Ya sabaha kadar jandarma bekletecek ya dağdakilerin eline düşeceğiz

Asfalt bitti bozuk bir toprak yolda dönüyor arabamızın tekerlekleri. Yer yer dizilen taşlarla da kesilmiş yollar. Taşların arasından sadece bir araç geçecek kadar boşluk bırakılmış. Issız bir benzincide durduk. Benzinciye Yedisu’ya nasıl gideriz dedik, aldığımız yanıtla iyice sessizleştik. Kendisi olsa asla o yola bu saatte girmezmiş.

CEM ERGÜN

Erciş istikametinde ilerliyor aracımız. Bir yanımızda Van denizi diğer yanımızda belalımız Süphan. 30 km kadar sonra Kışkılı Köyü sapağından girdiğimizde önce Aydınlar Köyü’nde çocukların “hello”larıyla karşılandık ama durmadan geçtik. Kışkılı’da Hidayet, muhtarla konuşmaya gitti. Etrafımız kalabalık. Köylüler, çocuklar, tavuklar, koyunlar, keçiler… Karşımızda dimdik ve mağrur Süphan.

Bir kaç saat sonra karanlık çökecek. Kamp yerine ulaşmak ve bir an önce düzenimizi kurmak için acele etmeliyiz.

Hidayet geldi. Şoförlerle buluşacağımız tarih ve saati kararlaştırıp ayrıldık.

Uzun bir aradan sonra nihayet yüzünü görebildim sevgilimin

Süphan bize, biz Süphan’a baka baka yürüyoruz şimdi. Ne uzaklaşıyor, ne yakınlaşıyor; orda öylece, binlerce yıldır durduğu gibi duruyor hiç telaş etmeden. Oysa biz… telaş içerisinde, kamp yerinde yemeği düşündüğümüz karpuzu bile araçta unutmuşuz!

Tahminen bin 800 rakımdaki köyden yukarılara doğru çıktıkça yanımıza aldığımız yedek sular ağırlığını iyicene artırsa da, kamp yerinin yakınlarında bir çeşme olduğunu öğrenmek içimizi rahatlatmıştı, hava kararmadan kamp yerine varmalıyız.

Süphan Dağı, taşlık bölge.

2 bin 200 metrede konaklayacağız. Malatya’dan aldığımız, araçta kuruyup sertleşmiş kayısı sucuklarını kemirirken bir taraftan da çadırları kuracağız. Önce Metin’in o güzel makarnası, arkasından çay. Hava biraz serin fakat iyi. Ama dağ kapalı. Bulutlar dönüp duruyor kovalanırcasına.

Muhtar Hidayet’e, kampta hırsızlık olabileceğini, daha önce çadırlardan bazı eşyaların çalındığı için nöbetçi bırakmamız gerektiğini söylemiş. Bu durum hiçbirimizin hoşuna gitmiyor doğrusu. Hem altıda altı zirve yapmak amacıyla gelmiş olmamız hem de içimizden birinin hayal kırıklığı yaşayacak olması hiç hoşumuza gitmiyor. Nöbetçi bırakma düşüncesine kimse sıcak bakmıyor. Bir gün dinlenip sonraki gün kampı olabildiğince yükseğe taşıyarak herkesin zirve yapmasına karar veriyoruz.

Karanlık iyice yayıldı köşe bucağa. Gökte yıldızlar pır pır. Süphan ise kapkaranlık, hep olduğu yerde dimdik ve mağrur.

(Uzun bir aradan sonra nihayet yüzünü görebildim sevgilimin. Mahzun ve kırıktı. En az benim kadar özlemiş, ama sessiz ve nerelerdesin der gibiydi… Sanki ben de çok özlememişim gibi… Habersizdi. Son karşılaşmamız çok zaman önceydi, taze bir yaz günüydü. Vadiler çiçeğe bezenmiş, doğa yeşilini giymişti. Uzun bir aradan sonra hasreti nihayet geride bırakarak, kırlaşmış zirveleriyle dağlarıma kavuştum işte. Göz göze gelemesek de uzak bakışlarla anlaşmaya çalıştık bir birimizle. Dokundum tenine, soğuktu. Dokundum, sanki eli elimde değil gibiydi. Başına kar yağmış ve soğuğunu vadilere de indirmişti. Sessizce uzandım yanına. Sırtı dönük ve küskün gibiydi. Kolumu boynunun altından uzattım, sarıldım, kar kokuları içindeki boynuna uzun ve hasret dolu bir öpücük kondurdum.)

