Yazdığı her dizede halkın acılarını dile getirdi

Nasıl düşündüyse öyle yaşadı Enver Gökçe. Nasıl yaşadıysa da öyle düşündü ve yazdı… Enver Gökçe’nin şair kimliği siyasal kişiliğini, siyasal kişiliği şair kimliğini geliştiren iki önemli olgudur. Ne salt bilinç, ne salt duyarlık; bir yanda bilinç öte yanda duyarlık…

ALİ EKBER ATAŞ

951 Tevkifatı’nın hükümlülerinden biri de Bilal Şen. Aynı kitapta, Bilal Şen ile de Halil Yalçınkaya hakkında söyleşi yapılıyor. O söyleşide, şu küçük, ama kendinde büyük sır barındıran bir anıya değiniyor:

“Hapishanede Halil Yalçınkaya, yaşlı arkadaşlarıyla candan yoldaşlık ilişkileri içinde değildi. Her zaman Enver Gökçe ile volta atıyordu. Hatta Adana Asri Cezaevi’ne giderken bile; Yalçınkaya, Enver Gökçe ile kelepçelenmişti. O zaman bizleri ikişer ikişer kelepçelemişlerdi…”

Acaba, bu iki komünistin, birbirleriyle sıkı hapishane dostluklarının temelinde, Mühri Belli’nin, “İkisi de köylü onların. İkisi de kurnaz köylü.” sözleri ile Vedat Türkali’nin, üstüne basa basa söyledikleri “köylülüklerine” (!) dayanıyor olmasın sakın!

HAPİSTE İKİ GRUP; İŞÇİLER VE AYDINLAR

TKP’nin tüm kadrolarıyla, üç ilde açığa çıkarılması başlı başına, “vaka”, eskilerin demesiyle. Başka bir “vaka” ise, içerde gruplaşmalardan kaynaklı karşılıklı suçlamalara girişmiş olmalarıdır. Bu suçlamaların sonucunda başlayan bu yarılma, dışarda da, ileride yeni bir sürecin fitilini ateşleyecek koşullara gebedir. 951 Tevkifatı’yla gelen ve yedi yıl mahkûmiyetle sonuçlanan davanın karşılıklı “çözülme” suçlamalarıyla devam ettirilmesinde, her iki grup birbirini suçlarken, hiçbiri de bir özeleştiride bulunmuyordu. Davanın kahramanları konuşmayınca, ikinci, üçüncü kişilerin dava ile ilgili görüş bildirmeleri “abesle iştigal” olurdu, eskilerin demesiyle. Ne ki, bu süreçte kimi yazılıp çizilenler, bu tartışmalarda tarafların birbirini suçlayan ifadelerini okudukça, haklı ya da haksız konuşulanlar konusunda fikir beyanında bulunmaktan geri durulmadı elbet.

Mihri Belli

Benim bu yazdıklarıma da, bu ifadelerimden ötürü karşı çıkanlar olacak elbet. Olmalı da. Bu konu ne kadar çok tartışılır, gündemde tutulursa, bizim ulaşamadıklarımıza, bizden sonra gelecek, benden daha meraklı ve araştırmacı gençler, bu işin üzerine gideceklerinden kuşku duymuyorum.

Mihri Belli, Adana’da tutuklu kaldıkları yıllara ilişkin, kendisiyle, Zileli Halil Yalçınkaya hakkında yapılan bir söyleşide, hapishane günlerinden, bazı yaşananlar hakkında şunları söylüyor:

“Biz hapiste yaklaşık 7 sene beraber yattık. Hapiste iken 2 grup idik. İşçiler ve Aydınlar Grubu şeklinde. Biz Merkez Komitesi olarak İşçiler Grubunda idik. Aydınlar Grubu, “Eylem yapmayalım, dikkat çekmeyelim” diyordu. Yani fincancı katırlarını ürkütmek istemiyorlardı. Mesela bazen arama olurdu. Aramayı sadece bizim tarafta yaparlardı, diğer tarafta arama yapmazlardı. Cezaevi yönetimi bizim gruptan zayıf gördükleri kişileri alırlar ve;

“Sen yanlış taraftasın. Bunlar seni takip ediyorlar. Sen öteki tarafa, Aydınlar Grubu’na geç” şeklinde ayartmaya çalışırlardı…” [1]

RASİH NURİ’NİN ANLATTIKLARI

Aynı kitabın, özet sayılabilecek notları bölümünde, 1936-42 yılları arasında Komintern’in TKP Merkez Komitesi’nin çalışmalarını durdurması kararı ile ilgili şunlar yazıyor:

“T.K.P. için alınan Separat Çalışma Kararı: T.K.P., 1936 yılında az kalsın Komintern tarafından tasfiye ediliyordu. Türk Delegasyonu’nun ısrarı üzerine, ‘Separat Kararı’ diye bilinen karar alındı. Bu, Parti’nin âdemi merkeziyetçilik karar idi ki, uluslararası nedenlere dayanıyordu.

