Tohumumuzu gasp ettiler!

GDO’lu tohumlarla yapılan üretim ne verimi artırır ne de açlığa çare olur. Küresel şirketler yalnızca çiftçilerin hasadını çalmıyorlar, gen mühendisliği uygulamalarıyla ve canlı türleri üzerinde patent oluşturarak doğanın hasadını da çalıyorlar

 

ALİ HAN EREÖRNEK

Avcı-toplayıcı olarak yaşayan homosapiens, yaklaşık olarak MÖ 10 bin yıllarında bitkileri evcilleştirmiş ve yerleşik hayata geçmiştir. O zamandan günümüze kadar tohum insan beslenmesinin ilk ve en önemli halkası olmuştur. Hâlâ varlığını sürdüren milyonlarca çeşit tohumun dayanıklıları, bulundukları coğrafyanın iklim ve toprak yapısına bağlı olarak uyum sağlamıştır. İnsan için tohum yalnızca gelecekteki bitkiler ve gıda için bir kaynak değildir, kültür ve tarih de tohumun içinde saklıdır.(1)

Sanayi devrimi dünyanın seyrini değiştirdi. Gıda üretimi ve tedarik şekilleri de bundan nasibini aldı. Bize yaşatılan gıda krizinin köklerinin, günümüze gelene kadar sistemsel değişikliklerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Her değişim kendine uygun tarımsal işbölümleri oluşturmuş, mülkiyet ve beslenme kültürlerinde esaslı değişimler yaratmıştır. Birinci gıda sistemi 1870’lerde başlamış, 1929 dünya ekonomik buhranına kadar sürmüştür. Bu aşamada gıda sistemi, sömürge ilişkileri sayesinde yürütülüyordu. İkinci gıda sistemiyse İkinci Dünya Savaşı sonrası Yeşil Devrim’le başlatıldı ve 1970’lerin sonlarına kadar sürdü. Tarımda kapitalist üretim ilişkileri esas alınırken üretim modeli endüstriyel tarım altında hibrit tohum ve yoğun kimyasal kullanımına dayandırıldı.(2) Yeşil Devrim’in başarısına o kadar inanılıyordu ki 1974 yılında Roma’daki FAO (BM Dünya Gıda ve Tarım Örgütü) toplantısında konuşan Henry Kissinger açlığın on yıl içinde tarihe karışacağını ilan ediyordu.(3) Üçüncü gıda sistemi ikinci sistemin içindeyken doğmaya başladı denebilir. 1970’lerde tarımın serbest piyasa içine alınması şirketlerce gündeme getirildi. Tokyo’da yapılan GATT (1976) toplantısında sonuca varılamasa da sonunda Dünya Bankası ve IMF marifetiyle ön adımlar atıldı. 1980’lerde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülke serbest piyasaya geçmişti veya geçiyordu. Hibrit tohumlar 1990’larda yapılan genetik buluşlar sonrası yerini GDO’lu tohumlara bıraktı.

Tohum şirketleri + Tarım ilaçları şirketleri
Binlerce yıl boyu süren yolculuğu boyunca çiftçinin elindeki atalık tohumlar hem ekilir hem de çoğaltılıp gelecek yıllar için saklanırdı. Çiftçinin belleğinde yer edinmiş, olası kıtlıklarla mücadele için en güzel yol buydu. 1960’lı yıllarda Filipinler’de 3.000’in üzerinde pirinç türü bulunurken 1980’lerde aynı ülkede tarım alanlarının yüzde 98’ine ekilen pirinç tohumu 2 türe düşmüştü.(4) Bu örnekleri dünyanın birçok ülkesinde görebiliriz. Ancak özellikle güney tabir edilen az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde etkileri; ekonomik, sosyolojik ve ekolojik olarak daha vahim bir tabloyla karşımıza çıkıyor. Bu teknolojik ve tarımsal dönüşümlerle dev tarım şirketleri tekelleşiyor ve hükümetler üstü bir konuma geçiyor. Elimin altında olan 2009 yılı raporlarına baktığımda, dünyanın en büyük 10 tohum şirketinin pazar payı yüzde 73’ken, tarım ilaçları şirketlerinin pazar payı yüzde 89. Bu firmaların birçoğunun iki sektörde de faaliyet gösterdiğini düşündüğünüzde bunlara tekel dememin mantığını ve kazançlarının boyutunu daha iyi anlayabiliriz.(5)