Tam gözlerimi kapatıyorum, bir çınlama kulaklarımın içinde

Akşam erkenden yatınca sabah da erkenden uyanıyoruz. 29 Ağustos… 05:30 suları. Van Denizi’nin ve dağların üzerinden yavaş yavaş doğuyor güneş. Sanırım bu güzellikteki bir doğuşa ilk kez tanıklık ediyorum. Alaca karanlığın içindeki bir yerde Artos, açıklarda Ahtamar Adası, uzaklarda kızıllıklar arasında Ağrı Dağı. Gülbahar ile Ahmet’in memleketi. Bir de o taze gelin kızın, adını anımsamadığım güzeller güzelinin.

Sabah keyfi, çevreyi gezinme, krater taşlarını inceleme, kahvaltı derken çadırları söküp hazırlanıyoruz. Hava açık. Biraz rüzgar var sadece. Hedefimiz,  kampı mümkün olduğu kadar zirveye yakın bir yere kurmak, sonraki sabah da zirveye yürümek. Saat 10:30’da “yolcu yolunda gerek” diyip başlıyoruz tırmanmaya. Beton duvarlarla çevrili kaynaktan mataralarımızı doldurduk. Ağır ağır ilk kar örtüsüne yükseldik. Rüzgar şiddetini artırırken yağmur bulutları da dolaşmaya başladı. Zirve bir kapanıp bir açılıyor. Derken, önce çiseleyen yağmur doluya dönüyor az sonra. Bir ara boncuk boncuk kar döküyor yollarımıza…

Süphan Dağı, zirve yolu. Arkada görünen Van Denizi.

Her adım zor gelmeye başlıyor bir süre sonra. Aramız açılıyor tırmanışçılarla. Bacaklarım benim değil sanki. Yorgun ve açım. Ama mola vermeksizin atmamız lazım kendimizi bir an önce kamp yerine. Yürüyorum. Yirmi metre kadar ileride bir top çalıyı kendime kerteriz alıyorum. Yanına ulaşınca soluklanıp iki dinlenip, sonraki nefeslenme noktasını tespit ediyorum.

Kamp yeri olarak düşündüğümüz noktaya aksam 18.00 gibi ulaşabildik. 3 bin 750 -3 bin 800 metrelerdeyiz. Sırt çantalarımızı indirdiğimizde üşüyoruz. Çenelerimiz birbirine vuruyor. Biraz büyükçe olan benim çadırımı çabuk yine kurup atıyoruz kendimizi içeriye. Altı kişi ile bir çadırda. Sıcak bir çorba ve ton balıklı makarnayı nedense yiyemiyoruz bile. Bazı arkadaşlar kayısıyı fazla kaçırmış. Mideleri ve bağırsakları iyi değil. Kalabalık çadırda uyuyamıyoruz. İki kişi çantaları koyduğumuz küçük çadırı boşaltıp oraya atıyor kendini… Sabah 05.00’te uyanıp zirveye tırmanmayı kararlaştırıyoruz.

Tam gözlerimi kapatıyorum. Bir çınlama kulaklarımın içinden girip, beynimin içerisinde defalarca tur attıktan sonra gözlerimden geri çıkıyor gibi. Gözlerim kapanamıyor bir türlü. Adı bilinmeyen bir kuş araya giriyor, çığlık çığlığa haykırıyor gecenin içinde. Yıldızları çekiyorum üzerime doğru, rüzgar esmeye devam ediyor, yağmur tel tel dökülüyor çadırın üzerine.