“Sovyetler Birliği, yakınlaşan Dünya Savaşı konjonktüründe, Türkiye Hükümeti ile sorun çıkartabilecek bir T.K.P. istemiyordu. Ayrıca, üyelere, C.H.P.’ye ve Halkevleri’ne sızma direktifi verildi. Bu durum, 1942’de Anti Faşist Demokratik Cephe kurmak kararı alınıncaya kadar sürdü. Kaldı ki, Atatürk’ün vefatından az sonra, Sovyet dostu Atatürkçü dış politika da sona ermişti…”[2]

Özellikle bu kararın alınmasındaki asıl nedenin, satır aralarından okuduklarımız şu yönde:

Atatürk ile başlayan Sovyet dış politikasının, Sovyet hükümeti tarafından korunması ve aynen sürdürülmesinin bir sonucu olduğunun altını çizmekte yarar var. Bu bağlamda, Enver Gökçe’nin, Niyazi Berkes-Behice Boran-Pertev Naili Boratav üçlüsünün yönetiminde çıkan “Yurt ve Dünya”dan önce, “neden Ülkü’de” çalışmaya başladığı sorusunun da yanıtı verilmiş oluyor. Çünkü bu, “Separat Kararı”nın salt TKP ile sınırlı ve TKP’ye özgü alınan bir karar olmadığını öğreniyoruz, anlatılanlardan. Daha çok, çağın içinde bulunduğu, dünyanın hızla savaşa sürüklendiği bu koşullarda yeni bir denge politikasının zorunluğunun bir sonucu olduğu gerçeğine götürür bizi. Olay ve olguları kendi koşulları içinde görüp değerlendirmek, yanlışa düşürmekten alıkoyacaktır bizi. Bu konuda sözü, aynı kitapta Rasih Nuri İleri’nin anlattıklarına bırakalım:

“Dünyadaki bütün Komünist Partiler, buna Rusya Komünist Partisi de dâhil, hepsi Komintern’in birer şubesi olarak yer alır. Örneğin Fransız Komünist Patileri’nin birinin ismi SFİC (Section France de’İnternationale Commüniste)’dir. Bunun Türkçe anlamı Komünist Enternasyonalin Fransa Şubesi’dir. Diğeri de SFİO (Section France de’İnternationale Ouvriere)’dir. Bunun da Türkçe anlamı İşçi Enternasyonalin Fransa Şubesi’dir. Enternasyonal, bilindiği gibi 2. Enternasyonal olup, halen Ecevit ve Baykal da buranın üyesidirler. Yani bu sadece Türkiye’ye has bir durum değildir. Bütün Komünist Partiler bir merkezden yönetiliyordu.” [3]

MEHMET ERGÜN’ÜN YAZDIĞI ÖNSÖZ

Bütün bu zorlu dönemlerin ardından, 70’li yıllarda Enver Gökçe’nin yeniden konuşulmaya başlaması, şurda burda yayımlanmış dergilerde kalan şiirlerinin gündeme getirilmesiyle, 1972 yılı olmalı, kitlelerle tekrar buluştu. İlk kitabı “Dost Dost İlle Kavga” 1973’te Yücel Yayınları’ndan çıktı. Enver Gökçe’nin yeniden gündeme gelmesi, bazı çevreleri rahatsız ettiği muhakkak. Gökçe ve şiirleri, önce Asım Bezirci’nin MAY Yayınları’ndan 1968 yılında çıkardığı “Dünden Bugüne Türk Şiiri” adlı antolojisinde yerini aldı. 30 yıl aradan sonra, Kasım 1973’te toplu şiirleri basıldı. Yücel Yayınları’ndan “Dost Dost İlle Kavga ve Rubailer” kitabı büyük ilgi gördü. Mehmet Ergün’ün kitaba yazdığı önsöz yazısı, ortamı germeye yetti. İyi ki yazmış Mehmet Ergün, o enfes yazısını. Enver Gökçe’nin, yeniden gençler arasında bilinir olması, şiirlerinin elden ele dolaşmasında şiirlerinin bir kitapta toplanması kadar, bu kitaptaki Ergün’ün kaleminden çıkan muhteşem yazı da, en az kitap kadar etkili olmuştur. Çok cesur bir yazı. Alkışlıyorum…

