Yakarsa dünyayı zenginler yaksın; fakir yanacağı kadar yansın

“Bir kere Kore dili fonetiğinin mest edici şirinliği her şeye değer. Hele o bahçeli evin mimarisi düşlerimi süsler. İşte film bu bahçeli evi, sözünü ettiğimiz sınıfsal dengesizlik terazisinin altsınıf kefesini yere basmak için gözümüze dayamaktadır. Film, zengin-fakir aile teması üzerine oturtulmuştur. Sınıfsallık yaklaşımlarının kaynağı da bu seçili temadır zaten.”

Sami Günal

Müslüm Gürses’in şarkısından esinlenerek attığım bu ironik başlığı besleyen bir film var perdelerde. (Biz buna korona öncesi “KÖ” diyelim.)  Güney Kore filmidir bu. Adı: Parazit. Güney Koreli Yönetmen Bong Joon-ho’nun yönettiği film, 72. Cannes Film Festivali’nde oy birliğiyle Altın Palmiye ödülü almıştı. Bununla birlikte bu seneki 92. Oscar Akademi Ödülleri töreninde 4 dalda ödül alarak geceye damgasını vurdu. Böylece iki ayrı ödül organizasyonu içerisinde ayrı ayrı dallarda ödüller almış oldu.

130 dakika gibi uzunca bir filmi sıkılmadan izliyorsunuz. İlk yarı, bizim Yeşilçam misali şen aile faslından lay lom bir ailenin ikinci yarıda yaratacağı trajikomik atraksiyonlara hazırlıkla geçiyor. Tahmin edemeyeceğiniz şekilde birdenbire gerilim ve dehşete düşüyorsunuz. Gerilim ve dehşeti, evin altında maliklerin bile farkında olmadığı gizli kapılı bir mahzende yaşıyorsunuz. (G. Kore evlerinin birçoğunda gizli zemin katlar bulunmaktadır. Bu zemin kat hikâyesi 2. Dünya Savaşı’na dayanmaktadır.)

Film isimleri, konusunu birebir tarifleyen adlar olmayabilmektedir. Senaryonun felsefesinden hareketle bulunan bir soyutlama isim de olabilir. Fakat bu film tam da eski dilde söylendiği şekliyle “ismiyle müsemma” bir film. Yani yapısıyla ve kurgulamasıyla adına yakışan bir filmdir. Parazitin karşılığı asalaktır. Kısacası başkaları üzerinde yaşayan organizmalardır. İlk bakışta zihnimde bir yanılsama oldu. Paraziti biyolojik anlamıyla algıladım. Nasıl bir haletiruhiyem var ki parazit sözcüğünü bir film üzerinde çiğ buldum. Üstüme iyilik sağlık! Sonra içine girdim ki cuk oturmuş.

Film hakkındaki diğer tüm eleştirileri okuyup filme öyle gidenlerin yorumlarını duyduktan sonra benim bu yazımı okumalarını isterdim. Niçin böyle bir izlence sırası, denecek olursa öteden bu yana dikkat kesildiğim bir gözleme laboratuvar niteliğinde fırsat yaratacaktı da ondan. Gözlem dediğim bindirilmiş duygulara dayalıdır.

Bindirilmiş duyguları sanat düzleminde örneklemek isterim. Galerinin yer düzlemini de kapsayan bir sergide diğer objelerin yanında duvar dibinde duran bir tuğla ve üzerinde de tesadüfen serginin illüstrasyonuna (bezeme) uygun bir ışık huzmesi var. Bakanların huşu içerisinde bir yorumlamaları var ki ne var! Benim oğlan, gedikli bir sergi gezicisiydi çocukluğunda. İçerisi loş olduğu için duvardaki deliğin farkında bile olmadan tuğlaya bön bön bakıyorum. Oğlan, ansızın yerdeki tuğlayı alıp da deliğe oturtmasın mı? Etrafta nidalar eşliğinde aman aman bana yönelik bir ekşitilmiş suratlar ki sormayasınız! Tüm kıroluğum ortaya çıktı. Gürültüye gelen görevli aferin ufaklık, demesin mi! İşin aslı: Serginin illüstrasyonu gereği öylesine ustalıktan yoksun yapay, gevşek duvarlar oluşturulmuş ve sarsıntıdan olsa gerek bir şekilde tuğla yere düşmüş. Bindirilmiş duyguların esiri olarak gelinen bir yerdeki her obje sanat algısına mazhar olmaktadır.

Birkaç yıl evvel “sanat algısı” ya da illaki bir “mesaj çıkartma” kaygısı üzerine bir yazı yazmıştım. İnsanların sanat algılarının uyaranlarla yönlendirilip biçimlendirildiğini ispatlamaya çalışıyordum aklımca. Ünlü Alman filozof İmmanuel Kant’ın sıradan objelerin sanat olarak görülmesi üzerine ortaya koymuş olduğu 230 yıllık teorisi geçenlerde yapılan bir araştırma sonucu ispatlanmış. Kant’ın teorisi asıl itibarıyla insanların algılarının “sokma akıllarla” oluştuğu üzerinedir. Rotterdam’daki Erasmus Üniversitesi’nin bir grup denek üzerinde yaptığı bilimsel deney bunun böyle olduğunu ortaya koymuş. Detaylarına girmeyeyim. Bir başka yazımda, Kant’ın ispatlanan bu teorisi üzerinden sözünü ettiğim o yazıma bir yolculuğa çıkış yazısı yazacağım.