Menzile erişilmiş, yola kavuşulmuştu

30 Ağustos. Saat 05:00, kalkıyoruz… Oldukça huzursuz uyudum. Sabaha kadar dışarıda bir şeyler dolaştı durdu. Bir ara kafamı dışarı uzatmama rağmen bir şey göremedim. Saat 05:30, hava açık. Güneş buradan göremediğimiz bir noktadan aheste aheste yükseliyor. Bu büyük gün için harekete hazırız…

Başlıyoruz…
Dimdik yükselen bir kocaman kaya kütlelerini aşıyoruz. Her an yerinden kopacakmış gibi oynayan kaya parçalarına dikkat etmek gerekiyor. Her adımda içimizdeki heyecan artıyor. Arkamızda Van Denizi izliyor bizi.

Kışkılı Muhtarı bize harika bir kahvaltı sofrası kurmuştu. Bitlis tütününden sarılan sigaranın keyfi ayrı.

Saat 07:00, zirve! 4 bin 49 metre! Heyecan verici. Soğuk bıçak gibi kesiyor zirvede. Uzaklarda Ağrı başını bulutların arasından çıkarmış bize selam veriyor gibi. Orada ve başka zirvelerde yüreklerin bu saatlerde birlikte çarptığını bilmek…

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
Ulaşmak da istiyordu bir yerlere
Ve sadece kahretmiyor
Yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
Nalların,
Ellerin
Ve gözlerin pırıltısı
Ardarda çakan aydınlık bir bütündü?[1]

Sonra zirvede olmamızın gereklerini yere getirdik. Senelerce senelerce evvel buradan bakıldığında bile görünen, kan içerisinde kalmış Anadolu’mun kurtuluş müjdesinin yaşandığı bu günde o inanan insanları bir kez daha andık… “Biz burada zirvedeyiz” dedik İzmir ve İstanbul’daki arkadaşlarımıza…
O kocaman kaya kütlelerinden kazasız belasız kurtulup kamp yerimize doğru yürürken karşıdan gelen dağcı grubun federasyon rehberi eşliğinde 9 Avusturyalı ve 2 Alman dağcıdan oluştuğunu öğrendik. Kısa bir sohbetten sonra hatıra fotoğrafları çekerek ayrıldık. Kampı toplayıp veda ederek zirveye ve üzerimize çöken buluta, aşağılara bıraktık kendimizi. Menzile erişilmiş, yola kavuşulmuştu. Atların değişim zamanıydı artık.

Muradiye Şelalesi.

Kışkılı’ya vardığımızda aracımız gelmişti çoktan. Muhtar ise evinde bize harika bir kahvaltı sofrası kurmuştu. Üzerindeki bir parmak kaymağı ile yoğurt hepimize iyi geldi. Tabii Bitlis tütününden sarılan sigaranın keyfi ayrı. Yanımızdaki bütün yiyeceklerimizi bıraktık. Evin yanında dolanan tavuklarla, ahırdaki koyunlarla vedalaştık.

Ah Tamara, ah Tamara

Aşağıda Van Denizi bizi bekliyordu, bıraktık kendimizi kollarına… Ayların kirini atar gibiydik, sodalı suda pamuk gibi aklandık. Sonra ver elini Muradiye. Güzel bir akşam yemeği ve şelaleye yöneliş. O geceyi güzel sohbetlerle Muradiye şelalesinin başına kurduğumuz çadırlarda geçirdik. Su sesi ninni gibiydi. Küçük bir rakı şişesinde biz mi kaybolduk, şişe mi kayboldu anlamadık. Misler gibi uyuduk günün yorgunluğunda.

31 Ağustos… Van’da sabah kahvaltısı, arkasından gölün öbür yanından gezinmeye devam. Kaçak mazot yüklü tankerler durdurulmuş yollarda. Gölün canavarı henüz uykuda. Süphan ise uzakta, hep olduğu yerde.

İşte Edremit, alabildiğine yeşil. Ve işte Gevaş… Sanki Deli Emin, bir elinde bisiklet, öbür elinde küçük elradyosu, yol kenarında bizi bekliyor muş gibi geçtik yanından. Sanki bir an “Tuuba” yazısını görür gibi oldum Artos dağında.

