Van Denizi’nden Süphan’a doğru

Arama noktaları, zırhlı araçlar, hakim mevkilere kurulmuş karakollar. Bütün namlular dağa dönük… Her ne kadar buralardaki günlük yaşamın bir parçası olduğunu bilsek de, ister istemez ürperiyor yine de insan…

CEM ERGÜN

Sırt çantamı omuzlayıp karayoluna doğru yollandığımda içimde tarifsiz hisler, bilinmedik yollara, bilinmedik keşiflere doğru bir başlangıcın heyecanı yerleşmişti bile. İstanbul’un esintisini enselerimizde hissederek dörtnal şaha kaldırdığımız o atın dur durak bilmeyecek şahlanışlarından birini yaşamak üzere yola çıktığımız da hedef belliydi. Turgenyev’in romanlarından kopup gelmiş gibi hem uzak, hem yüksekti. Belki de o menziller gibi beyaz bir karlar ülkesiydi…

Atların çektiği yaylı bir arabada değilsek de, minibüsümüzün şoför mahallindeki baba oğul, ellerinde kırbaçlarla uçsuz bucaksız bozkırda yaylıyı süren arabacılar değilse de, biz yolcular, o romanlardan birindeymişiz gibi hem heyecanlı hem de mutluyduk. Görülmedik bir coğrafyanın, görülmedik heyecanlarına, ömrümüzün şu ana kadar ki en yükseğine tırmanmaya gidiyorduk. Ve o görülmedik dağın eteği, mavi denizlerden gelecek bir martıyı bekler gibiydi…

Süphan Dağı. Turgenyev’in romanlarından kopup gelmiş gibi hem çok uzak, hem çok yüksekti.

Tatvan’a kadar devam eden yolculuğumuzun ilk bölümü yaklaşık 30 saat kadar sürdü. Elazığ-Muş arasında (diğer gezilerimizde de karşılaştığımız gibi) yer yer yoğun yol çalışmaları vardı. Dağlar yeniden yarılıyor, yeniden geniş geniş yollar yapılıyor. Aracımız bu dağlar ülkesinde yokuşlarda zorlandıkça yol bitmek bilmedi.

Menzil yoktu. Yeni atlar da…

Dağlara dönük namlular günlük yaşamın parçası

Sabahı Malatya’da karşıladık. Kayısı ürünleri satan bir dükkanın önünde, koyu yeşil yaprakların arasında unutulmuş meyvelerin davetkâr görüntüsü altında indik minibüsten. İçeriden hızla çıkıp gelen esmer, kalın kaşlı iki adam, biz aracı dükkânın önüne park ettiğimiz için uyarılacağımızı zannederken, içeri davet ettiler. Önce cevizli kayısı ile başladı ikram, sonra kayısı sucuğu ve geriye ne kaldıysa… Şaşırdık. Kahvaltı yapmadan doymuştuk bile. Süt doğaldı. Bal da. Yumurtanın sarısı ise, adeta bağırıyordu sarılıktan …

Elazığ’ı geçtikten sonra arama noktaları, zırhlı araçlar, hakim mevkilere kurulmuş karakollar yoğunlaşmaya başladı. Bütün namlular dağa dönüktü… Her ne kadar buralardaki günlük yaşamın bir parçası olduğunu bilsek de, ister istemez ürperiyor yine de insan…

Ve Bingöl… Birçok Anadolu kasabasından, belki de gelişmiş köyünden pek farkı olmayan bir vilayet… Solhan’da patlayan tekerleğin onarımı; demli, sıcak çaylar… Yol kahvesinde hoş sohbetler…

Aramızda askerliğini yörede yapmış arkadaşların olması (Hidayet Muş, Vahit Bitlis) sohbeti koyulaştırırken şoförlerimiz Yakup amca ile oğlu Ersin’in iyice gerilmesine neden oluyor. Ama içimizde en çok da Selim huzursuz. Rengi bir gidiyor bir geliyor. Her arama noktasında, her namlu gördüğünde yöreyle ilgili kaygılarını mırıldanıp duruyor. “En yakın havaalanından geri dönmezse iyi” diye düşünüyorum.