Gökçe’nin uzun hapislik ve sürgünlüğünün ardından, birden bire bomba gibi bir kitapla, toplu şiirleriyle kitlelerin karşısına çıkması, heyecan yaratır. Başlayan bu yeni sürecin ilk döşeme taşları, 1960’lı yıllarda Asım Bezirci’nin ısrarlı çabası sonucu döşenmeye başlar.

Enver Gökçe ile Mehmet Ergün bir söyleşi sırasında. Fotoğraf: Mehmet Ergün arşivi.

Asım Bezirci “Temele Gül Dikenler” kitabına da (Evrensel Basım Yayın, Ekim 1997, s. 112) aldığı, Gökçe’nin 35’inci yıldönümünde yapılan bir anma toplantısındaki konuşmasında şunları söylüyor:

“1968’deydi, May Yayınevi benden bir antoloji hazırlamamı istemişti. Adı Dünden Bugüne Türk Şiiri olacaktı. Antolojiyi hazırlarken –toplumcu olsun olmasın- sanatında değerli gördüğüm şairlerimizin ürünlerini de eski dergilerin tozlu yaprakları arasında çıkararak kitaba aldım.”

AYRINTIDA SAKLANAN BÜYÜK TARİH

Gökçe’nin edebiyat ve sanat dünyasına ilk olarak, doğduğu “Çit Köyü”nü anlattığı ve Ülkü’nün 16 Mart 1943 tarihli 36. sayısında yayımlanan yazı ile adım attığını yeni kuşaklar pek bilmez. Bu konuda o denli yanlış yapıldı.  Burada, güncellemesini yaptığımız bu küçük ayrıntıda saklanan büyük tarihi, ayrıntılarıyla daha önce Mehmet Ergün, tartışmaya yer bırakmayacak bir netlikte kaleme aldığı inceleme yazısında anlattı. Yazı, Berfin Bahar’ın, Kasım 2016 tarihli 225’inci sayısında yer aldı. Özellikle, Gökçe ve şiiriyle ilgilenen genç kuşak şair ve araştırmacılar için, iyi bir başlangıç yapacakları bir yazı olduğunun altını kalınca çizmeliyim. Başka yazıları da oldu. Yine Berfin Bahar’ın Eylül  2018   tarihli 247. sayısındaki “Enver Gökçe’nin Ahmet Arif üzerindeki şiirsel etkisi” adlı yazısı, yine Berfin Bahar’ın Kasım 2018 tarihli 249. sayısındaki “Enver Gökçe’nin masal çevirileri” ile yine masal çevirileri üstüne daha önce, Evrensel Kültür’ün Nisan 2016 tarihli 292. Sayısında yer alan incelemeleri, genç araştırmacılar için olduğu kadar, hepimiz için de birer başvuru kaynağı, belirtelim.

Mehmet Ergün, Gökçe konusunda bir dolu yanlışlar üzerinden yapılan bu tartışmaları ortadan kaldıran yazılarında, ayrıntılarıyla değinmişti. Teknolojinin ezber tarihi bu çağda, bellekler, eskilerin demesiyle “hafızayı beşer nisyan ile maluldür” sözünün hem doğruluğunu hem de bu doğruluğun “öğretilmiş çaresizliğe” dönüşmemesi adına, aradan geçen bu dört yıl içinde unutulmuş olabileceğini düşünerek yaptığım(ız) bu güncellemeyle, deyim yerindeyse “fabrika ayarlarına” dönmüş durumda.

