Türk kültürü İslamiyet altında nasıl biçimlendi?

İslam; bilimi, sanatı, gelişme ve ilerleme çabalarını kendi dogmaları ile sınırlayıp engellemekle kalmamıştır. Türk kadınını hayatın gerçekliğinden kopartıp eve kapatarak, onu erkeğin yanında ikincil bir kişi konumuna indirgeyerek ulusun yarısını oluşturan bir bilgi ve emek kütlesini devre dışı bırakmak suretiyle de Türk kültürünün evrensel ölçekli gelişimini tahrip etmiştir.

CAFER YILDIRIM

Günümüzden ve coğrafyamızdan uzak zamanlara ve uzak coğrafyalara akıp giden tarih çizgisine baktığımızda, üstelik bunu İslam’ın bizi bütün varlığıyla saran sıcak ortamından yaptığımızda, İslamca kuşatılmamış bir Türk gerçekliği, daha özelde Türkiye gerçekliği üzerine düşünmemek elde değildir. Tarih üzerine spekülatif düşünceler üretmek onu etkilemek açısından hiçbir önem taşımasa da bugünün ufkunu açmak bakımından bir değere kuşkusuz karşılık düşmektedir.

100 YIL SÜREN DİRENİŞ

Okul kitaplarında öğretilenin ve ortalama Türk insanının kültüründe varlığını koruyan bilgi toplamının aksine; Türkler İslam’ı kültürleri, yaşam tarzları, karakter özellikleri ile uygunluk gösteren bir din olduğu için kendiliklerinden benimsememiştir. Türkler Maniheizm, Budizm, Yahudilik, Nasturilik gibi dinleri konumlandıkları coğrafyalarda diğer toplumlarla kurdukları ilişkilerin taşıdığı etkiler sonucu kabul ederken İslam’a karşı yüz yıldan fazla direndikleri birçok tarihî kaynakta yer alan bir gerçektir. Bu süreci hatta 650’den 950’ye dek uzatan tarihçiler de vardır. Bu süreç Türkler açısından tarihlerinin en büyük katliamı, yağma ve acısıyla yüklüdür.

Muaviye, Ali, Ayşe arasındaki iktidar çatışmaları “şiddet” ve “hile” ile bir biçimde çözümlendikten sonra Araplar kaldıkları yerden, yeniden, bir ellerinde Kur’an, diğerinde kılıç yeni zenginlik kaynaklarına, yeni cihat yurtlarına yönlerini dönerler.

İştahlarını kabartan yollar Ceyhun Nehri ötelerine uzanır.

Aral Gölü dolaylarına…

Kafkasya üzerinden Hazar Denizi çevresine…

Horasan üzerinden Bagdis, Toharistan, Dağıstan beyliklerinin yurtlarına…

Moğolistan’dan Ceyhun boylarına dek uzanan doğal zenginliklerin göz kamaştırdığı bu bölgenin daha çekici olan yanı, ticaret yollarının geçit sahası konumunda bulunmasıdır. Ve bölgenin yoğunluklu etnik unsuru Türklerdir.

KILIÇTAN GEÇİRİLEN BUHARA

Muaviye’nin Horasan valisi Ubeydullah b. Ziyad’ın Ceyhun Nehri’ni geçerek 673’te Buhara’yı kuşatması ile ciddileşen Türk yurtlarına yönelik Arap/İslam saldırıları giderek hunharlaşan bir vahşet tarihi oluşturur.

Muaviye’nin Ubeydullah’tan sonraki valisi Said b. Osman, Semerkant’a yaptığı saldırıda tarihçilerin on binlerle ifade ettiği Türk’ü esir almıştır. Bunları köle pazarında satmak üzere beraberinde Horasan’a götürür.

699’da Ebi Süfyan’ın başında bulunduğu Arap/İslam ordusu Hotel, Hocente, Soğut, Keş ve Nefes’i işgal eder.

