Tebeşir kokulu sınıflardan, hapishanelere, sürgünlerden sanatoryumlara

Şiirinde ne söylev, ne de öğreticilik edası var Rıfat Ilgaz’ın. Toplumsalın içindeki bireyi alıp çıkarır ve koyar gözlerimizin önüne. Konu edindiği kişi ve olayların hem kendi doğallıklarıyla hem de yaşadıkları doğal çevreleriyle fotoğrafını çeker. Toplumsal olgunun küçük ayrıntılarında saklı büyük çelişkiyi, zerredeki deryayla duyurur bize. 

ALİ EKBER ATAŞ

Her sanatçı gibi, Anadolu kültürünün parçası olduğunu hiç unutmadı. 

Şair, aydın ve sanatçı olarak toplumsal duyarlığıyla, yerelden ulusala, ulusaldan evrensel olana yöneldi hep.

Öğretmen oluşu ve değişik bölge insanlarıyla kurduğu köklü ve sıkı iletişimleriyle, bulunduğu ortamlarda, kendini besleyip büyütecek sonuçlar çıkarmasında, bu özelliğinin payı büyüktür.

Doğduğu ve büyüdüğü yerelin değerlerinden, içinde yetiştiği toplumun geleneklerinden etkilendi. Bunlardan beslendi. Bütün yapıtlarında bu etki var.

Halkı çok iyi gözlemlediği açık. Bu onun, sosyal antropolog ve toplumbilimci özelliklerine sahip olduğunu da gösterir. Tebeşir kokulu sınıflardan, hapishanelere, sürgünlerden sanatoryumlara bir yaşamın özeti.

gözü toplumda, kulağı halkta

Nâzım Bursa Hapishanesi’nde, o buralarda tanıdı insanlarını…

Onun hastane, sanatoryum, hapishane ve sürgün yıllarında görüp yaşadıklarını; şiire, romana, öyküye dönüştürmesindeki sosyolojik yaklaşımı, Nâzım Hikmet’in Bursa Hapishanesi’nde geçirdiği dönemlerini çağrıştırır.

Her iki şairin de tutukluluk dönemlerinde, hapistekilerle iletişimleri üst düzeyde.

Bu eğitimbilimsel yaklaşım önemli. Dahası, insan psikolojisini, toplumbilimi ve sosyal antropolojiyi de yabancı ve uzak durmadığının bir kanıtı. Burada farklılık belki, Rıfat Ilgaz’ın eğitimciliğinden kaynaklanıyor. İkisinin de gözlemci yönleri oldukça gelişkin ve güçlü. Yaşamlarının en güzel yıllarını hapislerde, böyle bir benzer dönemi de, değişik zamanlarda iki farklı şairde yaşanıyor olması, kanıksattırılan bir yazgıya dönüştürülmüştür, iktidarlarca.

Rıfat Ilgaz. Tebeşir kokulu sınıflardan, hapishanelere, sürgünlerden sanatoryumlara…

1930’da Kastamonu Muallim Mektebini, 1938’de de Gazi Terbiye Enstitüsü’nü bitirir. Üniversite son sınıfında yakalandığı verem nedeniyle, rapor alıp İstanbul’a gelir. Yakacık Sanatoryumu’nda yatar. Bir süre sonra naklini İstanbul’a alır. 1939’da, Türkçe öğretmeni olarak Karagümrük Ortaokulu’nda göreve başlar.

İkinci Dünya Savaşı çıkar. Savaşın etkileri çok derinden duyulur. Dar gelirli memurun hayatındaki yokluklara, bir de baskılar eklenir. Bu süreç, sınıfsal anlamda dönüm noktası olur onun için. Yaşadığı sıkıntılarına, çevresindeki çelişkiler, okuduğu kitaplar, tanıştığı ilerici aydın ve yazarların da yaşamına dâhil olmasıyla birlikte, Rıfat Ilgaz’ı etkileyen nedenler oldular. Toplumsalcı düşünceye, iyice bağlar bu yakınlaşma onu.

“(…) Topluma yeni biçimler vermekte olan işçi sınıfının değiştirici bir bireyi olarak yaşama yeni bir anlam katması, geleceğe güvenini açığa vurması, iyimser bir duyarlık içinde çağının yeni gerçeklerini belirtmesi görevi başlamıştır…” (R. Ilgaz. Militan Dergisi, Haziran 1976. Bütün Şiirler kitabından) diyerek, sınıfsal konumunu ve safını belirler.

Artık, kendi deyimiyle “kim ve ne için yazdığını fark etmeye” başlamıştır. Bu bilinç şiirlerine de yansır. “Gözü toplumda, kulağı halkta bir şair olur” Rıfat Ilgaz. (A. Bezirci).

kolunu makineye kaptıran işçiler, kendini olmadık hayallere kaptıran çöpçüler…

Bireyselden toplumsala, keskin ve hızlı bir geçiş yaşar. Geçmişin köhne ve tutucu bağlarından tamamen kopar. Yeni bir görüş ve kavrayış içinde, sanatında ciddi bir devrimi gerçekleştirir. Bu sürecin ve hızlı değişimin ürünlerini ilk; “Yürüyüş, Yeni Ses, Pınar” gibi dergilerde yayımlar. Nâzım Hikmet, Rıfat Ilgaz’ın (ve kuşaktaşlarının) bu gelişmesinden övgüyle söz eder:

“Gençlerin içinde çok beğendiğim şairler var, hepsinin ismini aklımda tutamıyorum, isimleri henüz yer etmedi, ama şiirlerini pek beğeniyorum. Şöyle aklımda kalanları, sıra tefriki yapmadan sayayım: Dinamo, Suat Taşer, Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Orhan Kemal, Saffet Irgat vesaire…”