Taktım bu filme. Bir filmle ilgili bu kadar yazı yazıldığına hiç rastlamamıştım. İnadım inat 22 makale okudum. Yazıların hepsi bir tornadan çıkmış gibiydi. Benimkisi de laf mı? Film iyiyse iyidir, ne var bunda? Anlatılan güzelse yapılan güzellemeler de öyle olacaktı elbette. Buna bir itirazım yok. Bunca yazı üşüşmesinin sebebinin, sanat alanında alıcısı çokça olan kavramlardan birisi olan sınıfsal vurguların tema olarak senaryoya alınmış olmasından kaynaklandığını düşünmekteyim. Evet, ortada olan şu ki metaforik (aslının yerine koyma) vurgulamalarla sınıfsal tanımlamalar filme çok çok güzelce yedirilmiş. Yanisi şu ki ideolojik bir kılıf geçirilmektedir. Sınıf çatışması üzerine kalem çevrilmektedir. Oysaki sınıf varlığıyla çatışması ayrı ayrı olgulardır. Eylemsiz, çatışmasız sınıf olmaz mı, olur? Anca ve anca sınıflar arası duygu çatışması duraklamasızdır. Üzgünüm ki grup psikolojisini pek takmayan bir adam olarak filmin ideolojisini yorumlama bakımından 23. kişi olarak ayrık otluğu yapacağım.

Ağız birliği etmişçesine bu filmin temasının sınıflar arası bir çatışma olduğu, bir başkaldırı, bir isyan bayrağı olduğu üzerinedir. Hatta izledikleri en iyi filmlerin neresine koyacaklarını bilemediklerini, yok yok en başa koymak istediklerinden falan söz edenler var. Anladım ki algısı kolay olan zengin-fakir şekil şemailden sınıfsallığın ne olduğunu kategorik olarak anlamışlar ama sınıf çatışması/mücadelesi nedir bilmiyorlar.

Filmde yok öyle sınıfsal bir çatışma matışma. Sınıfsal çatışma, üretim araçlarının ya direkt el değiştirmesine veya ondan doğan gelirin adaletli paylaşımının talebi üzerine oturur. Filmin anlattığı düpedüz açıkgözlüktür. Eğer ortada hain bir kapitalizm varsa onun elindeki üretim araçlarına en azından “ortak” olarak yaşam standardını yükseltmeye yönelik bir talep yok ki! Bilakis düzenin sahiplerine dokunmaksızın sınıf bilincinden yoksun hâlde kendinden (yoksuldan) olanın ekmeğini çalmadır filmde anlatılan. Şimdi anlaşıldı mı başlığımın ironisi? İllaki laf, sınıfsal çatışmaya getirilecekse yaşamı karatmaya devam edenler zengin taifesiyken fakirleri yakanlar yine birbirleri olsun, ekmeğimize dokunmadan size yetmeyen ekmeğinizi kapışın öğüdüdür filmden bize kalan, derim.

Her düzenin, her rejimin kendini koruma, yaygınlaştırma refleksleri vardır. Bunun için gerek askeri ve sınai kompleksler, gerek sanatsal kol faaliyetleri oluşturulur. Örneğin Hollywood, Bollywood’daki kimi çalışmalar gibi. Öyle ya filmler aracılığıyla bizlere bir yaşam şekli yedirmeye çalışmazlar mı kimi zamanlar? Yahu, sitcomlarla vizörlerimizi ve algılarımızı daralttılar. Ya kendileri gibi olmamıza ya da bozulmamıza yönelik propagandist çalışmalar olmuştur. Bir de bu ideolojik ürünleri gerektiğinde tescilleyen prestijli kurullar oluştururlar zihinlerde sempatik kılmak için. Beğenilerimizi körükleyecek bir kurgunun son halkası Cannes gibi prestijli odaklar olunca hurraaa anlatım o kadar gerçekçi ki ondan dolayı ödül almıştır algısı yaratılabiliyor. Başlıyor bizim koro: Evet evet, bu bir sınıf çatışması filmidir. Hayır, bu bir sınıf çatışmasızlığı filmidir. İşte Kant’ın teorisi bu evreden sonra işlerlik kazanır. Bir kere zihnimize bu bir sınıf çatışması, bu bir sınıf çatışmasıdır; bunu böyle bileceksin ha böyle bileceksin, bindirilmesi bindirilmiş olduysa kurtuluşumuz kolay olmamaktadır.

Aman ha Cannes gibi organizasyonların sırf propagandist kurullar olduğunu kastettiğim zinhar anlaşılmasın. Gerektiğinde Batı zihniyeti adına “zinde kuvvet” fonksiyonu üstlenebilecekleri imasında bulunmaktayım. Nitekim Cannes’ın son zamanlarda bu tür absürtlükleri (ters çarpıtma) desteklediğine dair eleştiriler yok değil.