Buhara, 708’de, Ubeydullah’ın 673’teki kuşatmasından tam otuz beş yıl sonra ele geçirilmiştir. Şehir tarihinde görmediği bir yağmayı yaşar. Tecavüz ve katliam yağmanın bir parçasıdır. Arap’ın kutsal kılıcından kurtulabilenler arasından seçilen binlerce insan ise köle pazarlarında satılmak üzere yollara düşürülür.

Buhara’yı kılıçtan geçirten Kuteybe, Talkan şehrinde daha vahşi bir kıyım gerçekleştirir. Talkan’a giden yolun onlarca kilometresi asılan Türklerin cesetleri ile süslenmiş bir ibret tablosu haline getirilir. Talkan beyi Tarhan’ın (Neyzek) ise iki oğlu, gözlerinin önünde öldürülür. Yedi yüz Türk’ün başları kesilir. Bütün bunlardan sonra Kuteybe, Tarhan’ı kendi elleri ile öldürmüştür.

“Allah ve resulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası ya boyunları vurularak öldürülmeleri ya asılmaları ya ellerinin ayaklarının çapraz kesilmeleri ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyada çekecekleri rezilliktir. Ahirette ise onlara daha büyük azap hazırlanmıştır.” (Maide Suresi, 33. Ayet)

Bu ve benzeri ayetler doğrultusunda her türlü vahşetine Kur’an’da kutsal bir temel bulan Arap ordusu; Keş’e, Nefes’e yönelmiştir. Keş ve Nefes’ten bir yıkım makinası olarak geçer. Faryab’a dayanır. Yakmak Allah’a mahsustur. Fakat Faryab, Allah’a mahsus bu cezadan kurtulamaz.

Kuteybe, Faryab’a uyguladığı yöntemi Harezm’i işgalinden sonra daha kapsamlı bir biçimde kullanır. İşgale karşı gelen halk kılıçtan geçirilir. Bütün kültür kalıtları yıkılır, kütüphaneler yakılır. Bilginler öldürülür.

KAN IRMAĞI

Artık sırada Semerkant vardır. Şehir kuşatılır ve mancınık ateşine tutulur. Allah’a mahsus olan yakma cezası çünkü Hz. Muhammet Dönemi’nde de pek çok kez uygulanmıştır.

“Filistin’de Übnâ (sonraları Yübnâ) denen bir yere Peygamber bir baskın düzenlemişti. Baskını yapacaklara da şu buyruğu veriyordu:

– Sabahleyin Übnâ’ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak.”[1]

Übnâ’yı yakan el Semerkant’ta neden tereddüt etsindi. Şehir uzunca bir direnmeden sonra yenik düştü. Gurek (Oguz Beg) iki yüz bin altın, otuz bin köle vermek koşulu ile anlaşma yaptı. Ayrıca şehre bir de cami yaptıracak, diğer bütün tapınakları yıktıracaktı.

İslamın cihat politikası hep yağma ve yıkımla içiçe sürmüştür. 1930’da Devlet Matbaası tarafından basılmış Türk Tarihi kitabında, İslami yayılmacılık ile Türklerin direnişi üzerine ilginç bir tespit yer almaktadır: “Din götüren Arap ordularının yağmegerliği Arap ümerasının zulüm ve teaddisi istila edilen yerlerde bile İslam dininin yayılma ve bildirilmesine mani oluyordu.”[2]

Bu tesbite ayrıca Kuteybe’nin Türk yurtlarında on üç yıl kan döktüğü eklenmiştir.

