Yıl 1919. Mustafa Kemal, Mazhar Müfit’e “Parlamenter Sisteme Geçiş”in yol haritasını not ettiriyor!

Mustafa Kemal’in Mazhar Müfit’le Erzurum’da paylaştığı sırları hatırlamanın, bugüne bakışımıza ışık tutacağını umuyorum. Çünkü o sırlar, yüz yıl öncesinde yakılmış ve hâlâ yolumuzu aydınlatan birer ışıktır.

 KÖKSAL ÇİFTÇİ

 

Mustafa Kemal ile Mazhar Müfit arasında 1919’da gerçekleşmiş olan aşağıdaki sohbeti buraya taşımamın nedeni, bu büyük insanın, yani Mustafa Kemal’in günümüz politik yaşamına hâlâ inisiyatif koyuyor, yön veriyor olduğuna inandığımdandır. Metni, Mazhar Müfit Kansu’nun Türk Tarih Kurumu’nca 1997’de yayımlanmış “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” adlı anı kitabından, dönemin atmosferini yansıtacağını umarak olduğu gibi, güncellemeden aktarıyorum.

Mazhar Müfit, 1919 yılının Bitlis valisi; ilginç, içten, naif bir adam.

Bir gün Ferit Paşa Hükumeti onu azledip İstanbul’a çağırır. Gizleseler de amaçları, İngilizlerin baskısıyla onu “Ermeni Tehciri” olayının “günah keçisi” olarak yargılamaktır. Hem bu niyeti sezdiği hem de Saray’ın emperyalist ülkelerle ilkesiz ilişkisinden hoşlanmadığı için emre uymaz, at sırtında altı günlük uzaklıktaki Erzurum’a doğru yola çıkar. Amacı Mustafa Kemal’le görüşmektir. Eğer anlattıkları aklına yatarsa burada kalacak, yatmazsa Batum üstünden ilerleyip önce Azerbaycan’a geçecek, oradan da Enver Paşa’ya ulaşacaktır. O Erzurum’a vardığında Mustafa Kemal henüz gelmemiştir, yoldadır. Görüştüğü Kazım Karabekir, Paşa’yı beklemesini, mücadeleye omuz vermek için bu topraklarda, Erzurum’da kalmasını önerir. Mazhar Müfit, kuşku içinde olsa da öneriyi kabul eder, bekler, gelince Mustafa Kemal’le tanıştırılır. Bu tanışıklık onun için yeterli olur ve orada, Erzurum’da kalır.

Erzurum’da paylaşılan ve uzun süre saklanan sır

Mustafa Kemal ile Mazhar Müfit yalnız dost değil, sırdaş da olurlar.

Erzurum Kongresi bitmiş, Sivas Kongresi hazırlıkları başlamıştır. Sabahın dördü ya da beşi. Mustafa Kemal, karargâhın üst katındaki masasının başında; Makedonya’dan, askeri rüştiye yıllarından yakın arkadaşı Süreyya Yiğit ve yeni yol arkadaşı Mazhar Müfit de yanındadır. Sohbet etmektedirler. Laf lafı açar, konu ilginç bir noktaya evrilir; şöyle:

“Paşa, emirber Ali’ye seslendi:

– Ali, kahve yap bize.      

Ali kahveleri getirinceye kadar, Süreyya Yiğit’in:

– Muvaffak olduktan sonra dahi iş bitmiyor Paşam, memleketin namütenahi çalışmaya ve inkılaplar vücude getirmeye ihtiyacı var. Şeklindeki mütalaası ile mevzu, memleketin sosyal bünyesine intikal etti. Paşa vatanın kurtulmasından sonra Cumhuriyet ilanının şart olduğu hakkındaki mütalaa ve inanını bir kere daha sağladıktan sonra:

– Mazhar not defterin yanında mı? Diye sordu.

– Hayır Paşam. Dedim.

– Zahmet olacak amma, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel. Dedi.

Nerede ise sabah olacaktı. Fakat onun yanında iken dünya, gecesi gündüzü olmayan bir alemden ibaretti. Binaenaleyh, uyku ihtiyacı da yoktu. Hemen aşağıya indim. Not defterini alıp geldim.

O, hatıra defterime ve günü gününe her hadiseyi not edişime hem memnun olur, hem de bazen latife etmekten kendisini alıkoyamazdı.

– Hafızalarımız zayıfladığı zaman Mazhar Müfid’in defteri çok işimize yarıyacak.

Derdi.

Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını birkaç nefes üst üste çektikten sonra:

– Amma bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin. Şartım bu.” Dedi.

Süreyya da, ben de:

– Buna emin olabilirsiniz Paşam. Dedik.

Paşa, bundan sonra:

– Öyle ise önce tarih koy! Dedi.

Koydum: 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı.

Tarihi sayfanın üzerine yazdığımı görünce:

– Pekala, yaz! Diyerek devam etti:

– Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce de bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir.

– İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.

– Üç: Tesettür kalkacaktır.

– Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.

Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu, gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu.

Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.

