Türkçe yazsam Almanya’da kim okuyacaktı?

Yazmaya başladığım ilk yıllarda hep bunu düşünmüşümdür. Kitaplarımı Türkçe yazsam, kendi torunum ya da torunumun çocukları ki, onlar da buralı olacaklar, dedelerinin yazdıklarını okuyup anlayabilecekler mi.

 HALİT ÜNAL

 

Ben tembel bir yazarım.

Çok sayıda kitabım yoktur.

Çoğu zaman Türkçe düşünüp Almanca, ana dilim olmayan bir dilde yazıyorum; sözcükleri örs ve çekiçle işlemek zorundayım. Tek bir cümle üzerinde günlerce çalıştığım olmuştur. Zor zanaat benim yaptığım. Tembelliğim belki de bundandır. Yazılarım Almancadır ama, hepsinde anadilimin, yani Türkçe’nin, kokusunun ve tadının olduğu söylenir.

1994. Ruhr bölgesi/Bochum’da, okulun Türkçe öğretmeni, edebiyat dünyasında “Emanet Çeyiz” adlı kitabıyla tanınan Kemal Yalçın ve  9. sınıf Türk öğrencileri ile. 

Almanya’da doğup büyüyen kuşağın Almancadan başka çaresi yok

Neden Türkçe yazmıyorsun, Türkçene güvenemediğim için mi diye sorulabilir.

Bu sorunun yanıtı bence basit:

Becerebiliyorsam, yaşadığım ülkenin dilinde yazmamdan daha doğal ne olabilir!

Alman okurların yanı sıra, geleceğin Türkiye kökenli kuşağına da ulaşabilmek, onlara Türkçe tadında Almanca okuyabilmeleri şansını vermek için Almanca yazıyorum. Türkçe yazsam Almanya’da kim okuyacak?

Kimseye haksızlık etmek, kimseyi gücendirmek de istemem ama, birinci kuşak okumaz, çünkü böyle bir derdi yok. İkinci, üçüncü ve daha sonra gelecek kuşaklar ise Türkçe bilmeyecek, bilse bile okuduğunu anlayamayacaktır. Almanya’da doğup büyüyen kuşağın okuyabilmesi ve okuduğunu anlayabilmesi için Almancadan başka çaresi var mı?

Aynı günden ikinci kare.  Cıvıl cıvıl bir gündü.

Yazmaya başladığım ilk yıllarda hep şunu düşünmüşümdür. Kitaplarımı Türkçe yazsam, kendi torunum ya da torunumun çocukları ki, onlar da buralı olacaklar, dedelerinin yazdıklarını okuyup anlayabilecek mi. Bu dünyadan göçüp gidersem, yazdıklarım kalıcı olsun, bizden sonra doğacak, kendilerine Almanya’yı yurt edinecek memleketimin insanlarına miras olsun, istedim. 

“Bizim yazar geldi”

Ben roman yazarı değilim. Uzun soluklu, sayfalar dolusu romanlarım yoktur. En kalın kitabım 130-140 sayfayı geçmez. Yazdıklarım daha çok, Batı’da “Novelle”, Alman edebiyatında ise sık rastlanan ve “Erzählung” denilen bizim “uzun hikâye” olarak bildiğimiz türdür. 

Şimdiye dek biri Türkçe-Almanca olan beş kitap yayımlayabildim.[1]

Şiir, kısa öykü ve Novellerimin büyük bir kısmı ise, antolojilerde, edebiyat ders kitaplarında, yabancılar için Almanca ders kitaplarında yayınlandı.  

Şiirlerimi 1974 ile 1982 yılları arasında yazdım.

Kitaplarımın ve novellerimin yazılma süreci pek uzun sürmedi ama, doğup büyüdüğüm yer olan “ZARA-Die Stadt am Marassanta”nın üzerinde dört yıl çalıştım ve ancak 2012’de yayımlayabildim.

Çoğunlukla akşamları, el ayak çekildikten sonra, evde yazıyordum.