EN VERİMLİ ÇAĞINDA

Enver Gökçe, yazı ve şiirlerini, yayımlamayı sürdürdüğü yıllar 1943-48 arasındadır. 20 Kasım 1951’de tutuklanmasından bir hafta önce, Yeryüzü dergisinin 15 Kasım 1951 tarihli 3. sayısında “Sanat ve Sanatçı Üzerine” başlıklı yazısını yayımlar. Gökçe’nin, en verimli çağına girdiği bu döneminde, 51 Tevkifatı ile deyim yerindeyse, şiire kök saldığı bir anda, bütün kökleri ve toprağıyla hapishane denen saksıda kurutulmaya bırakıldı. Yetmedi, dört duvarla çevrili hapishaneden, gökyüzü ve yeryüzü arafında, her yanı açık, yeni hapishanesi sürgünlerde, Metin Demirtaş’ın, “Voltada Bir Türkü” adlı şiirinde dile getirdiği gibi;

“Günün dolar bir gün sen de/Özgürlüğü bir gelin gibi takıp koluna/Çıkarsın/Başlar yeni maceran güneşte/Başlar işsizlik/O en büyük hapishane”ye konulur bu sefer de.

Öyle ki, tek parti döneminde 1940 Kuşağına yaşatılanlar, Adülhamit’in baskı rejimini gölgede bırakan acımasızlıklarla doludur. Abdülhamit bile, sürgüne gönderdiklerinin yazdıkları kendi “hatıratlarında”, sürgün edildikleri yerlerde sahipsiz bırakılmadıklarından, hayatlarını devam ettirecek miktarda para gönderdiklerinden söz ederler. Tek parti dönemi ve sonrasında iktidarı ele geçiren Bayar-Menderes diktatörlüğünde oysa, 951 Tevkifatı sırasında gözaltına alınanlara, sorguları sırasında yapılan insanlık dışı uygulamalar yetmezmiş gibi, insanları sürgünlerde işsizlik ve ölüme götüren açlıkla ödüllendirdiler. ABD baskısının en yoğun ve en kirli oyunlarının tezgâhlandığı 1940’lar dünyasındaki bu karanlık gelişmeler elbet ki Türkiye’de de etkisini gösterecek ve Amerikancılığın temelleri atılacaktır. Bütün bu acımasızlıkların bedelleri de; solcu, sosyalist ve komünist aydın, yazar, şair ve sanatçılara ödettirildi.

Ne adına?

Sırf bu insanlar, ülkelerinin bağımsızlığını savundukları, Türk halkının yoksul bırakılırken, sermayenin sömürü düzenine, büyük toprak sahiplerine, feodalitenin kalıntıları ağalık düzenine başkaldırdıkları için analarından emdikleri süt, burunlarından fazlasıyla getirildi. 

ASIM BEZİRCİ’DEN UNUTULMAZ NOTLAR…

Asım Bezirci’nin kitabı yayımlandıktan sonra, 1969 Varlık Yıllığı’nda, Doğan Hızlan’ın, antoloji üstüne bir yazısı çıkar. Şöyle diyordu Hızlan:

“Nice gençler bu Antolojide yer alan İlhami Bekir Tez, Niyazi Akıncıoğlu, Hasan Basri Alp, Enver Gökçe, Fethi Giray adlarını ilk olarak duyduklarını söylediler.”

Ne yaman bir çelişki mi demeli, yoksa eşyanın tabiatının bir sonucu mudur bu kayıtsızlık ya da farkındasızlık?

Hangi anlamda olursa olsun, demek oluyor ki bu, gençlik yeterince edebiyattan, şiirden, sanattan beslenmek yerine, dönemin koşullarının da bir nebze zorlayıcılığıyla siyasal akımların peşinde, sanatın estetiğini ve kuramını irdelemeye vakit bırakmamış anlaşılan o ki. İdeolojik kamplaşmaların çekim alanlarının etkisi altındalarmış daha çok. İşin bir boyutu bu. Can alıcı asıl boyutu ise, Asım Bezirci’nin “Temele Gül Dikenler” kitabında (Evrensel Basım Yayın) yer alan “Enver Gökçe” inceleme yazısında söyledikleriyle daha berraklaşıp sınıfsal temeline oturmaya başlıyor:

“Bunun anlamı şuydu: Şiirimizin nice değerli sözcüsü toplumunun halk yararına değişmesini istedikleri için, egemen sınıfların ideolojisi ve çıkarlarıyla çatıştıkları için yıllarca edebiyat antolojilerinden, tarihlerinden, yıllıklarında, basınından, radyosundan uzak bırakılmışlardı.  Doğan Hızlan’ın satırları egemen sınıfların devrimci yazarlar üzerinde nasıl amansız bir baskı, sansür ve gölgeleme yaptığını apaçık ortaya koymaktadır. Ama, Tevfik Fikret’in bir şiirinde söylediği gibi, ‘Geceler tulû-ı arşa kadar sürmez,’ bir gün karanlık yırtılır.”

