Vatan Partisi kendine yeni bir halk bulabilecek mi?

Bir zamanlar, yani AKP iktidara geldiği andan itibaren yoğun ve çok sert bir muhalefet yapmış, muhalefetini Milli Demokratik Devrim stratejisine dayandırmış,  Türkiye Solu’nun tarihini her dönemde şu ya da bu şekilde belirleyici biçimde etkilemiş olan Aydınlık çizgisinin son konumlanışı sadece kitlesi açısından değil, sosyoloji ve siyaset bilimi bağlamlarında da ilginç bir vaka olarak incelenme değeri taşıyor olabilir.

Özellikle de Vatan Partisi adını aldıktan sonraki süreç Marksist siyaset tarihinin en özgül “döneklik” süreçlerinden birinin nicelik olarak belki önemsiz ama nedensellikleri; parti – liderlik ögeleri açısından etkileyici dersler içermesi kapsamında değerli bulunabilir.

Kurumlaşmış; olasılıkla da Türkiye’de görece en başarılı, süreklilik içeren bir kurumsallaşmayı sağlamış; medyası ve yayınları, medyadan yararlanış ve etkileme inisiyatifleriyle, örgüt disiplini, yan kuruluşları, iktisadi birimleri; etkileyici kongre/ kurultay süreçleriyle, hatta zaman zaman dünya komünist hareketinde ve Çin, Kore D.H.C, Küba vd. partilerle ilişkilerinde saygın bir konum edinmiş bir örgütün her şeyin üzerini çizerek ve ansızın eski stratejisinden vazgeçerek bir zamanlar en yeğin mücadele ettiği hükumetin hizmetine talip olarak, yer yer ona akıldanelik de taslayarak “devletler arası ilişkilerin” yapıcılığına soyunması ya da kendine bu türden nitelikler atfetmesindeki “kullanılışlığı” da işaret etmeye değerdir.

BUNCA BEDEL NİYE ÖDENDİ?

Perinçek Silivri cezaevinden tahliye edildiği akşam, 10 Mart 2014’te, sulu sepken altında kararlılıkla haykırıyordu:
“Buradan ilan ediyorum, Türkiye’yi bölenlerin iktidarını yıkacağız. Türkiye’yi birleştirenlerin iktidarını kuracağız. Tayyip Erdoğan’ların, Abdullah Gül’lerin, Fethullah Gülen’lerin iktidarını, hepsini birden yıkacağız. Kınından çıkmış bir kılıç gibiyiz. Hazırız.”

Doğrusu, beklenen de buydu.

O akşam Aydınlık çizgisi tarihinin en önemli dönüm noktasında, yüksek olasılıkla en büyük kitle desteğini arkasına aldığı ve hatta fiilen olduğu kadar nicelik olarak da ana muhalefet gücü olma anındaydı. “Yıldızının parladığı an”daydı  diyebiliriz.
AKP- FETÖ bloku çatlamıştı. Kitle tepkisi CHP’yi yetersiz bırakıyor ( CHP de zaten iktidar değil, hatta ana muhalefet bile değil muhalefet gibi görünmek için tasarlandığını hiç gocunmadan yansıtırken) İP’nin önderlik edebileceği Kemalist, solcu, ulusalcı, iktidardan bıkmış büyük bir merkez partisi sayılabilecek kitle de dahil… Cumhuriyetçi bir blok iktidar şansının; durumunun yanı başında şekilleniyor gibiydi.

Ne olduysa işte ondan sonraki kısacık bir sürede oluverdi ve işler birden değişti.

Tıpkı Perinçek’in “Serhıldan”ın zayıflama, bitme, yenilme belirtileri gösterdiği günlerde “Kürt hareketi”ne seslenip “karpuz ekmeyin, cesaret ekin” çağrısını yaptıktan çok kısa bir süre sonra aynı Kürt Hareketi’nin karşısına geçmesi türünden bir makas-yol değişikliği daha gündeme geliyordu.
Yıkacağı, hesap soracağı Tayyip Erdoğanların safına geçmişti.

Giderek artan ölçüsüzlükte bir Erdoğan savunması, iki karşı devrimci blokun hesaplaştığı 15 Temmuz karanlık darbe girişimi gecesinden itibaren ayyuka çıkıyor, Atatürklü bayrak taşınması doğru bulunmuyor, yeni dönemde “Atatürk’te birleşmek”ten vazgeçiliyor, birleştirici öge Recep Tayyip Erdoğan olarak belirleniyordu.

Cumhuriyet düşmanı AKP-MHP-BBP ( İnsanın bu üçlüyü anarken bile asabı bozuluyor) cephesinin oluşturduğu tarihin en gerici ittifaklarından birinin ortağı olmak için gösterilen çabanın medyaya yansıyışı, yansıtılışı bile bir çizginin kendine ağıtı halini alıyordu.