(Yaylının sürücü yerinden kırbacımı ikisi kır, dördü doru ata doğru sallıyorum. Kırbaç, aralarındaki boşluğun üzerinde şakıyarak, elime geri geliyor. Yol belli belirsizliği ile bozkırda uzayıp gidiyor. Günlerdir yağan yağmur, yerdeki kırmızı toprağı koyulaştırmış. Ve tekerlekler atların hızını kesen çamur yüzünden her an biraz daha zor dönüyor gibi. Menzil uzadıkça uzuyor bozkırda. Dönüp bakınıyorum yaylının içine doğru, babam ve oğlum derin bir uykuda uyuyor, sessiz ve huzurlu nefes alışverişleriyle…)

“Tanyeri atanda Nemruda karşı”

Gün akşamın kollarına doğru devrilirken, Muş’ta yemek molası. Birkaç küçük gezintiden sonra, bu uzak “şark lokantası”nda yediğimiz saç kavurmanın tadını kimsenin kolay unutacağını sanmıyorum. Harikaydı. Fiyatı da öyle…

Muş’tan sonra gün ışığında geçmek istediğimiz bölgelerde karanlık olanca hızıyla çökerken şoförlerimiz suskunluklarında gizliyorlardı tedirginliklerini… Kim bilir, belki biz de, hepimiz tedirgin bir karanlığın kollarındaydık. Yollar da öyle. Oysa gün batmadan Nemrut’un o gizemli kraterinin yanında kamp kurmayı ve geceyi orada geçirmeyi düşünüyorduk. Olmayacaktı. Mümkün görünmüyordu.

Tatvan. Sabah kahvaltımız yine son derece zengin ve lezzetliydi.

Tatvan-Bitlis kavşağına geldiğimizde zaman bir hayli ilerlemişti. Bitlisli olan ve tatil için fırsat bu fırsat diyerek eşi ve çocuklarını Bitlis’e getiren Hidayet; kavşakta akrabaları ile buluşarak eşi ve çocuklarını onlara bıraktı ve yol Tatvan’a döndü.

Araçtaki ve yoldaki aksaklıklar bizim Tatvan’a gün ışığında girmemizi engellemişti. Nemrut’a çıkma olasılığımızı öğrenmek üzere Tatvan Jandarma karakoluna yönlendik. Aldığımız yanıt olumsuzdu. Nemrut karanlıkta tehlikeliydi ve her an beklenmedik konuklar ile karşılaşabilirdik! Karanlıkta hepimizin rengi aynıya döndü birden. Sustuk.

Aracı jandarmaya yakın bir yere park ederek geceyi burada geçirmeye karar verdik. Ümit Abi ve şoförleri arabada bırakıp ilerleyen saate rağmen Tatvan’ı dolaşmaya çıktık. Sonra Hidayet’in akrabalarına konuk olduk. Bitmeyen bir demlikten bardaklar dolusu çay içip kahkahalarla keyifli bir gece geçirdik. Kendimizi yeniden Tatvan sokaklarına vurduğumuzda gece yarısını çoktan geçmişti. Sanki Kadıköy sokaklarında, ellerimizde şarap şişeleri, dolaşıyormuş gibi rahattık.

Sabah kahvaltımız yine son derece zengin ve lezzetliydi. Tatvan’ın ve “Van Denizi”nin[1] gizemi hedefimizle birleşmişti: Bu dağlar dost dağlardı.

Ve Nemrut…

Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van’da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari güvercinler subaşlarında
Ve karaca sürüsü
Keklik takımı…”

Bildiğimiz denizlerden bambaşka, ürkütücü, ürpertici bir mavi

Aracımız ağır aksak tırmanıyor Nemrut’a. Yer yer volkanik kaya parçaları çarpıyor gözümüze. Ve bir köy… Ürkek ürkek yaklaşan çocuklar… Yanımızdaki şekerden veriyoruz onlara. Seviniyorlar. Fotoğraflarını çekiyorum sırayla. Kimisi uzak durmaya çalışıyor bilinmez bir tedirginlikle…

Ürkek ürkek yaklaşan çocuklar. Kimisi uzak durmaya çalışıyor.

