Yaşamanın ahlakı; Ernest Mandel’i hatırlamak

SÜLEYMA MURAT DİNÇER

20 Temmuz 1995’te 20. Yüzyılın en önemli Marksist iktisatçılarından  biri olan Ernest Mandel’in 25. ölüm yıldönümüydü. Neredeyse hayatının son günlerine kadar üretkenliğini, eylemciliğini sürdüren Mandel geride yeni kuşaklar da dahil milyonlarca insana kapitalizmi anlamanın, hâlâ direnebilmenin ve başarabilmenin kapılarını açan onlarca kitabını ve yüzlerce makale bırakmıştı.

Gençliğinde Alman faşizmine ve kapitalizme karşı verdiği teorik ve eylemli savaşımları sonucu defalarca hapse atılmış olan Mandel düşünsel ve siyasal alanda bir yanıyla ortodoks bir Marksist diğer yanıyla tarihsel süreç içinde gelişen, ortaya çıkan yeni olgulara her zaman açık kalmayı başarabilmiş bir Marksist entellektüel olarak tanınmıştı. Bir diğer deyişle Mandel’in Marksizm algısı hiçbir zaman dogmatik olmamış, tam tersine onu içinde yasadığı toplumsal durumu anlamakta ve açıklamakta kullandığı yaşayan, dinamik bir yöntem haline getirmişti.

Mandel’in kişiliğinin yaşamla sürekli organik ve sağlıklı bir farkındalıkla ilişkilenme özelliği onun siyasal bakışını kendine has hale getiren en önemli etkenlerden biridir.

Mandel antropolojik anlamıyla insanlık tarihi boyunca adaletsizliğe ve özgürlüklerin kısıtlanışına karşı verilmiş olan bütün savaşımların  bir “yekün” olarak “tarih”i harekete geçiren asal güç olduğuna inanıyordu. Onun Marksist ilkeler özelindeki tutuculuğu daha çok yapısal bir nitelikte olduğu için bu ilkelerin içselleştirilmiş, özümsenmiş anlamlarıyla dünyaya bakmak onu eş zamanlı bir şekilde hep yeniliklere açık bir sosyalist aydın konumunda tutmuştur.

ÖNGÖREBİLMENİN ZORLUĞU

Tarihi ve gerçekliği böyle bir perspektifle  neredeyse “yaşayan, organik bir metabolizma” olarak görmek, tarihsel an’ın taşıdığı deneyimlerin bir yanıyla geçmişle ilintili olmayı sürdürseler de durmaksızın süregiden ve biçim değiştiren güncel savaşımların bir sonucu olduğu gerçeği geçmişle bugünün hangi permutasyonunun hangi sonuca yolaçacağını öngörmeyi oldukça zorlaştırıyordu.

Tarihsel süreklilik üzerine kurulu bu özgün bakışın doğal sonuçlarından biri de, bu özgürlükçü savaşım tarihinin kapitalizmin tarihinden çok daha eski olduğu ve köklerinin insanın antropolojik kökleriyle bağlantılı olduğu gerçeğiydi.  Ona göre  “çalışma” olgusunun toplumsal karakteri, dilsel iletişimin toplumsal kökeni ve  bütün bu olgulardan olağanüstü bir bedel ödemeden kaçınmanın imkansızlığı (1) ileri sürdüğü bu eskiliğin birer kanıtıydı.

“İnsanlık tarihinin zenginliği” diyordu Mandel “insan ilişkilerinin, bir diğer deyişle toplumsal ilişkilerin” zenginliğinden oluşmuştur” (2). Kapitalizmin tahakkümü altında gelişen üretici güçlerle birlikte insanlık dışı yaşam koşullarına karşı savaşım sosyalizmi bir kaçınılmaz sonuç olmaktan çok sadece yaşanılan adaletsizliklere çözüm olabilecek bir olasılık haline getirmiştir (işte bu “olasılık” ile “kaçınılmazlık” arasındaki acı ama gerçek mesafedir her devrimcinin yürümesi gereken mesafe). Neredeyse yer yer Henri Bergson ve onun “duree” teorisini çağıran tarih anlayışıyla Mandel “tarih”i anlamanın tek yolunun onun kendi içinde barındırdığı içsel çelişkilerin etkisiyle durmaksızın değişim halinde bulunan bir bütün olduğunu kavramaktan geçtiğini düşünüyordu.

TARİH VE TEORİNİN TUTARLILIĞI

Mandel yazılarında yukarıda sözünü ettiğim insanlık dışı her türlü uygulama ve yaşantının tarihin o spesifik döneminde ne türden bir duruş gerektirdiğini çözümlemekte Marks’ın Komünist Partisi Manifestosu’nda sözünü ettiği burjuva devlet kavramını referans alırken dikkat edilmesi gereken önemli bir ayrıntıya dikkat çekiyordu. Herhangi bir sol analizin Marks’ın Kapital’indeki kategorilerinden yola çıkarak burjuva devlete dair bir karakter ve esas çıkarma girişimi eğer tümüyle sermaye ve ekonomiye odaklanıyorsa, ya da bütün belirleyiciliği sermayenin “emek ve işçilik” aracılığıyla değerlileştirilmesine veriyorsa şu gerçeği gözden kaçırıyordu: “burjuvazi hiç bir zaman toplumla bağlantısız ve ondan soyutlanmış bağımsız bir yapı olarak bir devlet aygıtı yaratmamıştı. İşin aslı burjuvazi iktidara gelme yöntemini devleti kendisinden önceki var olan haliyle devralmakla sınırlamıştı hep.(3)

