1980’li yıllar, yaşadığım en sıkıntılı, en yalnız, dokunsanız ağlayacak olduğum yıllardı. Çok sıkılmıştım. Bir seminer de kendimize düzenlesek ne olur, diye düşündüm. Amacım seminer falan değildi aslında, bir hafta sonu da olsa sıkıntılarımdan uzaklaşmak istiyordum. Oturdum, dost bildiklerime bir mektup yazdım.
HALİT ÜNAL
Vatandaşlarımız arasında Türkdanış olarak bilinen, Arbeiterwohlfahrt’ın ise Sozialberater und Sozialbetreuer diye tanımladığı danışmanların üstlendikleri görevin farklı boyutları vardır.
Bu farklılıklar danışmanın yurttaşlarına karşı duyduğu sorumluluk bilinci, görev ve çalışma anlayışı ile yakından ilgili olduğu gibi, hizmet bölgesinde yaşayan yurttaşların nüfus sayısı, etnik yapısı, eğitim durumları, sosyal ve kültürel etkinliklere ve en önemlisi geleceğe bakış açılarıyla da ilgilidir.
Ücretsiz hizmetin yaptığı yanlış çağrışım
Örneğin Ruhr Bölgesi gibi vatandaşların yoğun olduğu yerlerdeki Türkdanış görevlisi ya da sadece Türkdanış dediğimiz kişi, haftanın belli günlerinde sabahleyin bürosunun kapısını açar, vatandaş gelir, sorusunu sorar, cevabını alır ya da elindeki kâğıdı uzatır, dolacaksa doldurtur, çeker gider. Danışma saati bitmiştir. Türkdanış’ımız kapısını kitler, ceketini sırtlar ortadan kaybolur. Bu tür hizmetin adı danışmanlıktan ziyade tercümanlıktır, bence. Danışmanın sosyal ya da kültürel çalışmalara ayıracak zamanı yoktur ya da bu gibi işlere bulaşmak istemez.
Sebebi vardır…
Türkdanış’ın hizmetleri ücretsizdir. Ücretsiz hizmet, bizim vatandaşlarımız nezdinde -o zamanlar- yanlış çağrışımlar yapar. Türkdanış’ın vatandaşına bakış açısı tarafsız, vatandaşın Türkdanış’a bakış açısı daha başkadır, politiktir.
Danışmanlık görevim boyunca aklımdan hiç çıkarmadığım, “Hilfe zur Selbsthilfe” diye bir mottomuz vardı. Vatandaşı aydınlatmak, ona yol göstermek, kendine yetecek, sorununu kendisi çözebilecek imkânlar sunmak.
Danışmaya gelen yurttaşlarımızın sorununun çözümünde yardımcı olmaya çalışırken, kendisini bilgilendirmeye de önem verirdim, “biz bugün varız yarın yoğuz, hiç belli olmaz, eloğludur, bakarsın büromuzu kapatırlar. Ortada kalmayın”, diye uyarırdım. “Anlattıklarımı aklında tutmaya çalış, öğren, bir dahaki sefer kendin çöz”, derdim. Kimi zaman okula giden yetişkin çocuğu olup olmadığını, varsa bir dahaki sefere beraber getirmesini tembihlediğim günler olmuştur.
En sıkıntılı, en yalnız, en duygusal yıllar
Görevim bu şekilde devam ederken, Herford’da “Arbeit und Leben DGB/VHS” faaliyete geçti. Bu kurum, yetişkinlere iş hukuku, sosyal güvenlik ve kültür konularını içeren, günlük ya da haftalık seminerler düzenliyordu. Hangi vesileyle oldu hatırlamıyorum, Helga Kohne ile tanıştım; AuL DGB/VHS’in yöneticisiydi.
Arbeit und Leben Alman Sendikalar Birliği DGB ile Volkshochschule’nin birlikte oluşturdukları, yetişkinlere eğitim veren bir kurumdur.
Bölgemizde yaşayan sendika üyesi vatandaşlarımıza, Türkçe dersi veren öğretmenlerimize, ev kadınlarına, ailelere ve on altı yaş üstü gençlere yönelik seminerler hazırlamaya başladım. 1980’li yıllardı.