İkna etmek için öne sürülen en önemli ilk argüman, Türk devletinin PKK çıktığından beri yapa geldiği harekatlara ve sınır ötesi harekatlara, operasyonlara hiçbir esasa ilişkin değişik olmadığı halde bu dönemde birden bire “Vatan Savaşı” niteliği atfedilmesiydi. İkinci argüman da AKP’nin Atlantik sisteminden kopup Asya’nın güçlerine yaklaştığıydı. Kendisini BOP’un eşbaşkanı olarak gören ve bu projede görevlendirildiğini açıklayan birinin; fetih hulyaları için olduğu kadar, o BOP görevini yerine getirmek için de Suriye’ye savaş açmış birinin Atlantik ittifakından nasıl koptuğu sorusunun yanıtı kendilerinden başka kimseyi ikna edemiyordu ama artık mesele, kitleyi ikna etmek de değil bu türden çabaları “saray”a beğendirmekle anlam kazanır olduğu için, söylem densizlik boyutunda abartılarla yinelenip durdu.

İlginçti. Herkes için çok ilginç!

Kaçınılmaz olarak da parti örgütlerinin büyük çoğunluğunda hem de destek veren büyük kitlede dehşetli bir şaşkınlık egemen olmuştu.

NEREDEN NEREYE

Bir zamanlar, yoğun baskı ortamında, binası sık sık polis baskınına uğrarken ortalama 70 bin bayi satışı gibi bir rakamı yakalamış Aydınlık gazetesinin ( tabii Ulusal Kanal’ın) kaçınılmaz olarak yayın politikası, manşetleri yazarları her şey değişmeye başlıyordu. ( Gidenin ardından ağza gelen her şeyin kusulduğu, yalnızlaşma psikolojisinin zihinde yarattığı tahribatta bir ‘uğurlamadır’ bu)

Ergenekon türü tertipler zamanında, Gezi – Haziran ayaklanması günlerinde CHP’li ve yahut büyük muhalif kitlelerin izlediği birkaç kanaldan biri olmuş Ulusal Kanal’da da öyle.

Ve hele o büyük Cumhuriyetçi kitlenin gözbebeği olmuş, neredeyse ana muhalefeti oluşturmakta CHP’nin önüne geçmiş, muazzam ve muhteşem kitle eylemlerine önderlik etmiş, tarihin en etkili ve en büyük gençlik örgütlemesi halini almakta olan TGB, Perinçek’in açıkladığı yeni gerçekler karşısında yeni bir saf tutarken… Parti yöneticileri, emeklilikleri yaklaşmış profesyonel elemanlar ve başkanlarının hangi durumda, hangi zamanda, ne söylüyorsa doğru söylediğine iman etmiş birkaç yüz kişilik mümin çekirdeği yeni kurgulanan stratejinin saflaşmalarını, basma kalıplıktan kokuşan parti beyanatı olarak yineledikçe iman tazelemenin son sürüm nafile namazlarının amentüsü de dudaklarından düşmüyordu: Hendeklere gömülen… Vatan Savaşı… S 400… YCHPKKİPHDP, Fetöcüler, Atlantikçiler…

Ama partinin devrimcileri; entellektüelleri ve TGB gençliğinin ezici çoğunluğu; gazetenin okurları, Ulusal Kanal’ın izleyicileri ve bağış destekçileri ve nihayetinde sempati duyan büyük kitle için ‘yeni strateji’ kurgulanmasında bu abuk sabuklamalar bir gerekçe ve gerçeklik oluşturamıyordu.

Elbette, olguyu anlamak süreç meselesiydi, kimileri hemen tepki gösterdi, kimileri hâlâ “parti – başkan böyle söylemez, bunun arkasında başka bir şey var, dur bakalım n’olcak” bekleme evresine girdi ( kendilerini stand by’a aldı) kimileri ise durumu geçici görüp üç gün sonra biz yeniden AKP, MHP ile kapışır eski çizgimize döneriz umudunu taşıdı.

Dilinden “halka güvenmek – millete dayanmak” söylemini hiç düşürmeyen VP artık “eski” halkını, milletini beğenmemektedir. CHP’ye yapılan çağrı ve CHP ile yapılan görüşmelerin yerini AKP almıştır. Mutlulukları saray bahçelerinde, ikramlamalarda, karşılamalarda, yüzlerde beliren meftuniyet tebessümlerinde biçimlenmektedir.

Ama hayatın bütün gerçeklerini o an bilen ve hatta gerçek gerçekleşmeden bilen*(1)  parti önderliğinin ( ki her zaman tek kişidir ) kıç güvertesinden asılarak yarı kaçak girdiği geminin, birinci mevki, ikinci mevki ve elbette lüks kamaralarına yaklaştırılmadan hatta tayfa itibarı bile görmeden nihayetinde ilk limana yığılacak ambar malı niteliğinin bir adım ötesine geçemeyen nitelikteki duhuliyeleri, daha önce “yetmez ama evet” duhuliyesinden ‘kullanılışlı aptal’ gümrük tarifesi almış liberallerin serüvenine de taş çıkartmaktadır.