Kuteybe’den sonra Horasan valisi olan Yezid Bin Muhalleb de İslam‘ın işgal, ilhak ve yağma politikasını sürdürmüştür. Önce Dağıstan üzerine yürür, sonra Cürcan (Kirkan). Arap/İslam fütühatının kutsal yüzü Kirkan’da bir kez daha cam saydamlığında görünür. Bu görüntü esir alınan ve binlerle ifade edilen insanın Enderhiz vadisinde kılıçtan geçirilmesi sonucu oluşmuş kan ırmağı halindedir. Devlet yayını tarih kitabında Yezid için “Türk ellerinde din yayma yerine yağma ve öldürme ile vakit geçirdi.„ ifadesi kullanılır.[3]

KILIÇ VE KUR’AN

Arapların aralıksız süren saldırıları, fetih ve yağma arzuları, Türklerinse merkezi örgütsel birlikten yoksun ama aktif direnişi ile biçimlenen süreçte; İslam dini Türklerce gerçek anlamda benimsenmemekle birlikte, dayatılan kimliği ile varlığını gösterme olanaklarına da kavuşmuş olur. Samanilerin Maveraünnehir’de bir İslam devleti kurdukları dönemde ise yayılmaya başlar. 950’de Karahanlıların İslam dinini resmen kabul etmeleri, diğer Türk kesimlerinde de İslamlaşma sürecini hızlandırır. Saldırı, işgal, ilhak eksenindeki İslamiyet-Türkler ilişkisi böylece İslami ideoloji ile bütünleşme, onun sunduğu olanaklardan yararlanma biçimine bürünür.[4]

İslamiyet, cihat düsturuyla Türklere yeni yurtlara ilerleme imkânı verme, bu anlamda topraklarını genişletme olanakları sunmakla birlikte, Türk yaşam tarzına, düşünce dünyasına, diline, edebiyatına ilişkin olarak da kutsal kalemle bir sınır çizer. Sonuçta bütün bir Türk kültürünün dinamizmi, yaşama dönük yüzü, gelişme olanakları, gelişme potansiyeli İslami dogmaların cenderesine girer. Artık Türk yaşam tarzı, bu yaşam tarzının ürünü olan Türk kültürü dogmatik kaynaktan beslenen bir uzun yoksulluğu yükümlenir, bir bitmez sığ akışa dönüşür.

Kılıcı ve Kur’anı ile gelen Arap; edebiyatını, dilini, düşünce ve yaşama biçimini de Allah ve Resulü‘nün üzerinden Türk dünyasına egen kılmıştır. Türklük dünyasının laik ve gelişmeye açık yaşam tarzı giderek İslami dogmalarının hükümranlığı altına girmiştir.

İSLAMİ DOGMALARLA KUŞATILMIŞ ULUS

İslam dininin dili olma ayrıcalığı ile Türkçenin karşısında “kutsal„ bir  zırha bürünen Arapçanın, daha sonra Farsçanın altı yüz yıl boyunca Türkçeyi nefessiz bırakması, Türkçeyi Osmanlıca gibi eklektik bir kimliğe dönüştürmesi bu gerçeğin sadece dil boyutudur.

Arap-İran edebiyatının ideolojik atmosferinde ve yine onun kuralları, anlatım tekniği, estetik anlayışı ile var olarak Türk edebiyatının doğal gelişiminin önüne geçen divan edebiyatı da aynı gerçeğin sonucudur.

Sanat ve bilimin Osmanlı tarih çizgisindeki fetvalar, idamlar, kin ve husumetle örülü küçücük bir kesitine bakmak bile İslam dogmalarıyla kuşatılmış Türk ulusunun yaşam serüvenini görmek için yeterlidir.

Bu anlamda çok bilinen birkaç olayın altını tekrar çizmek istiyorum.

Kur’anın Tevrat ve İncil’e dayandığını savunan Molla Kabız’ın 1527’de, “İnsan insan olduktan sonra ona hiçbir nesne haram değildir.„ diyen İsmail Ma’şuki’nin 1529’da şeyhülislamın fetvası sonucu öldürülmeleri İslamın düşünsel hoşgörüsünü gösterdiği gibi Türk düşün hayatının durgunluk nedenlerini de açıklayıcı örneklerdir.

1550’de Şeyh Muhyiddin Karamani ile 1561’de Şeyh Hamza Bâli’nin zındıklıkla suçlanması, “… ol tarik ile zındık ise katli meşru„ görülerek öldürülmeleri yine İslam’ın düşünceye, felsefeye karşı tavrının sıradan örneklerinden biridir.