– Neden durakladın? Deyince:

– Darılma amma Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var. Dedim, gülerek:

– Bunu zaman tayin eder. Sen yaz. Dedi. Yazmaya devam ettim:

– Beş: Latin hurufu kabul edilecek.

– Paşam kafi kafi. Dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edası ile:

– Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter! Diyerek, defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım. İnanmıyan bir adam tavrı ile:

– Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam edecekseniz hoşça kalın. Diyerek yanından ayrıldım.

Mustafa Kemal, arkadaşlarıyla Erzurum’daki çalışma masasında. Soldan, Erzurum Valisi Münir Akkaya, Dr. Refik Saydam, Mustafa Kemal, Süreyya Yiğit, Mazhar Müfit. Portreler, Süreyya Yiğit ve Mazhar Müfit.

Hakikaten gün ağarmıştı. Süreyya da benimle beraber odadan çıktı. Fakat, burada ve bu anda hadiselerin beni nasıl tekzip ve Mustafa Kemal’i teyit ettiğini, daha doğrusu Mustafa Kemal’in beni nasıl bir cümle ile hapt ve mahcup ettiğini itiraf etmeliyim.

Kaçıncı maddedeyiz Mazhar Müfit?

Çankaya’da akşam yemeklerinde birkaç defa:

– Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine Erzurum’da tesettür kalkacak, şapka giyilecek, Latin hurufu kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman defterini koltuğunun altına almış ve bana hayalperest olduğumu söylemişti. Demekle kalmadı, bir gün mühim bir ders de verdi.

Şapka inkılabını ilan etmiş olarak Kastamonu’dan dönüyordu. Ankara’ya avdet ettiği anda otomobille eski meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanmadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisinin başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne? Fakat, kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisine de şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı ve birden:

– Azizim Mazhar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun? Deyiverdi!

Bu bir latifeydi, fakat, mahcup eden bir latife.

Ve hakikaten bu büyük adam geceleri gündüzlere katarak düşünmeyi, milli bünyenin tahammülünü bilmiş, her şeyin zamanını hesaplamış ve zamanı iradesine ram edebilmişti.

Benim o gün hayal ve masal diye karşılayarak not ettiğim her madde, zamanla birer hakikat abidesi olarak karşımda bütün endamı ile boy gösteriyordu!” (s. 130-132 arası)

Mustafa Kemal’in notları ve altı partinin yol haritası

Sanırım lafı CHP’nin önderlik ettiği altı partinin “Parlamenter Sisteme Dönüş” ya da “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Geçiş” çalışmalarına getirmek istediğim anlaşılmıştır.

Çünkü çalışmanın ilk gününden beri pek çok sosyal demokrat, sol, sosyalist, komünist sevdiğimiz, dostumuz, yoldaşımız “Atatürk’ün adı anılmadı”, “Programda kamulaştırma yok”, “İttifak uğruna CHP sağa teslim oldu”, “Dincilerin bu ittifakta ne işi var”, “HDP, başka bir deyişle Kürtler bu ittifakta neden yok” içerikli söylemlerle endişelerini dile getirdiler. İşin gerçeği şu ki, yoldaşlarımızın bu söylemlerle yaptıkları alternatif çalışmalarını, kitleler karşısında fazla ciddiye alınır bir karşılık bulmadığından önemsememiştim.

CHP önderliğinde “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Geçiş” çalışması için bir araya gelen altı parti lideri, İlk Meclis’in kabul ettiği 1921 Anayasası’nı ortak payda olarak belirledi.

Fakat, 04 Mart 2022 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Ali Sirmen’in, sözü edilen mutabakat metninde “laikliğe” vurgu yapılmadığını ısrarla söylemesi ve “Bu gerçek kavranmadıysa 6 değil, 36 parti bir araya gelse demokrasi konusunda en ufak bir umut bile saflıktan da öte bir bekleyiş olur” ifadesini kullanması, yanıldığımı, bu ve benzeri görmezden geldiğim düşüncelerin nerelere kadar genişlediğini anlamama yetti.

Bu nedenle ben de konuya bir yerinden girme gereği duydum; şöyle:

“Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” başlıklı mutabakat metninin 14. sayfasındaki “Yeni Bir Sistem Öneriyoruz” başlığıyla yapılan açıklamada “Bununla birlikte ülkemizde hiçbir zaman gerçek anlamda çoğulcu demokrasiye geçiş de mümkün olmamıştır. 1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir.” ifadesini kullandıklarını gördüm.

Bazı dostlarımızın bu yaklaşımın anakronik olduğu eleştirisine katılmıyor, tersine söz konusu bu 1921 Anayasası vurgusunu bir hayli önemsiyorum.

Okuyanlar görmüştür mutabakat metninde 1921 Anayasası’na övgü yapıldıktan sonra hemen 1961, 1982 Anayasalarının, 2007 köklü anayasa tadilinin eleştirisine geçilmiştir.

İnkılap Tarihçileri ve anayasa uzmanları iyi bilir, Mustafa Kemal hayattayken Büyük Millet Meclisi eliyle 1921 Anayasası bir, 1924 Anayasası ise yedi kez değişikliğe uğramıştır.