Ahtamar Adası karşımızda. Adadaki kilise tadilatta. Sadece dışından gezinmekle yetiniyoruz. Ama atıyoruz kendimizi yine o berrak sulara… Uzakta bir motorda Tamar uzaklaşıyor sanki. Elim ulaşamıyor eline. Eski bir kitap düşüyor yere, bir martı çığlık çığlığa. Ah Tamar, ah!

Eski bir kitap düşüyor yere, bir martı çığlık çığlığa. Ah Tamar, ah!

Van-Bitlis sınırı. İlk kez durdurulduk. Yer gök asker, zırhlı araç, makineli tüfek yuvaı. Araç kaydımız yapılıyor, devam ediyoruz…

Bitlis… Bir bakışta görünmese de “beş minare” orda. Kaleyi, medreseyi, eski medeniyet kalıntıları. Bitlis pislik içinde. Çöp kutusu, konteyner filan yok görünürlerde. Herkes çöpünü binaların altından geçen dereye döküyor anlaşılan. Bu duruma anlam veremiyoruz. Konuştuğumuz insanlar, belediye zabıtaları engellenemediğini söylediler.

Yollar oldukça bozuk buralarda. Haritadan bakarak başka bir güzergaha yöneldik: Muş-Varto-Karlıova-Yedisu üzerinden Erzincan. Yolda bir çuval karpuz attık arabaya. İstanbul’a kadar bitiririz herhalde…

Birden bire gümleyecek bir mayını bekliyoruz sanki

Varto’ya ulaştığımızda hava iyice kararmıştı. Yol tabelası sadece “Erzurum” diyor. Karlıova yönünü soruyoruz gösteriyorlar. Bir süre sonra her yer karanlık. Asfalt bitti bozuk bir toprak yolda dönüyor arabamızın tekerlekleri. Yer yer dizilen taşlarla da kesilmiş yollar. Taşların arasından sadece bir araç geçecek kadar boşluk bırakılmış. Hala bir ışık yok. Kimse görünmüyor ortalıkta, hiç ses yok. Pür dikkat yola bakıyoruz hepimiz, birden bire gümleyecek bir mayını bekliyoruz sanki. Sanki saatler yoldayız. Uzaktan görünen bir ışık umutlandırdıysa da yola dizili taşlar o umudu da söndürdü. Tam bir kapan içindeyiz sanki…

Nihayet Karlıova. Issız bir benzincide durduk. İçimizde bir rahatlama var. Artık konuşabiliyoruz. Benzinciye Yedisu’ya nasıl gideriz dedik, aldığımız yanıtla yine sessizleştik. O yola girersek ya sabaha kadar yolda jandarmanın bekleteceğini ya da dağdakilerin eline düşeceğimizi, kendisi olsa asla o yola bu saatte girmeyeceğini söylüyor:

“En iyisi Erzurum üzerinden gidin.”

Yolu uzatarak Erzurum istikametine döndük. Gece Erzurum’dan geçtik. Sonra Erzincan. Suşehri’de bir benzincide gece yarısı çayları…

Amasya güzelliği ile büyülüyor bizi. Çarşısında dolaşıyor fotoğrafların tadına bırakıyoruz Amasya’yı, körüğünü yeni ateşlemeye çalışan demircileri… Yola devam. Her yer yemyeşil. Her yer buram buram Anadolu. Bolu Dağı’nda yemekten sonra Adapazarı, İzmit… Büyük şehirlerin kalabalık yolları karşılıyor artık. Ve işte son menzil, İstanbul! At değiştirmek yok artık yaylı için. İvan Sergeyeviç de yitip gidiyor birden yanımızdan. Bozkır yok, yaylı yok. Kırmızıya çalan ıslak topraklar yok. Şehirdeyiz. Bugündeyiz. İstanbul hüzün kokuyor, o martı da çığlık çığlığa artık.


[1] Nazım Hikmet, Kuvayı Milliye Destanı’ndan.

PAYLAŞMANIZ İÇİN