Kapitalizm öncesi tarihi bu şekilde formüle etmek Mandel’i, sosyal olguları kapitalizmin durdurulamaz, önüne geçilemez yasalarının bir sonucu olarak gören dönemin “yapısalcı” marksizminden ayıran en önemli özellikti.  Mandel’e özel bu “tarih ve teorinin tutarlılığı” olgusu onu özgür düşünebilmeyi her türden partizanlığa yeğleyen bir entellektüel, döneminin baskın Althusserci ideolojisinin dışında seyreden çağdaş bir Marksist odağa dönüştürüyordu.

Bilim tarihini ve toplumsal teorileri, sınıf savaşının sonucu olmasından çok, bu savaşın tarihiyle yan yana ama ondan bağımsız olarak işleyen disiplinler olarak görüyordu Mandel. Bilimin, proletaryanın kurtuluşunun, özgürlüğün ya da tarihsel ilerlemelerin ötesinde bir olgu olarak kendi kurallarını takip ettiğini düşünüyordu.

Bilim, doğru siyasi kararlar almamıza yardım edecek bilimsel bilgiler ürettiği sürece özgürlükler ve işçi sınıfının kurtuluşu için yararlı olabilirdi. Fakat bunu ancak saf halde kendisi olarak kalabildiği sürece, kendi yasalarını uyguladığı sürece yapabilirdi, ideolojik içeriği ne olursa olsun siyasal bir ajandanın güdümünde olarak değil. Mandel marksizmin içinde iki ayrı tarihin, insanlık dışı koşullara karşı verilen savaşın tarihi ile bilimsel sorgulayışların, yönelimlerin tarihinin bir bileşimini görüyordu.

O da kapitalist çöküşü ‘kaçınılmaz’ olarak kabul ediyordu etmesine ama bu, böylesi bir çöküşün sosyalizmin kaçınılmaz zaferi olacağı anlamına da gelmiyordu: ‘Kapitalizmin çöküşü kaçınılmazdır […] İki dünya savaşı deneyiminden sonra, 1929’dan 1933’e kadar olan iki dünya ekonomik krizi ve şu günlerde yaşananlara bakıldığında, bu çöküşten şüphe etmek için çok az nedenimiz var. Ancak bu çöküş, tamamen karşıt iki sonuca yol açabilir: belki olası bir alternatif olarak sosyalizme insanlığın geleceğine doğru ilerici bir gelişme veya bir başka son derece mümkün bir seçenek olarak tümüyle adaletsiz bir barbarlığa doğru gerici bir yapıya dönüşebilir. (4)

“Kapitalizm kurulu bir sistem olarak, şu ögelerin bileşiminden oluşmaktadır: üretim araçlarının özel mülkiyeti, ilkel dahi olsa bir sermaye birikimi, bir ücretliler, çalışanlar sınıfı yaratılması ve meta üretimini genişletme, yani piyasa ekonomisi”. Ancak kapitalizmin ekonomik yapısına “içsel” olan bu faktörlerin yanı sıra, onu çevreleyen ve doğası gereği her tür kurulu sistemin dışında olan “dışsal” faktörler de söz konusudur. Çünkü “kapitalist gelişmenin somut tarihsel süreci her zaman sistem ve içinde geliştiği çevre arasındaki karşılıklı etkileşimin sonucudur; ve bu ortam asla yüzde yüz kapitalist değildir.

Kapitalizmin günümüzdeki temel değişkenleri üzerinde onu çevreleyen gerçekliğin içerdiği kapitalist olmayan unsurların ve yanı sıra kapitalizm öncesi tarihin sonuçları anlamında görünmez de olsa yoğun etkileri vardır. Her ne kadar başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da tarihsel olarak kapitalizmi önceleyen, kölelik karşıtı isyanlar, eski Asya üretim tarzının geçmiş köylü isyanları, geç Orta Çağ köylü isyanları ve erken kapitalizmin kentleşmiş başkaldıran işçileri verdikleri mücadelelerle kapitalist dönemin proleter kurtuluş mücadelesinin beslendiği, umut verici muazzam bir gelenek ve deneyim oluşturmuşlardır. Tarihte bu tür öncü direnişler olmasaydı, proleter mücadelenin gelişimi çok daha zor olacaktı. (5)

ÜRETİCİ GÜÇLERİN GELİŞMİŞLİK DERECESİNİN BELİRLEYİCİLİĞİ

Mandel, sınıf mücadelesindeki uzun vadeli gelişmelerin ‘üretici güçlerin gelişim düzeyine, mevcut üretim ilişkilerine ve büyük toplumsal sınıfların eğitim ve bilinç  düzeyleri anlamında onların niteliksel gerçekliğine bağlı olduğunu düşünüyordu. Ancak, böyle uzun vadeli bir vizyon, muhalif bir direniş durumunda ne yapılacağına karar vermede çok az yardımcı oluyordu. Üretici güçlerin gelişmişlik derecesi, sınıf mücadelesinin yer alacağı çerçevede bir dizi üretim ilişkisini mümkün kılıyor ve bu çerçevenin niteliği de olası bir sınıf mücadelesisin sonuçlarını etkiliyordu. “Zor olan ve öncülük gerektiren bu değişen koşullar içinde sosyalistlerin seçim yapması ve harekete geçmesinin gerekliligidir. ” diyordu. “Şu anda da  böyle bir tarihsel sürecin ortasındayız!”