Patent konusu tohumun ve küçük çiftçinin bitirilmesinin son evresidir. Yukarıda da bahsettiğim gibi tarımsal ürünlerin serbest ticaret kapsamına alınması sonrası tekelleşmiş firmaların acımasız saldırıları, binlerce yıldır çiftçinin kullandığı tohumlar üzerinde yoğunlaştı. 1980 yılında ABD yüksek mahkemesi “genetiği değiştirilmiş bir mikrop” üzerine aldığı karar sonrası canlı organizmaların patent altına alınmasının önünü açtı.(6) Bunu Avrupa’daki mahkeme süreçleri de izledi, küresel tarım tekelleri de bu fırsattan fazlasıyla yararlandı. Bu konudaki sicili kabarık olan Monsanto firması, 1989’dan 2005 yılına kadar Washington patent kurumundan bitkileri için 647 adet patent almıştır.(7) Patent altına alınan tohumlar birçok çiftçiyi zor durumda bıraktı. Hükümetlerin de piyasa belirleyiciliğinden çıkıp, sübvansiyonları azaltmasıyla çiftçi kendini bir kumarın içinde buldu; ya tohumunu ve buna bağlı kimyasallarını bu tekellerden alacak ya da piyasadan çekilip büyük şehirdeki yedek işgücü olacaktı.

Hadi sorgulayalım

GDO’lu tohumlar ikinci yeşil devrimin bir meyvesi olarak yüksek verim vaadiyle sunuldu. Peki şimdi bunun gerçek olup olmadığını sorgulayalım.

-1998 yılında ABD üniversitelerinde genetiği değiştirilmiş soyanın, diğer soyalara göre yüzde 5,3 daha az verimli olduğu raporlandı. 2000 yılında Nebraska Üniversitesi bu sonucu teyit etmiş. Kansas Devlet Üniversitesi de yaptığı çalışmada GDO’lu soyanın yüzde 9 daha az verimli olduğu bulgusuna varmış.

-Türkiye’de normal tohumlarla yapılan pamuk üretimindeki verimlilik hektar başına 1334 kg. gelirken, dünyadaki GDO’lu pamuk verim ortalaması hektar başına 775 kg. hesaplanmış.

-Genetiği değiştirilmiş Round-Up Ready ile kanola mahsulünde yüzde 40 artış olacağı iddialarına karşı Avustralya’da yapılan denemeler ulusal ortalamanın yüzde 17 altında olduğu sonucunu ortaya çıkarmış.(8)

Bu sonuçlardan anlaşılacağı gibi GDO’lu tohumlarla yapılan üretim ne verimi artırır ne de açlığa çare olur. Küresel şirketler yalnızca çiftçilerin hasadını çalmıyorlar, gen mühendisliği uygulamalarıyla ve canlı türleri üzerinde patent oluşturarak doğanın hasadını da çalıyorlar.(9) Tohum sadece çiftçi için değil, sofrasında çocuğunun önüne yemek koyan bir ebeveyn için de önemlidir. İşin kimyasal boyutu daha vahim ki dayatılan tarım modeli; toprağı, suyu, havayı yok ederken canlı sağlığını da ciddi şekilde tehdit etmektedir. Endüstriyel tarım ve gıda sektörünün sera gazı salımındaki payı yüzde 44 olarak hesaplanmıştır.(10) Küresel ısınmanın en büyük aktörü kuşkusuz bu gıda sistemidir.

Sonuç olarak bu küresel tekeller, gezegendeki canlıların yaşam hakkını gasp etmektedir. Hükümetler ve bağlı oldukları küresel organizasyonlar bu tekelleri engelleyecekleri yerde, hareket kabiliyetlerini artırmaktadır. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi kapitalist sistem ekolojik tahribatı, sosyal adaletsizliği, açlığı, fakirliği önleyemez değil, önlemez! Çünkü bu, kapitalizmin doğasına terstir. Tek yapılması gereken bu kapitalist düzeni yıkmak, yerine yeni bir eşitlikçi, adil sistem oluşturmaktır.

 

KAYNAKÇA

  • Vandana Shiva, Çalınmış Hasat, bgst Yayınları, s.15
  • Abdullah Aysu, Gıda Krizi, Metis Yayınları, s.28
  • agy, s.30
  • Erhan Ünal, Toprak Biterken, Asi Kitap, s.116
  • Abdullah Aysu, agy, s.57
  • Erhan Ünal, agy, s.141
  • Abdullah Aysu, agy, s.142
  • agy, s.175-176
  • Vandana Shiva, agy, s.25
  • Abdullah Aysu, agy, s.204

PAYLAŞMAK İSTERSENİZ