Kendisi 1942 yılında “Yürüyüş” adlı dergide yayımladığı, “Şaire Dair” başlıklı yazısında, yeni sanat anlayışını (özetle) şöyle dile getirir:

“…Sanatkâr, her şeyden önce muhitini, cemiyetini kavrayabilecek ileri bir düşünce sistemine sahip olmalıdır…”

1943’te çıkardığı “Yarenlik” adlı şiir kitabı, sözünü ettiğimiz bu değişimin ilk örneğidir. Halktan kişilerin, basit insanların yaşamı konu edilmiştir:

Çalışma anında kolunu makineye kaptıran işçiler, kendini olmadık hayallere kaptıran çöpçüler, sanatoryumda sahipsiz ölen insanlar, vitrinleri seyretmekle yetinen yoksullar, geride miras bırakmadan ölen dar gelirli memurlar, apartman kapıcıları, mahalle komşuları, emekliler…

varlıkla yokluk arasındaki uçurumu gösteren yalınlık

Rıfat Ilgaz, kişilerine içtenlikli bir sevgiyle bağlı ve acımayla bakar:

“(…)
Günümüzü gün etmek için
şöyle bir demlenelim deriz
dert olur bize,
meyhanecinin kazanç vergisi
ve garson Nuri’nin
nüfustaki, işi
(…)”  (Yarenlik)

Bu duyarlık (acıma ve sevgi duygusu), sürekli açığa vurmaz kendini.

İnsanlara, çevreye, dünyaya, ilişkilere dışarıda kalarak bakar, çoğun. Bu duruş (nesnellik) ona, gerçeği bozmadan, ama şiir diline aktarılarak ve lirizmle beraber “şiirselliği, sözün şiirselliğini” de es geçmeden, tüm açıklığı ve yaşanan acılarıyla ortaya çıkarmasına yardımcı olur.

Bütün yapıtlarına konu edindiği her şeyle ilişkide ve ilgilidir. Bunu okura sezdirir. Yaparken de bunu, içten içe kendine çeker, etkiler okurunu. Her ilerici sanatçı, aydın, düşünür gibi Rıfat Ilgaz da, diyalektik bir gözle bakar olay ve olgulara.  Bu bakış, kimi zaman ince alaysamalar, kimi zaman da taşlamalarla dillendirilir:

“(…)
Sessiz sedasız göçtün aramızdan;
Ne ölümün geçti gazeteye
Ne dokuz göbek soyun.”
(Baba)

Şu üç dizelik şiirde yer alan dünya ve içinde olup bitenler, bir su gibi akıp geçer gözlerimizin önünden. Bir durum şiiridir. Karşıtlıkla verilir her şey. Birinde yoksul birinin ilansız ve törensiz, neredeyse sahipsiz ölümü(nün belletilmesi); diğerinde zenginlerin şatafatlı, debdebeli, gürültülü ölümleri.

“Dokuz göbek” deyimi bir yanıyla gülümsetirken bizi, öbür yanıyla öfkelendiriyor.

“Gözü toplumda, kulağı halkta”. Rıfat Ilgaz, Asım Bezirci ile Cide’de adının verildiği sokakta.

Ancak, bu seslenişte (yoksa serzenişte mi demeli?)  ne şair (R. Ilgaz) bir isyancı olarak çıkar okur karşısına, ne de okuru bu isyanına çağırır. Fakat olayları duyuruşundaki alaycı ses, sesindeki müzik, yalınlık ve duruluk, okuyan herkese, varlıkla yokluk arasındaki bu eşitsizliği, uçurumu gösterir. Böylece, hem sanat anlayışına hem de yaratılışına uygun bir yöntemi de bulmuş oluyor.

söylev ve öğreticilikten uzak bir şiir…

Şiirinde ne söylev, ne de öğreticilik edası var. Toplumsalın içindeki bireyi alıp çıkarır ve koyar gözlerimizin önüne. Konu edindiği kişi ve olayların hem kendi doğallıklarıyla hem de yaşadıkları doğal çevreleriyle fotoğrafını çeker. Toplumsal olgunun küçük ayrıntılarında saklı büyük çelişkiyi, zerredeki deryayla duyurur bize.

Bireyle ilgiliyken, aynı anda toplumsalı birlikte yaşamaktayız.

Bu diyalektik bakış ve kavrayışla yazılan şiirlerinin temeli, “dokuz göbek, sessiz sedasız” gibi ibareler de göstermektedir ki, geniş ölçüde yararlandığı halk deyimlerine dayanmaktadır.

Halkın yaşamı nasıl ki şiirlerinin ana temalarını oluşturmuşsa, halkın dili de şiirsel anlatımının temel aracı olarak, şiirini yaygınlaştırmış ve geniş okur kitlesine ulaştırmıştır.

Rıfat Ilgaz, sanatını, şiirini üst düzeyde “ulusallık çizgisine” taşımış bir şairdir.

Şiiri, yaşayan bir şiirdir.

Kendi yerelinden beslenip ulusala ulaşmış, ulusal ve yerel değerleri sanatın evrensel potasında aynı yoğunlukta işlemiştir.

Doğaldır ki, bu yöneliş, emekten yana, insanın sömürülmesine karşı oluşu ve evrensele yönelmesiyle de kendisini her çağ ve dönemde yaşatan şiirini yazdırmış ona.

Bugünkü kişiliğimin oluşmasında yapıtlarıyla da olsa, katkısı olan Rıfat Ilgaz öğretmenimi, bir kez daha saygıyla anıyorum…

Sürecek

PAYLAŞMAK İÇİN