Nedeni, sözünü ettiğimiz anıların şu ayrıntısında gizlidir:

Erzurum Kongresi üyeleri oy birliği ile başkan seçince Mustafa Kemal kürsüye çıkar, hilafete, padişaha övgülerle ve dualarla biten bir teşekkür konuşması yapar. Sırdaşı Mazhar Müfit şaşkınlık içindedir. Günün akşamında ikili arasında şu konuşma gerçekleşir:

“- Paşam, nutkunuzun sonunu müftü efendinin duası gibi bitirdiniz. Dedim.

“Bu tarz konuşmamı hoş gördüğü için sadece güldü ve:

“- Maksadını anlıyorum, anlıyorum amma, şimdi vazifemiz halkı, vatanı ve esir Padişahı kurtarmaya inandırmaktan ibarettir. Cevabını verdi ve ilave etti:

“- Zamanında hiçbir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiçbir şeye uzaktan yakından tevessül etmemek başlıca dikkatimizi teşkil etmelidir.” (c1, s85)

Mustafa Kemal, bu prensibini asla bozmamış, zamana yayıp ileride Altı Ok başlığı altında toplanacak olan devrim ilkelerine adım adım ilerleyerek günü geldikçe, toplumsal zorunluluk oluştukça milletin iradesinin tecellisi olan Meclis’e, yıl be yıl, yedi anayasa değişikliğine mal olmasına bakmaksızın bir bir onaylatmış, tüm ülke insanının ulusal emanet olarak sahip çıkmasını sağlamıştır.  

1924 Anayasası’nı Kurucu Meclis yedi kez değiştirmiş

Uzmanı olmadığımdan hukuk sürecine girmeyeceğim. Ama 1921 Anayasası’ndan 1924 Anayasası’na geçiş ve 1924 Anayasası’nda yapılan yedi değişiklik hakkında doyurucu bir fikir oluşturması amacıyla süreçten bir ayrıntıyı özetleyerek aşağıya aktarmak istiyorum.

Büyük Millet Meclisi 1921 Anayasası’nda “Türkiye Devleti” ibaresini kullanmakla yetinmişti. Çünkü Padişah, halife olarak hâlâ tahtında oturmaktaydı. Mustafa Kemal, 17 Kasım 1922’ye dek hiçbir girişimde bulunmadı. O gün Vahdettin İngiliz gemisine binince olayların ilk aşaması olgunlaştı. Yumuşak geçiş için Meclis, 19 Kasım 1922’de Abdülmecit’i halife seçti. Hem halifenin emperyalistlerle sıcak ilişkiye geçmesi, kendini Meclis’in üstünde görmekte ısrar etmesi, hem de bazı üyelerin Meclis’in emrediciliğini hiçe sayarak yeni halifeye itaat eder tavırlarda bulunması, ikinci aşamayı oluşturdu. 3 Mart 1924 günü teklif verildi ve -itiraz edecek yalnızca bir milletvekili kalmıştı artık- hilafet ve saltanat kaldırıldı. Beş yıllık bekleme sonunda Mustafa Kemal, Mazhar Müfit’e not ettirdiği maddelerin en önemlisini, yani “laiklik” ilkesini 1924 Anayasası’na sonunda koymuş oldu. Kaldı ki bu anayasa yapılırken Mustafa Kemal, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınsın diye Meclis’e “her Türk seçme ve seçilme hakkına sahiptir” ibaresini içeren bir teklif sundurdu. Fakat Meclis Genel Kurulu -o kıvamda olmadığından- itiraz etti, öneriyi “her erkek Türk” olarak değiştirdi. Mustafa Kemal burnunun dikine gitmek yerine sabrı, bu maddenin kabulü için de yılların geçmesini beklemeyi seçti.

“Her Türk seçme ve seçilme hakkına sahiptir” önerisini “her erkek Türk seçme ve seçilme hakkına sahiptir” olarak değiştirmiş olan Meclis’e, zaman içinde kadınların seçme ve seçilme hakkını kabul ettiren Mustafa Kemal, 1925’te “hanımların da erkekler gibi şapka giymeleri” ricasında bulunmuştu.

1924 Anayasası, yedi kez işte bunun için değiştirildi.

Öteki türlü “hazır güç bizde” denilip tepeden dayatmayla uygulamaya sokulsa ya Mustafa Kemal’in kişisel özlemi ya da meclisteki Kemal yanlılarının gurup programı olarak algılanacağından, meclisten geçse de devrimlerin, Altı Ok ilkesinin beş on yıllık ömrü olacaktı.

CHP önderliğindeki altı partinin 1921 Anayasası vurgusunu bu bağlamda atılmış bilinçli bir adım olarak değerlendiriyor ve Mustafa Kemal’in “millet iradesi her şeyin üstündedir” anlayışını güncelleyerek egemen kılmaya çalıştıklarına inanıyorum.

Umarım yanılmıyorumdur.

 

PAYLAŞMANIZ İÇİN