O da ne? Kasabaya yerleşir yerleşmez yeni yeni hayal kırıklıkları yaşamaya başlar. Aldığı ev berbat hâldedir ve benim Didim’de düştüğüm esnaf badirelerine tutulur
SAMİ GÜNAL
Organik ilişkilere yaslanan her şeyin tadı eskiden güzeldi nostaljisi, doğa yasasına dönüşmüş durumdadır. Yitirdiği iyilikleri yerinde bulamayınca yolculuklara çıkası gelirmiş insanın.
Yolculuk, edebiyatın pek sevdiği bir konudur. İlla seksen gün olması gerekmiyor. Üç aşağısı beş yukarısı da olur. 80 Günde Devriâlem, yapılıp dönüleni de var hiç dönülmeyeni de. Türlü türlü yol var, yolculuk var. Keşif yolculukları, kutsal yer yolculukları… İsteyenler İpekyolu’na dahi çıkmıştır. Bunların hepsi esas itibarıyla ilmidir. Her şey ölçülü biçili.
Edebiyat, ölçülü biçili bilimlerden uzak olanlar için de var.
Temel bilimlerin kapağını dahi açmadan yerin altını üstünü, denizlerin içini dışını, gökyüzünün fersahlarını edebiyatla tanıyanlar yok mu?
Örneğin şu İtalyan Dante, “İlahi Komedya”sında düşsel de olsa nerelere yolculuk yapmaz ki? Cehennem ile Cennet’e derken bir de her ikisinin arası Araf’a. Bilime ne gerek var (!) işte edebiyat sizlere gösterip öğretmektedir.
Yolculuk deyince hepimizin aklına Evliya Çelebi, Piri Reis, Cervantes, Marco Polo, Jules Verne gelmez mi hemencecik? İsteyen uzatabilir.
Bizim Nâzım Hikmet “Manzaralar” üzerine “Memleket” gezisine çıkartmaz mı bizi?
Yahya Kemal’in “son yolculuğa” çıktığı “Sessiz Gemi”sini es geçmeyiniz.
Ya şu otobüsün içerisinde ona doğru gittiğim Halikarnas Balıkçısı’nın “Mavi Sürgün”ü ne? ‘Baba adam’ı anınca hemen aklımda bir de “Ana Kadın” belirdi. Tabii ki “Mavi Yolculuk”u önümüze süren Azra Erhat’tır o.
Hani mesela şu gah milletvekili gah konuşmacı olarak tanıdığınız Mustafa Balbay bir modern seyyahtır.
Bizim “Mahsuni Baba” dertlidir.
“Seyyah olur pazar pazar gezer de satamaz.” kendini.
Yolculuğun dönüleni iyi de ya dönülmezse?
Hani hepimize zaman zaman esme gelir ya nostalji kahrıyla, başımı alıp çekip gitsem, diye. İşte kapıldığımız o havaya geçiş için, izlemediğim ama bir arkadaşımın anlattığı filmden bir anekdot desteği alayım.
Bir hemşire, evini barkını satıp iş bulduğu orman içindeki kasabaya taşınır. Geride bıraktığı hayatı hayal kırıklıklarıyla dolu olduğu için gittiği bu kasabada yeni bir hayata başlama hayali kurmaktadır. O da ne? Kasabaya yerleşir yerleşmez yeni yeni hayal kırıklıkları yaşamaya başlar. Aldığı ev berbat hâldedir ve benim Didim’de düştüğüm esnaf badirelerine tutulur.
Bıraktığımız yerdeki geçmişimize sırt dönüp bir yolculuğa çıktığımızda samimiyetlerle dolu sıcaklıklar içerisinde yaşayacağımız umududur bizi bu yolculuk macerasına sürükleyen.
Gel gör ki hayal kırıklıklarını gerinizde bırakamazsınız; yine de kaçınılmazı yaşayacaksınız. Neden derseniz, ortak coğrafyanın kısa erim çıkar çelişiklerinin yarattığı tipolojiler tek bir mahalde değil, tüm yüzeydedir. Toplumsal üretim ilişkileri ne hâl ise her yer insanı -yerel özellikler saklı kalmak kaydıyla- aynı demektir.
Eğer baş dinleyip ulvi bir üretim gibi (kitap, oyun vb.) özel bir nedenle değilse esas itibarıyla küçük yerlere kaçışlarımızın temelinde yatan asıl beklenti kendimizi küçük yerleşim yerlerinde daha değerli hissetme sanımız olsa gerek.
Şu da bir gerçek ki uzun yolculuklar, (ya da yerleşimler) insanı içsel değişimlerin olması, oldurulması gerektiği inancıyla baş başa bırakır. Bu da kendimize yapabileceğimiz iyi şeyler için bir fırsattır. Bir riski de bağrında taşır. Steril bir çevre kuramazsanız katmerli bunalım olabilir.
Gittiği yerde iyi insanlarla iyi dönüşümler yaşadıkça eski yaşamına uzaktan bakarken kavrayacağı şeyler vardır. Önemli olan önemsiz, önemsiz olan önemliye dönüşebilir.
Üretken entelektüeller sınıfından bir arkadaşım vardı. Şehir değiştirdiğinde tüm çevresini de bırakırdı. Bir tek beni bırakmamıştı. Gün geldi canlı aslına rücu eder, yasasından Kafkalaşınca ben onu terk ettim.
Şuraya geleceğim. İnsanı, ilişkide olduğu beş insanın ortalaması olarak kabul eden yaklaşım var. Buna ben de inanırım.
İnsanın uzak yollara kaçmasının asıl sebebi, kendisinin “kendisi” olmasını engelleyenlerden kaçıyor olması, olmasın?
Tam yeri gelmişken halk edebiyatımızdan bir dize koyayım.
“Sözde ben bir insan olmaya geldim!”
Der iken,
İnsan vardır insan olduğunuzu duyumsatan; insan vardır insanlığınızı çökerten.
İşbu hâlden umulmadık yaşantılara gark eylenirsiniz.
Yine bir tatil yazısında aynı şiirine sığındığım Melih Cevdet’le sesleneyim.
“Bir misafirliğe gitsem /
Bana temiz bir yatak yapsalar /
Her şeyi, adımı bile unutup /
Uyusam…”
Ya da
Oraya varanda,
“Kalktığımda yatağım hâlâ lavanta koksa /
Kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar /
Nerde olduğumu hatırlamasam /
Hatta adımı bile unutsam…”
paylaşmanız için