna inanıyorum. Bu durumda Ernest Jones’in, kendi kendine sorduğu, “Psikanalizin yalnızca bir Yahudi tarafından mı bulunabileceği sorusunun”[6] yanıtı “evet” olmamakla birlikte bu kuramın en büyük sorununun, fazlasıyla dinsel öğelerle kuşatıldığını ve bunun da nedenin Freud’un dinsel kimliği olabileceğini söyleyebilirim.

Onun kişiliğinin temel çizgilerinin oluşmasında uzun yıllar çektiği ağır yoksulluğun payı vardır. Altı yıl süren nişanlılığının süresinin uzunluğunun tek nedeni, evlilik için ayrı bir eve gerekli parayı bir türlü denkleştirememesiydi. Bu sırada kendi ailesi neredeyse açlık sınırında yaşıyordu. Bütün sağlıklı görünümüne rağmen bazı kronik rahatsızlıklar ara ara onu yokluyordu. Hayattan alması gerekenleri çok zor kazanan pek çok insanda görüldüğü gibi, onda da gündelik hayatın zorluklarıyla baş etmek için gerekli biyolojik enerji; yorgunluk, hastalık ve kaygılarla bölünüyor, manik depresif ruh durumu peşini bir türlü bırakmıyordu. Bu ruh durumunun en belirgin özelliklerinden biri, en ihtiyaç duyulan anlarda gerekli neşenin yüz çevirmesiydi. Nitekim bir akşam, yaşlı dostu ve gençlik yıllarının hamisi varlıklı Breuer’in evinde gençlerin dans edişini, kendi de o yıllar genç olmasına rağmen nişanlısı Martha’ya yazdığı bir mektupta şöyle tasvir eder:

“Korkunç baş ağrımdan ve uzun, çetin ayrılığımızdan sonra bu gençliğin, güzelliğin, mutluluğun ve neşenin beni nasıl çılgına çevirdiğini tahmin edebilirsin. Bu gibi durumlarda çok kıskanç olduğumu söylemeye utanıyorum; ikiden fazla insanın olduğu hiçbir toplantıya  -en azından önümüzdeki birkaç yıl- katılmamaya karar verdim. Gerçekten huysuz durumdayım ve hiçbir şeyden haz alamıyorum. Toplantı, aslında son derece hoştu; çoğunlukla on beş ile on sekiz yaş arasında kızlar vardı ve bazıları çok güzeldi. Bu tabloda kolera kadar uyumsuzdum.[7]

KENDİ İZLERİNİ ARAMA TUTKUSU

Ne kadar da tanıdık geliyor değil mi? En azından Türk filmlerinde genellikle Kadir İnanır’ın canlandırdığı tipleme, herkesin eğlendiği bir gece kulübünde çatık kaşları ve memnuniyetsiz ifadesiyle eğlenceye katılmaktan uzak durur ve çoğunlukla bir şeyleri düşünür gibi dalgın dalgın bakar, ama aslında çevresinde gördüğü bir şey yoktur. Daha ziyade kendi iç dünyasıyla meşguldür. Dalgınlığını, onun bu halini çekici bulan bir kadının ilgisi böler. Bu tiplemenin daha çekingen ve fakir versiyonunu İbrahim Tatlıses canlandırır. Oysa Freud’un bu uyumsuz sessizliğini merak edip yanına yaklaşan bir kadın olmamıştır. Hatta kendi de farkındadır ki bu neşeli havaya hiç uymayan bir uyumsuzluk ve soğukluk yaymaktadır.

Freud, kendisinin de ifade ettiği gibi kıskançlık duygusunu yoğun olarak yaşamaktadır. Belki böyle küçük ev partilerinin tertipleyicisi, bir ev sahibi olabilmekten ne kadar uzak olduğunu ve evlilik gibi en insani taleplerini bile gerçekleştirebilmek için daha ne kadar zorlu çalışmalarla isteklerini ertelemesi gerektiğini ister istemez hatırlatmış olmalıdır. Parasız birinin böyle ortamlardan keyif almaması gayet akla yatkındır. Zaten Freud da “karşı cinsi önemseyen biri değildir.” Ama biyografisini yazan Ernest Jones’un da vurguladığı gibi, “Bunun acısı âşık olduğunda çıkacaktır.”[8]