O yıllar, yaşadığım en sıkıntılı, en yalnız, dokunsanız ağlayacak kadar en duygusal yıllarımdır.
Çok sıkılmıştım. Bir seminer de kendimize düzenlesek ne olur? diye düşündüm. Amacım seminer falan değildi aslında, bir hafta sonu da olsa sıkıntılarımdan uzaklaşmak istiyordum. Oturdum, dost bildiklerime bir mektup yazdım.
İşte, Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubunun doğuşu, 1986 yılının ocak ayında dost ve arkadaş bildiklerime yazdığım o mektupla başladı.
“Değerli Dostlarımız” hitabıyla başlayan mektup, “Bizim oralarda ıssız yerler çok olurdu; dağbaşları, ırmak kıyıları, örenler… Kimse duymaz, kimse görmez yerler bulunurdu. Canımız mı sıkıldı, alır başımızı giderdik, gizlerdik kendimizi bir yerlere, dökerdik içimizi türkülerde, şarkılarda. Duyuluyorduysa bir yerlerde sesimiz, ötelerde ulaşıyorduysa birilerinin kulağına, daha çok kulak verirlerdi duyanlar. ‘Biri efkârlanmış yine’ diyenler olurdu.
Ama buralarda öyle midir ki? Ne bir yer bulabiliriz ıssız, ne kulak veren birini.
Açıkçası, yalnızlığı, kimsesizliği yoldaş, arkadaş edinmişiz buralarda. İçimizi dökecek, bizi cankulağı ile dinleyecek bir dost peşindeyizdir sürekli.
İki günlüğüne de olsa biraraya gelebilsek ne güzel olur. Eşimizle, dostumuzla, çocuklarımızla dertleşsek, şarkılar türküler söylesek, öyküler anlatıp sanattan, kültürden, edebiyattan bahsetsek olmaz mı” diye devam ediyordu…
1986 yılının 14 Mart cumartesi günü Herford’a 16 km uzaklıktaki, Vlotho’da Weser ırmağına kuş bakışı bir otelde buluştuk. Çığlığımı duyanlar gelmişti, duyamayanlar aramızda yoktu. Duyanların başında Fakir Baykurt ve eşi Muzaffer Baykurt vardı. Duyamayan arkadaşlarımın adlarını yazmıyorum; ayıp olur.
Fakir Baykurt: hem baba hem öğretmen hem kardeş
O gün yirmiye yakın kişiydik. Aklımda kalanlar: Ramazan Özgentürk, Hüseyin Çölgeçen, Kadir Karatay, Neval Kavuk, Ali Aslan, Molla Demirel / Sakine Demirel ve oğlu, Sami Sülük ve eşi ve bebeği (adını unuttum özür dilerim), Ali Özenç Çağlar / Yüksel Çağlar ve iki oğlu, ben, eşim ve iki oğlumuz, ve adları aklımda kalmayan Ruhr bölgesinden Fakir Baykurt’un önerdiği bir kaç kişi.
Verimli, uyumlu çok güzel bir hafta sonu geçirmiştik; şiirler, hikayeler okumuş, türküler söylemiştik. Fakir Baykurt bir baba, bir öğretmen, bir kardeş gibi kucaklamıştı hepimizi. Beraberliğimiz kısa sürmüştü, çok çabuk geçmişti iki gün!
Vedalaşırken eşlerimiz çocuklarımız hep bir ağızdan, gene toplanalım, diyor ısrarla Fakir ağabeyin etrafını dolanıyorlardı. O da “bana gelmeyin, Halit’e gidin”, diyor, beni işaret ediyordu, ama dinleyen kim…
Buluşmamızın son günü, değerlendirme bölümünde, Fakir Baykurt önermişti zaten. “Halitciğim, çok güzel, çok farklı bir toplantı oldu. Başka yerlerde erkek ağırlıklı yazar-çizer takımının toplantılarına benzemedi. Gördüm, sen bunu halledersin, yaz tatilinden sonra bir toplantı daha hazırla, yine böyle eş ve çocuklarımız aramızda olsun, mümkünse çocuklarımıza da bir pedagog bul,” diye bana yol gösteriyor, teşvik ediyor yüreklendiriyordu. Öyle de oldu.
İki yarım gün süren buluşmamızın, üç güne çıkarılmasını kararlaştırdık.