Tırmandıkça koyun-keçi sürüleri karşılıyor. Tek bir ağacın bile bulunmadığı bu tepelerde yiyebilecekleri bir tutam otun telaşındalar sanki. Ve çocukların dediği gibi “Van Denizi” aşağıda, uzayıp gidiyor görünmezlikleriyle… “Belalımız” Süphan ise bütün heybetiyle yukarda. Görünüşü bile müthiş. Çabuk gelin der gibi bir top bulut ile bekliyor bizi.

Derken Nemrut Gölü. Masmavi. Bildiğimiz denizlerden bambaşka bir mavi. Ürkütücü, ürpertici bir mavi. Biraz sonra buz gibi sularına bıraktığımızda kendimizi, kimse cesaret edip açılamayacak. Sanki görünmez bir anafor ansızın alıp yutacak. Sanki kraterin koruyucu perileri bacağımızdan tutup derinlere çekecek.

Ahlat yönününden Süphan’ı seyrede seyrede iniyoruz Nemrut’tan. Ve bir başka köy… Burada çocuklar kaçmıyor, “hello” diyerek karşılıyorlar bizi. Köylüler ayran ve ekmek ikram ediyor. Su sorunları olduğunu, haftanın belli saatlerinde köye su verildiğini öğreniyoruz. Sorun çözücüymüşüz gibi dertlerini dinleyip ortak oluyoruz yaşamlarının zorluklarına. Yine şeker veriyoruz çocuklara, seviniyorlar. Balıkçı’nın yanımda bulunan “Deniz Gurbetçileri” kitabını hediye ediyorum bir delikanlıya.

Nemrut krater gölü. Sanki kraterin koruyucu perileri bacağımızdan tutup derinlere çekecek.

Bir aşağıdaki köyden Ahlat’a giden iki çocuk aldık aracımıza. Onların köyde su sorunu yokmuş.

Yemyeşil her yer. Fasulye ve patates bostanları çarpıyor gözümüze.

Ahlat…

Ahlat’ta Selçuklu mezarlıklarını dolaştık ilkin. İnsan boyunu aşan mezar taşları yüzyıllar öncesine çekiyor insanı. Bir tanesinin üzerine altıgen Selçuklu yıldızı işlenmiş. İleri gelen beylerden birinin olmalı. Müze ise kapalı, bir broşür bile edinemedik!

Adilcevaz, ceviz memleketi. En güzel cevizlerin yetiştiği bu küçük kasaba, anlatıldığı gibi temiz ve diğer ilçelere göre daha gelişmiş.

Ahlat’ta Selçuklu Mezarlığı. İnsan boyunu aşan mezar taşları yüzyıllar öncesine çekiyor insanı.

Süphan’a tırmanış öncesi son alışverişlerimizi yapıp Jandarmaya kimlik fotokopilerimizi bıraktık. Bizimle ilgili bilgi zaten ulaşmış onlara. Komutan Kışkılı Köyü korucularına haber vereceğini söylüyor. Vedalaşıyoruz. Daha önceden Süphan’da su olmadığını öğrenmiştik, kişi başına 5 litre de su alıyoruz yanımıza.

Eksiğimiz yok gibi…

Süphan’a tırmanmaya hazırız.

(Devam edecek)


[1] Coğrafya kitaplarından, haritalardan “Van Gölü” olarak bildiğimiz bu suya Vanlılar “deniz” diyorlar ve “göl” diyenleri ayıplıyorlardı. Geçtiğimiz günlerde Van Gölü, deniz olarak tescillendi ve son zamanlarda sık sık gündeme gelen insan kaçakçılığı ile daha etkin mücadele için Van’ın Edremit ilçesinde ‘Sahil Güvenlik Komutanlığı’ kuruldu.

PAYLAŞMAK İÇİN