Şimdi filmin içine odaklanmak istiyorum.

Bir kere Kore dili fonetiğinin mest edici şirinliği her şeye değer. Hele o bahçeli evin mimarisi düşlerimi süsler. İşte film bu bahçeli evi, sözünü ettiğimiz sınıfsal dengesizlik terazisinin altsınıf kefesini yere basmak için gözümüze dayamaktadır. Film, zengin-fakir aile teması üzerine oturtulmuştur. Sınıfsallık yaklaşımlarının kaynağı da bu seçili temadır zaten.

Sınıf farklılığına yönelik öyle metaforlar var ki baş döndürücü. Örneğin fakirliğin göstergesi olarak parasızlıktan eve internet bağlatamamanın yerine bodrum katta komşunun sinyalini yakalama koşuşturması; ailenin alabildiğine aşağı sınıf üyesi olduğu imajını tam yedirmek için tuvalet taşının evin içindeki ailenin yaşam alanından daha yüksek bir platforma yerleştirilmesi; yine alt sınıftakilerin alt kültür içinde yaşayacaklarına dair mahalle kültürüne atıf yapmak için ailenin yaşadıkları bodrum duvarına ayyaşların işemelerini pencerede seyretmeleri; müthiş bir yakalayış var ki o da alt sınıfların olanaksızlıktan mütevellit kendilerine has vücut kokularının olduğu gerçeği; yağmurla bile alt sınıf üst sınıf farklılığı konulmuştur. Zenginin o muhteşem evinin bahçesinde yağmur, görsel şölen eşliğinde romantizmin tellerini çaldırırken aynı anda alt sınıfın evindeki sel vurmasının rezilliği onların ne kadar kirli olduklarının iması olarak kullanılmaktadır. Bu derece sınıfsal düşüklük içinde bir aile var karşımızda.

Sınıfsal çözülmeler de yedirilecek ya birazcık hümanizma ekelemek yerinde olacaktır. Bekleneceği üzere bu yoksunluklar içinde her şeye rağmen insanımsı sıcaklıklarını yitirmemiş, dayanışmacı bir aile varken öte yanda tam tersi zengin ve birbirlerine karşı olan ilgileri, dayanışmacılıkları silikleşmiş, kaybolmuş bir aile var.

Yoksullar ne yapar? Sürekli zenginleşme hayali! En azından kurtuluşa erişme hayali! İşte bir gün bir piyango vurur. Üniversite sınavını yıllardır beceremeyen oğulun arkadaşı, eğitim amaçlı yurt dışına gidecekken gel benim İngilizce dersi verdiğim zengin ailenin kızına sen ders ver, der. İyi de yeterli İngilizcesi ve sertifikası yoktur. Bu fırsat kaçırılır mı devreye alt sınıfa özgü hinlikler sokulur ve sahte diplomalar vs. hazırlanır. Ders için gittiği zengin evin aşçı hizmetçisi, şoförü diğer özel öğretmeni vardır. Bu mevcut çalışanlar birer emekçi aileyi temsil etmektedir. Bizim proleter aileyse jurnallerle diğer emekçilerin ayaklarını kaydırarak sanki aynı aile bireyleri değillermiş gibi birbirlerine referans olarak birer sahte meslek erbabı kimliğiyle tek tek patronun evine yerleşirler.

N’oldu sınıf çatışması, hani nerede? Proleterler tek tek açlığa mahkûm ettirilerek patronu ziyadesiyle ihya etme yoluyla kendi gemileri kurtarılmaya çalışılmaktadır. Tam, tam anlamıyla parazitleşip asalak gibi başkalarının sırtında yaşamaya teşne beynelmilel proleterlikten uzak bir aileyle karşı karşıyayız.

Bilmem ki sınıfsal varlıkla çatışmanın aynı şey demek olmadığını anlatabildik mi?

Filmin bu gerçekliklerini kendi nezdimizde tescilledikten sonraki benzeşiklik duyguları veren başka bir değerlendirmeye geçmek istiyorum.

Film, aslında, bizim sevimlice Yeşilçam karakterlerinin sınıfsal farklılıklara dayalı biraz salakça sosyete ailelere sızmaya çalışırken sergiledikleri absürt üçkağıtçılıklarını çağrıştıran kara mizahla doludur. Sosyal komedi de denebilir. Hatta cuk oturur. Hemen aklına Adile Naşit’li Mürüvvet Sim’li, Mualla Sürer’li, Vahi Öz’lü, Münir Özkul’lu ekiplerin sosyetik ailelerin içine sızışları gelmektedir.

Son söz: Bırakalım zorlama sınıf çatışması/mücadelesi imgelemesini de sinemaseverlerin sırf anlatım zenginliği yönünden bir film nasıl olurmuşu görmeleri açısından izlemeleri gereken bir filmdir. Aldığı ödülleri hak etmiştir diye düşünüyorum.