2011 – VAN

Gittim kargaşanın kalbine doğru

Şehrin en yalnız yaralarına doğru

Bahçe duvarlarının, çitlerin, ötelerin ardına

Işığın düşmediği en uzak kıyılarına

 

Alnım ne kadar serinse gök o kadar bulutsuzdur, derdim

İnanıyordum ki seğiriyorsa gözüm, yollar bana iyi gelirdi

Elimde bavul, kaybedeceğim başka bir şeyim yoktu

Üstelik bir umudum vardı oradan başka bir tarafa giderken

Van’a indiğimde geceydi ve gökyüzü rahatlık verecek kadar sa­kindi

Tek kaygım iyi bir otel bulmaktı, meğer ne kadar uzakmışım gerçeğin hayaline

Oysa terminalin etrafına yüzlerce çadır kurulmuştu indiğimde Van’a

Birtakım karartılar oradan oraya ilerlemekteydi ve ambulanslar sürekli siren çalıyordu

Sirenler sürekliydi ve insan sesleri motor seslerine karışıyordu

Gece bir aczi haykırıyordu elbette ve ışıklar bütünüyle kapalıydı

Karanlıktı. Van ancak el fenerleriyle aydınlanabiliyordu

Kollarında kolluklar olan insanlar kelebekler gibi çırpınıyordu

İhtiyarlar da vardı çocuklar da; erkekler, kadınlar ve hamileler,

hastalar, güçlüler, yoksullar, zenginler ve hiç kimse olmayanlar

Herkes oradan oraya koşmaktaydı onca itiş, kakış onca bağrış içinde

O herkes kendini uzaklara taşıyacak bir şeyin peşindeydi sadece

Anladım ki bu şehirde kıyamet vardı, üstelik daha önce hiç yaşanmamış

Bense henüz gelmiştim ve neden bu şehri seçtiğimden bile emin değildim

Veba mıydı fetih miydi işgal miydi bunca insanı uykusundan uyandıran;

evinden, sokağından, o bildik yaşamından kaçırtan

yoksa bir kıt’al miydi gerçek kılınan

Gittim kargaşanın kalbine doğru

Şehrin en yalnız yaralarına doğru

Bahçe duvarlarının, çitlerin, ötelerin ardına

Işığın düşmediği en uzak kıyılarına

Evlerin, sokakların, yolların, su kanallarının, çöp yığınlarının, elektrik kablolarının, gecekonduların, plastik boruların ve ipek kumaşların, hatırası aziz porselenlerin, akik taşlarının, örneği bulunmaz çini vazoların, saklanmış mektupların, birtakım levhaların, çağdaş dövizlerin, eski kıssaların, ilmihallerin, inkılap kitaplarının, diploma paçalarının, sabır ve yemin telkin eden klavuz kitapların,  gündelik kahve takımlarının, çaydanlıkların, tanığı olduğum onca hayat dekorunun ve onca hayat sahnesinin bükülen demir ve ufalanan beton kadar ömrü olduğunu gördüm

Bir bir çöken binalar olduğunu gördüm onların

Onların sadece adlar, rakamlar, adresler, unvanlar olduğunu gördüm zamanın bir anlık hafızasına yazılmış

Nehre kapılan bir defterin sayfaları gibi ıslandıkça birbirine yapışan ve sonunda parça parça dağılan

Kendi olmaktan çıkıp artık kendinden olabildiğince uzaklaşan

Anladım neden ellerinde eşyalar, sırtlarında denkler, neden dört çekerli cipler içinde, neden çıplak ayaklı çocuklarıyla anneler, neden ağlayan babalar, neden iki büklüm ihtiyarlar, tavuklar tedirgin, kediler asabi, neden o miskin köpekler bile telaşlı, neden ayyaşlar hiç olmadıkları denli ayık, neden katır sırtında denkler, neden kamyonetler kendinden büyük yüklerin altında,

neden umut ve o denli tedirginlik yol almaktadır Marmara’ya, Karadeniz taraflarına,

Ege’ye ve Afyonkarahisar’ın Şuhut ilçesine doğru

Anladım ki vatanının her tarafına doğru gidebilir insan

Üstelik kendisi ve geçmişiyle, üstelik en sıcak acısı ve en taze belleğiyle