BİZ DE ‘BURADAN’ İADE EDİYORUZ!

Yalçın Küçük’ün tabiriyle “o kadar öyle ki” Perinçek kendi kanalındaki tv programlarından birinde, yeni durumu algılamakta zorluk çeken bir hanımefendinin, son derece duygusal “Sayın başkan nasıl bunları savunur ve söylersiniz, biz sizin için Silivri’de barikatları yıktık, biber gazları yedik,  gözyaşı döktük…” mealindeki  mesajını o ana kadar içte ve dışta hiçbir gerçek politika ehlinde görmediğim, görebileceğimi de sanmadığım bir hoyratlık, bir gaddarlık ve eşsiz bir kabalıkla “alın gözyaşlarınız, istemiyoruz, buradan iade ediyoruz” dediğinde “eski” halkla işini bitirmiş oluyordu.

Ama, “eski” halk da Vp ile işini bitiriyordu.  Etki tepki yasası.

Destekçileri, üyeleri, kitlesi de gittikçe ivmelenen hızlarla partiden, yan kurumlarından, birimlerinden koptu, desteklerini çekti.
Artık, ‘hasta’ partililer dışında kimsenin Ulusal Kanal izlediği görülmüyor.  Yok hükmündedir.
Bir zamanlar, “size nasıl bağış yapabiliriz, nasıl destek veririz” aramalarına yetişilemediği için en geniş odalara, salonlara taşınan, ha bire personel takviyesi yapan Ulusal Gönüllüleri ve çağrı merkezinin telefonları günde 3 -4 kere çalıyor mudur acaba?
Düştükleri halin en net verisini gazetenin tirajı oluşturuyor: Aydınlık’ın satışı, en militan ve mümin birkaç yüz partilinin birden fazla almasına karşın 2 – 31 Mayıs haftasında 1886’dan 1599’a düşmüş durumda.*(2)
Parti binaları kimsesizlikten açılamıyor. En önemli İzmir ilçelerinden birinin kongresi üçü İzmir’den gelen yönetici olmak üzere 12 kişiyle yapılıyor. İzmir İl kongresinde ise ancak 300- 400 kişinin katılımı sağlanabiliyor.
TGB ise… itibarı yerlerde sürünür olmuş, ancak partili abilerinin ablalarının takviyesiyle birkaç yüz kişilik eylemler yapabilen ve pek da yapmayan bir örgüt derekesine düşmüş durumda.
Partinin bir seçimde, yüzde 0.2 oyun yarısını bile bulabileceği çok kuşkulu.
Tek çözüm “Cumhur ittifakı”na yamanmakta!

Perinçek çizgisi hiçbir zaman “halka dayanmak / güvenmek” söylemini terk etmez, ama hiçbir zaman halk Perinçekgil’i bu kadar terk etmemişti.

VP halksız, milletsiz, kitlesiz, tabansız bir örgüttür artık.

Erdoğan’a âşık meşhur dönek kapitalist Ethem Sancaklara, mafya rejiminin simgelerinden Sedat Pekerlere, Osmanlı Ocakları’na, saray erkânına yılışmak bir kitle tabanı sağlamıyor sadece ve sadece halkın nefret ve iğrenme katsayısını artırıyor.
Umurlarında mı?
Yeni bir dönemin stratejisini kurguluyorlar! Tabii ki ve yine “lar” çoğul eki bir kişiye işaret etmektedir. Yarın da bu strateji üzerinde durup o defteri dürelim.

DİPNOT
*1. Bir kez daha ısrarla soruyorum. Benim elimdeki hiçbir yayında yok. Araştırdım ve bulamadım.  TİKP’nin Sosyalist Parti’ye katılma –usül- kongresinde Hasan Yalçın’ın 12 Eylül öncesi TİKP dönemine ilişkin yaptığı o enfes özeleştiri mahiyetindeki, büyük coşkuyla alkışlanan “Nerede bir gerçek varsa onu biz söyleyeceğiz, bütün gerçekleri en önce biz söyleyeceğiz, bilmediğimiz bir gerçek varsa getirin onu da biz söyleyeceğiz, hatta gerçek gerçekleşmeden önce onu da biz söyleyeceğiz” ironisiyle doruğunu oluşturmuş konuşması neden hiç yayımlanmamış da “unutuluş halısı”nın altına süpürülmüştür? Gerçekleri görüp algılamada benzersiz, kimse daha neyin ne olduğunu anlamadan şıp diye anlayan ve gerçeği daha oluşmadan bile bütün yönleriyle kavradığı gibi gelişmesinin olası bütün yön ve süreçlerini de belirleyen genel başkan bu konuşmanın yayımlanmasını neden sağlamamıştır? ( Soru “engellemiştir” olarak da sorulabilir.)

*2 http://gazetetirajlari.com/?fbclid=IwAR0HHZlJs-Uk9slWppJkPZJUGOEDu_xP0K4gTLkLwu2ehDQB751ZWWazbnY