Önceleri, yılın tüm zamanlarında Almanya’da yaşarken, hafta sonları devamlı gittiğim “Paraplü/Şemsiye” adında bir kafetarya vardı, orada, salonun en kuytu köşesindeki bir masada, insanları uzaktan izleyerek yazardım. Aralarında sohbet eden insanların davranışlarını, mimiklerini, ses tonlarının iniş çıkışlarını kafama kayıt ederdim. Bazen de, masam doluysa eğer, tezgâhta insanların tam ortasında, gözlerinin içine baka baka yazardım; herkes kendi dünyalarını yaşarken ben kendi dünyamda bir başıma olurdum. Paraplü’nün müşterileri pek değişmezdi, birbirimizi tanırdık. Arkamdan, bizim yazar geldi, dediklerini duyardım.

Mesleğimin de yazarlığımda etkisi var tabii, fakat doğrudan ilgili bir etki değil de işim gereği karşılaştığım ya da bire bir yaşadığım olaylarla ilgili bir etki. 

Yakamdaki rozet

Federal Almanya’ya 1971 yılında geldim. Bu son baharda elli yılımı bitirdim.

Yetmiş yıllık bir ömrün elli yılını yaşadığım şu ülke hayatımı değiştirmedi desem, inandırıcı olur mu?

1980’ler. Ost Westfalen/Enger Lisesi Alman öğrencileri ile bir edebiyat projesi.

Memleketten patates kabuğunu getirip toprağa gömsen, o bile çillenir, filiz verir. Patates yine patatestir ama, tadı başka olur. Toprağı başkadır çünkü.

Bitki toprakta, insan toplum içinde yetişiyor. İçinde yaşadığımız toplumun çeşitli kaynaklarından besleniyor, biçimleniyor, bilinçleniyoruz; okuduğumuz okullar, yaptığımız işler, edindiğimiz arkadaşlar, karşılaştığımız insanların her biri başlı başına bir kaynak, bir okul. 

Geldiğim de yirmi yaşındaydım. İstanbul Sultanahmet Sanat Enstitüsü’nün elektrik bölümünü bitirip gelmiştim. Öğrenciydim. Ceketimin yakasında Türk Bayrağı rozeti takılıydı. Karşılaştığım hemen hemen her Alman rozetime bakıyor, bana Türkiye’yi soruyordu; tarihimizi, dilimizi, dinimizi… 

Öyle ya, taa Almanya’lara kadar okumaya gelen birisi, bir öğrenci bunları bilmez olur mu?

Bilmeyebilir!

Çok şeyi bilmediğimi, bilmediğimin farkına ben o günlerde varmıştım. Almanya’ya gelmeseydim bunu belki de hiç öğrenemeyecektim.

Daha ilk adımda ilk dersimi almıştım Almanya’da. Öğrenmeliydim, boynumun borcuydu. Aksi takdirde, ceketimin yakasındaki rozet benden utanacaktı.

1980’li yıllar. Yabancı düşmanlığına karşı bir etkinlikte.

Bilen bilir, bazı ağaçların meyvesi acı olur. Zeytin ağacının mesela ya da turunçgillerin; işlenmeden, aşılanmadan yenmezler. Turuncun meyvesinden olsa olsa reçel olur. Ona da şeker lazım. İnsanlar da öyle. İnsanların aşılanması da etkilenmeyle oluyor.

Tabii ki benim hayatımın da -yukarıda ifade etmeyi denediğim gibi- etkilenmemesi kaçınılmazdı; düşüncelerim değişti, insanlara bakış açım, davranışlarım değişti.

Yazarlığımı nasıl etkilediğine gelince.

Her hangi bir kapıyı açmak için anahtar kullanılır. Yazmak için kullanılan anahtarın adı ise kağıt kalem değil bilgi birikim, yaşam deneyimidir bana kalırsa; nerede, hangi ülkede olursa olsun gözü gören, kulağı işiten, eli kalem tutan ve bildiğini bilen herkes yazabilir.


[1] Sieh mich an / Beni İki Gözünle Gör. Almanca/Türkçe, Gedichtband, 1986

Der Mond umkreist die Nacht. Erzählband, 1988

Die Vernehmung oder die bestrafte Liebe der Klawdja B. Erzählband, 1992

Der Weg ins Ungewisse. Gedichte und Kurzgeschichten, 1994

Zara – die Stadt am Marassanta. Erzählband, 2012

 

Paylaşmanız için