Bu durumda her yurttaş, bir yanıyla kendi bireysel değerleri, diğer yanıyla içinde bulunduğu toplumsal değerler ölçeğinde belirlenen mücadele süreciyle nasıl ilişki kuracağına kendisi karar vermekle sorumludur. Bir diğer deyişle kapitalizmin çöküşü bir zorunluluk olsa da “devrim” ve “direniş” mekanik bir zorunluluk değil kişisel sorumluluklar alarak mümkün olacaktır. 

80’li yıllarda yıkılmaya yüz tutmuş Sovyetler Birliği

Hayatının sonuna doğru yani 90’ların başında, SSCB örneğinde sosyalist projenin çöküşü Mandel’i hayatını adadığı sosyalizmi yeniden mercek altına almaya itmişti. Ölümünden bir kaç yıl önce,”İktidar ve Para” adlı eserinde Sovyetler Birligi’nin çöküşünde önemli rolü olan bürokrasiyi, kapitalist ve sosyalist toplumlarda karşılıklı olarak inceleyerek sosyalizme karşı oluştuğunu düşündüğü inanç yitiminin aslında sosyalizmin kendisinden değil SSCB uygulayıcılarından kaynaklandığını ortaya koyuyor ve analiz ediyordu. Sovyetleri kastederek “Beş kuşak sosyalist ve üç kuşak işçi, sosyalizmin mümkün ve gerekli olduğuna dair derin, sarsılmaz bir inançla yönlendirildi ancak mevcut nesil artık sosyalizmin mümkün olduğuna ikna olmuyor” diyerek ‘sosyalistlerin uygulamalarında insanları yabancılaştırıcı veya baskıcı uygulamaların meşrulaştırılmasının hata” olduğuna vurgu yapıyordu. “Uygulamada, Karl Marks’ın kategorik zorunluluk olarak adlandırdığı şeyi anlamalıyız: insanların yabancılaştığı ve küçük düşürüldüğü tüm koşullara karşı mücadele etmeliyiz. Politikalarımız bu zorunlulukla tutarlıysa, sosyalizm bir kez daha yenilmez bir siyasi güç haline gelecektir kuşkusuz. ”(6)

YA BARBARLIK YA SOSYALİZM

Sovyetlerin çöküşünden bugüne yaşanan tarihsel süreçte, insanlara yaşatılan baskılara, adaletsizliklere ve sömürüye karşı savaşımın Mandel in sözünü ettiği “tarih”i harekete geçiren o ana güç olarak “direniş ruhu”nun hâlâ bizimle birlikte olduğunu  dünyanın dört bir yanında insanların ırkçılığa, sömürüye ve cinsiyetçi baskılara karşı koyan eylemleri kanıtlıyor. Yeni kuşak aktivistler Marksizmi ve anti-kapitalizmi yeniden keşfediyorlar ve keşfedecekler. Ölümünden çeyrek yüzyıl sonra, Mandel’in barbarlıktan, “sosyalizme” açılan bir dünya kurmanın sorumluluğunu almaya dair yaptığı çağrı dünyanın her köşesinde yeniden yankılanıyor.

Eğer atatalarımızın bedelini kanlarıyla ödediği haklarımız gasbedilirken kendi acılarımızın, aşağılanmalarımızın, yabancılaştırılmışlığımızın hesabını soramayacaksak, doktor isek doktor olarak direnmenin avukat isek avukat olarak, işçi isek işçi, köylü isek köylü olarak direnmenin ve birbirimizi yalnız bırakmamanın bir yolunu bulamayacak isek artık kepenkleri indirip dükkanımızı kapatmanın zamanıdır.

Bir gün her birimizin bir diğerimizin gizli gizli beklediği o kahraman olduğunun farkına vardığımızda tarihin seyri yeniden değişecek.

( Temmuz 2020, Vancouver)

KAYNAKLAR

1. Ernest Mandel on ‘Emancipation, science and politics in Karl Marx’, [iire.org].

2. 1973: Ernest Mandel on Marxism and ecology, ‘The dialectic of growth’,

3.1980: Ernest Mandel on the class nature of the capitalist state, [iire.org]

4. Jan Willem Stutje, Ernest Mandel. A Rebel’s Dream Deferred (London, 2009)

5. 1983: Ernest Mandel on ‘Emancipation, science and politics in Karl Marx’, [iire.org]

6. Ernest Mandel, Socialism and the future, (July 1992), [www.marxists.org].