Asım Bezirci

Asım Bezirci, Gökçe’nin şiirleriyle üniversitenin ikinci sınıfındayken karşılaştığını yazar. O da birkaç şiirini okuduğundan söz eder. O dönem, Gökçe’nin, bulunup okunmasının zor olduğunu söylediği şiirleriyle ilgili şu saptamaları, “şairin hayatı şiirine dâhildir” sözünü daha ileriye taşıyor. Şiirde derinleşmesini sağlayan “geçicide sürekliyi, güncelde yaşayanı” şiirine örgüleyen ustalığı, “ülke gerçeklerine geleceğin gözüyle bakmasındaki” ufuk derinliğini kazandıran “devrimci bir görüşle baktığını…, şiiri dünü bugüne, bugünü yarına bağlayacak perspektifte, devrimci görüşle kaleme aldığını…, ulusalla evrenseli birleştirmesini bildiğini” söyler.

Gökçe, şairliğine gidecek yol tutuşunun, verimli dönemine yürüyüşünün adımlarını attığı ilk ürünleri olan yazı ve şiirlerini yazdığı dönem, faşizmin dünyayı kan gölüne döndürdüğü, 70 milyon insanın öldürüldüğü bir savaş dönemidir. Bu savaş, karanlığın aydınlığı, kötülüğün iyiliği, zalimlerin masumları top yekûn yok etmeye kalkıştığı, ama demokrasi mücadelesi veren halkların da faşizme, emperyalizme karşı savaşıydı.

BİR YANDA BİLİNÇ ÖTE YANDA DUYARLIK

Enver Gökçe, bu savaşa karşı salt sanatı, yazıları ve şiirleriyle değil, tüm gövdesi, kasları, aklı, inancı ve vicdanıyla katıldı. 61 yıllık ömrünün 42 yılını bu dava uğrunda adadı. Sanatını, ideolojisine bağlı bir kişilik olarak yürüttüğü siyasi mücadelesi, büyük davasına yürüyüşünün aracı saydı. Nasıl düşündüyse öyle yaşadı, yaşadığı gibi düşünüp yazdı. Gökçe’nin şair kimliği siyasal kişiliğini, siyasal kişiliği şair kimliğini geliştiren iki önemli olgudur. Bir yanda bilinç öte yanda duyarlık. Ne bilinç duyarlığı baskılayıp salt aklın kuruluğunu yansıtan bir şiir yazdırmasına sebep oldu ne de salt duyarlığın aşırılığına kapılıp bilinci gölgeleyen şiirler yazdı.

Duyarlık, bilincin açtığı kanalda taşınırken bir uyum içinde var ederler kendilerini. Arı ile bal arasındaki özdeksel ilişkinin bir benzeri, bilinçle duyarlık arasındaki ilişkide de görülür. Bir kilo bal için, altı milyon çiçeği dolaşan on binlerce arının, çiçekle bal arasındaki maddesel ilişkisi ne ise, sanatçının da bilinç ile duyarlık arasında yarattığı ilişki odur. Biz sanatçının yaşamından yola çıkıp, sanatıyla ne yapmak istediğini, toplumuyla, halkıyla kurduğu ilişkide, halkın yarattıklarına karşılık sanatçının ne koyduğuyla, daha çok ilgilenmek durumundayız. Bu bağlamda Enver Gökçe’ye baktığımızda, şiirlerinin yaşamöyküsü olduğunu görürüz. Çünkü yazdığı her bir dizede, en küçük bireysel acıda, genelin büyüyen sızısıyla buluşuruz.

Enver Gökçe’de şiirin “amaç” ve “araç” ilişkisinde, “amacı” önceleyen, ama amacın da “aracı” ıskalayıp gereksiz kılmayan bir yapıda geliştiğini görürüz.

“Sanatla, bilinçle duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır.” diyor. “Ne salt bilinç, ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri ve sanatı sosyo-politik bir mücadelenin tamamlayıcı araçları olarak görüyoruz.” der, “Kendi diliyle öz yaşamı”nda.

Sürecek


[1] Orhan Yılmaz. Türkiye’nin İlk Komünistlerinden Zileli Halil Yalçınkaya. sf. 23. Veni Vidi Vici Yayınevi, Zile.

[2] a.g.y. “SOLUN KISA TARİHÇESİ,” Sf. 72.

[3] a.g.y. Sf. 30.

PAYLAŞIM İÇİN