Gittim kargaşanın kalbine doğru
Şehrin en yalnız yaralarına doğru
Bahçe duvarlarının, çitlerin, ötelerin ardına
Işığın düşmediği en uzak kıyılarına
Alnım ne kadar serinse gök o kadar bulutsuzdur, derdim
İnanıyordum ki seğiriyorsa gözüm, yollar bana iyi gelirdi
Elimde bavul, kaybedeceğim başka bir şeyim yoktu
Üstelik bir umudum vardı oradan başka bir tarafa giderken
Van’a indiğimde geceydi ve gökyüzü rahatlık verecek kadar sakindi
Tek kaygım iyi bir otel bulmaktı, meğer ne kadar uzakmışım gerçeğin hayaline
Oysa terminalin etrafına yüzlerce çadır kurulmuştu indiğimde Van’a
Birtakım karartılar oradan oraya ilerlemekteydi ve ambulanslar sürekli siren çalıyordu
Sirenler sürekliydi ve insan sesleri motor seslerine karışıyordu
Gece bir aczi haykırıyordu elbette ve ışıklar bütünüyle kapalıydı
Karanlıktı. Van ancak el fenerleriyle aydınlanabiliyordu
Kollarında kolluklar olan insanlar kelebekler gibi çırpınıyordu
İhtiyarlar da vardı çocuklar da; erkekler, kadınlar ve hamileler,
hastalar, güçlüler, yoksullar, zenginler ve hiç kimse olmayanlar
Herkes oradan oraya koşmaktaydı onca itiş, kakış onca bağrış içinde
O herkes kendini uzaklara taşıyacak bir şeyin peşindeydi sadece
Anladım ki bu şehirde kıyamet vardı, üstelik daha önce hiç yaşanmamış
Bense henüz gelmiştim ve neden bu şehri seçtiğimden bile emin değildim
Veba mıydı fetih miydi işgal miydi bunca insanı uykusundan uyandıran;
evinden, sokağından, o bildik yaşamından kaçırtan
yoksa bir kıt’al miydi gerçek kılınan
Gittim kargaşanın kalbine doğru
Şehrin en yalnız yaralarına doğru
Bahçe duvarlarının, çitlerin, ötelerin ardına
Işığın düşmediği en uzak kıyılarına
Evlerin, sokakların, yolların, su kanallarının, çöp yığınlarının, elektrik kablolarının, gecekonduların, plastik boruların ve ipek kumaşların, hatırası aziz porselenlerin, akik taşlarının, örneği bulunmaz çini vazoların, saklanmış mektupların, birtakım levhaların, çağdaş dövizlerin, eski kıssaların, ilmihallerin, inkılap kitaplarının, diploma paçalarının, sabır ve yemin telkin eden klavuz kitapların, gündelik kahve takımlarının, çaydanlıkların, tanığı olduğum onca hayat dekorunun ve onca hayat sahnesinin bükülen demir ve ufalanan beton kadar ömrü olduğunu gördüm
Bir bir çöken binalar olduğunu gördüm onların
Onların sadece adlar, rakamlar, adresler, unvanlar olduğunu gördüm zamanın bir anlık hafızasına yazılmış
Nehre kapılan bir defterin sayfaları gibi ıslandıkça birbirine yapışan ve sonunda parça parça dağılan
Kendi olmaktan çıkıp artık kendinden olabildiğince uzaklaşan
Anladım neden ellerinde eşyalar, sırtlarında denkler, neden dört çekerli cipler içinde, neden çıplak ayaklı çocuklarıyla anneler, neden ağlayan babalar, neden iki büklüm ihtiyarlar, tavuklar tedirgin, kediler asabi, neden o miskin köpekler bile telaşlı, neden ayyaşlar hiç olmadıkları denli ayık, neden katır sırtında denkler, neden kamyonetler kendinden büyük yüklerin altında,
neden umut ve o denli tedirginlik yol almaktadır Marmara’ya, Karadeniz taraflarına,
Ege’ye ve Afyonkarahisar’ın Şuhut ilçesine doğru
Anladım ki vatanının her tarafına doğru gidebilir insan
Üstelik kendisi ve geçmişiyle, üstelik en sıcak acısı ve en taze belleğiyle