1578’de Takiyyeddin b. Mehmed’in kurduğu rasathanenin 1580’de, dönemin şeyhülislamının telkini sonucu bir gecede yıktırıldığı, bütün aygıtların tahrip edildiği bilgisi artık bugünün ortaokul tarih kitaplarında da yer alıyor. Ayrıca bu dönemde basılı kitapların ülkeye sokulmasının yasak olduğunu da biliyoruz.

1602’de “Evrenin sonsuzluğuna ve bu âlemde doğa, tabiat kanunları üstünde olaylar olamayacağına inanmış bulunduğu anlaşılan Müderris Nadajlı Abdurrahman Efendi İslam fetvasının ölüm ipinden maalesef kurtulamıyor.

Türklerin daha 9 ve 10. yüzyılda tahtadan yapılmış matbaa harfleri ile kitap bastığını biliyoruz. Turfan kazıları sırasında bir mağarada ele geçen tahta matbaa kalıntıları bunu ortaya koyduğu gibi, Uygur yazılı kültür külliyatı da böylesi bir uygarlığın ürünü olarak elimizde bulunuyor. Oysa İslamlık sonrası dönemde, matbaanın Batı’da icadından üç yüz yıl kadar sonra (1729) Osmanlıda kullanılmaya başlanması çarpıcı olduğu denli İslamiyet‘in Türkleri sürüklediği fikir ve uygarlık noktası yönüyle de üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.[5]

RESİMSİZ, FELSEFESİZ, DİLSİZ TOPLUM

İslam; bilimi, sanatı, gelişme ve ilerleme çabalarını kendi dogmaları ile sınırlayıp engellemekle kalmamıştır. Türk kadınını hayatın gerçekliğinden kopartıp eve kapatarak, onu erkeğin yanında ikincil bir kişi konumuna indirgeyerek ulusun yarısını oluşturan bir bilgi ve emek kütlesini devre dışı bırakmak suretiyle de Türk kültürünün evrensel ölçekli gelişimini tahrip etmiştir.

İslamlık öncesi Türk toplumunun saygınlığı Umay Ana’nın kutsallığı ile övülen kişilik ve kimlik sahibi kadını, İslamlık sonrasında Tanrı tarafından erkeğe bahşedilmiş bir hizmetçi konumuna düşmüştür.

İslam‘ın atmosferinde İlbilge Hatunların adı artık İlteriş Kağanlarla birlikte anılmaz olur. Sılıg Tigin gibi şiir yazanlarla, at binip kılıç kuşanan Banu Hatunlar, Selcen Hatunlar, Banı Çiçekler geçmişin pusunda insan güzellikleri ile ışık saçan bir anı haline gelirler.

Çünkü İslam Türk kadınını daha doğmadan boğmuştur.

19. yüzyıla tiyatrosuz, resimsiz, felsefesiz, bütün bunların ötesinde dilsiz bir toplum olarak, üstelik kadınsız bir sanatın, kadınsız bir eğitimin, kadınsız bir ekonominin yükü sırtımızda adım attıysak bunun temelinde Arap ve onun maddi yaşamı, coğrafyası, kültürü üzerinde yükselmiş olan İslam dininin, İslam ideolojisinin bulunduğu açıktır.


[1] Ebu Davud Cihad/ 91, Hadis 2616, C3, s.88; Ayrıca s. 24’teki 2 No.lu not: İbn Mece/31, Hadis 2843, C2, s. 948 ( İkibine Doğru dergisi, Sayı : 23, 1987 ).

[2] Türk Tarihinin Ana Hatları, Devlet Matbaası, Ankara, 1930.

[3] Age.

[4] Bkz., Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk, Başak Yayınları, 1994.

[5] Hüseyin Gazi Yurdaydın, Türkiye Tarihi-2, Düşünce Hayatı ve Bilimsel Tarihi bölümü, Cem Yayanevi, 1990, s. 147-209