Her âşık gibi kendisini bıkkınlığa, bezginliğe ve karamsarlığa sürükleyen her türlü olumsuzluktan, ancak sevgilisinin aşkından kaynaklandığını sandığı bir enerjinin kurtaracağını sanacaktır. Ama Freud da bu olağanüstü enerji kaynağını saçma istek ve benlik gösterileriyle söndürme aptallığının kıyısından dönmüştür. Çünkü bencilliği, bu naif sevgilide bile kendi izlerini arama tutkusunu ateşlemiştir. Nitekim Martha’dan “kendi görüşleri, duyguları ve niyetleriyle tam olarak özdeşleşmesini” istemektedir. “Onda kendi ‘damgasını’ görmediği sürece Martha gerçekten kendisinin olamazdı.”[9]

DOĞAL İÇGÜDÜLERİ BASKILAMA ALIŞKANLIĞI

Bu ifadelerden de anlıyoruz ki Freud, yirmili yaşlarda ortalama bir Türk erkeğinden pek de farklı olmayan bir dar kafalılığa sahipti. Bu konuda daha pek çok benzerlikler bulabiliriz ama bir tek, kendisi hakkında uzun mektuplarında verdiği bilginin bolluğu hariç… Çünkü edebiyata düşkün bu gencin yazma tutkusu, sıradan bir Türk erkeğinde bulunabilecek bir özellik değildir. Üstelik de en karmaşık fikirlerini bile ifade edebilecek bir edebi üsluba daha o zamanlar sahip olduğunu fark ettikten sonra, bu iddiayı sürdürmek saçma olur. Ama biz yine de bazı benzerlikler üzerinden gitmeye devam edelim: Freud’un en dikkat çeken özelliklerinden birisi de siyasete ve sosyolojik gerçeklere olan ilgisinin azlığı olduğunu başta belirtmiştik. Tam bu noktada halktan bahsettiği bir mektubu, onun belli-belirsiz bir sınıf algısına sahip olduğunu gösterir. Mektupta şunları yazar:

Güruh (halk –y.n.) itkilerini açığa vuruyor ve biz kendimizi bu haktan yoksun bırakıyoruz. Bunu bütünlüğümüzü korumak için yapıyoruz: onları, kendimizin de ne olduğunu bilmediği bir şey için saklıyoruz. Ve bu doğal içgüdülerin sürekli olarak baskılanması alışkanlığı bize arınmışlık niteliği veriyor. Ayrıca daha derinden duyumsuyor ve dolayısıyla kendimizden çok fazla şey istememeye kalkışıyoruz. Neden sarhoş olmuyoruz? Çünkü akşamdan kalmalığın rahatsızlığı ve utancı bize sarhoş olmanın verdiği hazdan daha fazla “hazsızlık” veriyor. Neden her ay tekrar âşık olmuyoruz? Çünkü her ayrılıkta kalbimizden bir şey kopuyor. Neden herkesle dost olmuyoruz? Çünkü bir dostun yitirilmesi ya da onun başına gelen herhangi bir talihsizlik bizi acı bir biçimde etkiliyor. Yani bizim çabalarımız haz yaratmaktan çok acıdan kaçmakla ilgili. (…) Tüm yaşam biçimimiz, en korkunç yoksulluktan korunacağımızı ve sosyal yapımızın kötülüklerinden kendimizi kurtarma yolunun her zaman açık olduğunu peşinen kabul eder.”

SALT FAKİRLİK İNSANI SOSYALİST YAPMAZ

Freud, bütün yoksulluğuna rağmen her şeyin daha iyiye gideceğine, en azından bu konuda, yeterince azmedip çalışırsa, önündeki yolu kat edebileceğine inanan bir küçük burjuvadır. Bu satırları yazdığı sırada henüz 27 yaşındaki Freud, ileride kendisine ün kazandıracak olan psikoloji alanına bile girmemiştir. Ama bir gün, üzerinde büyük bir sıkıntı yaratan yoksulluğunu da bitirecek hekimlikle ilgili mesleki başarıya veya üne sahip olacağına ilişkin umudunu hiç yitirmemiştir.  Dolayısıyla salt fakirliğin insanı sosyalist ya da halkçı yapacağına ilişkin inancın ne kadar yersiz olduğunu Freud, o zamanki ruhsal durumuyla bize kanıtlamış olmaktadır. Umutla yaşayan, ama umudunu eğitimine borçlu bir sınıfın varlığını bu sözlerden anlıyoruz, gerçekte küçük burjuva denilen böyle bir sınıfın ekonomik olmaktan ziyade psikolojik bir yapı olduğunun da farkına varıyoruz. Aynı psikolojik farkındalıkla Freud, kendisininkinden farklı bir halkın (kitlenin) da var olduğunu şu sözleriyle ifade eder:

“(…) İnsan, Das Volk’un (halkın –y.n.) bizlerden ne kadar farklı düşündüğünü, inandığını, umut ettiğini ve çalıştığını görebilir. Bizimkinden bir biçimde farklı bir sıradan insan psikolojisi vardır. Bu insanların bir arada yaşama istekleri de bizimkinden fazladır: bizler için birinin ölümüyle dünya yıkılırken, bir yaşamın diğerinin devamı olduğu inancıyla yaşayanlar yalnızca onlardır.”[10]

Freud, daha sonraki mesleki kariyerini ve bugün bütün dünyanın onu tanımasını sağlayan kuramını, tam da içinde bulunduğu sınıfa özgü, kaybetme korkusu yüzünden hazdan kaçınmak için aslında onu bilinçaltına “bastırdığını” tespit ederek inşa edecektir.

A POLİTİK BİR FREUD

Şimdi en baştaki sorumuza gelelim: Freud’un gerçekten de dünyanın en zor günlerinde neden yazılarında hemen hemen hiçbir politik tespite yer vermediği muammasına bir daha dönmek icap edecektir. Freud’un sadık tilmizi ve en önemli biyografisinin yazarı Ernest Jones’a göre, “Freud politik olayları değerlendirirken herhangi biri gibiydi, bu konuda daha keskin görüşlü ya da aksine daha anlayışı kıt değildi. Olayları izlerdi, ama kendi çalışmasının gelişimini etkilemedikleri sürece onlara yönelik özel bir ilgisi yoktu.”[11]

Gençliği, Marx ve Engels’in ideolojisinin geniş kitlelerce benimsenmeye başlandığı bir döneme rastlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nı yaşamış, 1917 Rus Devrimi’ne şahit olmuş, Lenin’le aynı dönemi paylaşmış, İtalya’da Mussolini önderliğindeki Faşizmin, Almanya’da ise Hitler’in iktidara gelişinin tanığı olmuştur. Dünya’nın bu en kritik evresinde Freud’un biyografisini kaleme alan Ernest Jones, yedi yüz küsur sayfalık kitabında onun siyasi görüşü hakkında sadece şu paragrafı yazar:

Freud, zamanının yerel haberlerini ve politikayı izledi, ama onlarla fazla ilgilenme gereği duymadı. Sosyalist Parti’nin önerdiği daha ilerici reformları destekledi, ama sosyalizm yandaşı değildi. Hükümet çevrelerine giren kardeşi Alexander, sosyalizme şiddetle karşıydı, ama Freud onun tiratlarını yalnızca sessiz bir tebessümle dinlerdi. Seçimlerde asla Sosyalist Parti’ye oy vermedi –kuşkusuz onun muhalifi ve şiddetli bir antisemit olan Hıristiyan Sosyal Parti’yi de desteklemedi. Freud’un bölgesinde bir ya da iki kez aday çıkaran küçük bir Liberal Parti vardı; bu partinin seçime girdiği zamanlarda Freud oyunu ona kullanırdı.[12]

PSİKANALİZ KURAMININ ISTIRAP VEREN NEVROZU

Dünyanın altüst olduğu bir dönemde yaşamasına karşın siyasete olan ilgisizliğinin gerçek bir açıklaması olması gerekir. Belki de en büyük ipucu onun dünyayı algılama biçimindeydi. Birinci Dünya Savaşı’nın, onun geçinme ve çalışma şartlarını etkilemeye başlamasından sonra, gönderdiği mektupta Freud şunları yazıyordu:

“Tuhaftır ki, tüm bunlarla birlikte oldukça iyiyim ve keyfim yerinde. Bu, insanın iç mutluluğunun, dış gerçekliğe ne kadar az ihtiyacı olduğunun bir kanıtı.”[13]

Freud’un bu sözleri aslında teorisinin de en büyük açmazını göstermektedir. Çünkü nevrozlu hastalarında ve kendinde deneyimlediği, giderek “normal” denilen insanda da izlerinin olduğunu söylediği cinsellik kuramında, cinsel enerjinin akışını bozan travmaların da aslında bir dış etkiden kaynaklanmış olabileceğine ilişkin ipuçlarını görmezden gelir ve bütün sorunu cinsel enerjinin doğasıyla sınırlandırır. Yukarıdaki sözlerinden, bu sınırlamayı bilinçli olarak yaptığını ya da belki kuramını daha da parlatmak için “dış gerçekliğe” gözlerini tamamen kapadığını anlıyoruz. Bu bariz eksikliğe sebep, belki de üzerinde çalıştığı psikanaliz kuramının asıl belirleyicisinin kendisine ıstırap veren nevrozudur. Gençlik döneminden beri peşini bırakmayan ve dönem dönem ciddi depresyonlar şeklinde kendini açığa vuran bu nevroza karşı ancak 1897 yılında giriştiği özçözümlemesiyle (41 yaşında) bugün onunla özdeşleşen kuramının temel çizgilerini bizzat kendinde ve çocukluk anılarında yakalamıştır.

Peki, bu özçözümleme ne zaman sona erdi? Doğrusu bu sorunun cevabını öğrencisi ve onun üzerine yazılmış en kapsamlı biyografinin yazarı Ernest Jones, şu şekilde vermektedir:

“Bu bölümün başlığında yalnızca başlangıç tarihi verildi. Bunun nedeni, Freud’un bana, gününün son yarım saatini bu işe adayarak, kendisini analiz etmeye asla ara vermediğini söylemesidir.”[14]

EN BÜYÜK GİZEMİN ÖZNESİ

Böylece gerçeği çok çarpıcı bir biçimde anlıyoruz. İnsan bir ömür boyu kendisiyle bu denli meşgul olursa ya da olmak zorunda hissederse gerçekte toplumsal olana ilgi göstermek için geriye hiç zamanı kalmayacaktır. Aslında Freud’un yaşamı milyonlarca insanın bir prototipi gibidir. Hiç kimse onunla kıyas edilecek kadar bu alanda kayda değer bir fikir geliştirememiş olsa da, çevremizdeki çoğu insan bir bakıma onun ruh durumunu temsil etmektedir. Çünkü insanlar ömürlerinin çoğunu, kendi duygularını anlamakla, makul sandıkları bilinçdışı arzularının simgesi haline gelen nesne ya da kavramların peşinden koşmakla geçirmektedir. Dolayısıyla sosyal olaylarla ilgilenebilecek hiç zamanları yoktur. İnsanoğlunun bütün o muhteşem başarılarına, bilimde, teknolojideki ilerlemesine rağmen insanca yaşayabileceği idari yapılar kuramamasının, hayatımızı kolaylaştıran teknolojinin bir gün hayatı bitirecek kadar canlı yaşamına düşman hale gelmesinin, yoksulluğun, kıtlığın, savaşların ve daha pek çok musibetin üstesinden gelememesinin en büyük nedeni budur. Çünkü insanlar, ömrünün büyük bir bölümünü aslında sadece kendini anlamaya hasretmekte, ama çoğu da içindeki çözümsüzlüklerin üstesinden gelemeden bu dünyadan göçüp gitmektedir. Bir bakıma Freud, en büyük gizemin öznesi gibidir. 1938 yılında kapısına dayanan Nazileri karşılayana kadar hayatının büyük bir bölümünü kendisini tanımaya adamış bu insan, bu süre zarfınca budalalara özgü o muhteşem ruh durumuyla bir adım ötesini bile görememiş midir? Yoksa bir daha hiçbir Nazi, hiçbir kişinin kapısına dayanmasın diye insanın ruhundaki en karanlık güçleri tanıyıp tedavi etmekle mi uğraşmıştır?  Bunun yanıtını vermek gerçekten zor, ama yine de siyasete ve sosyal olaylara ilgi göstermek bir anlamda (ama mutlak anlamda değil) sağlıklı bir ruh durumunun da göstergesidir diyebiliriz.


KAYNAKÇA

[1]Ernest Jones, Freud-Hayatı ve Eserleri, Kabalcı Yayınları, s. 509

[2] A.g.y., s. 127

[3] A.g.y., s. 169

[4] A.g.y., s. 360

[5] Kaan Polatlar, Tevrat’taki Ütopya

[6] Ernest Jones, Freud-Hayatı ve Eserleri, Kabalcı Yayınları, s. 509

[7] A.g.y., s. 176

[8] A.g.y., s. 169

[9] A.g.y., s. 133

[10] A.g.y., s. 191

[11] A.g.y., s. 467

[12] A.g.y., s. 467

[13] A.g.y., s. 485

[14] A.g.y., s. 310

PAYLAŞMAK İÇİN