Tartışamıyoruz

EMİNE SUPÇİN

Tartışamıyoruz çünkü uygun sözcüğümüz yok. Ya da tartışma kültürümüz olmadığı için sözcük ihtiyacı hiç doğmamış. (Şu ettiğim laflar fazla büyük, farkındayım. Az sabır.) Arapçadan alarak idare etmeye çalıştığımız fikir teatisi özümüz gibi iş görmüyor. Münazara desen o da bizim değil. Münakaşa “..şak geçmek gibi geliyor insanın kulağına.

Bizde tartışma sözcüğü var, eş anlamlılarına baktığınızda ise karşınıza “ağız dalaşı, atışma” sözcükleri çıkıyor. TDK’deki birinci anlamı birbirine zıt düşünceleri karşılıklı savunma diyor. Fakat ben oradaki “savunma” sözcüğüne de takılıyorum. Bir saldırı yoksa neden savunmaya geçilsin? Öyle ya, benim aradığım saldırı ya da savunma değil; aklın ve erdemin masasında birbirini incitmeden ama kendi düşüncelerini de korkmadan ifade edebilme becerisi. Haydi bugün kör cehaletle bu mümkün değil diyelim peki ya eskiden?

“Her sözcüğün üstünde kendine ait bir çağrışım bulutu vardır,” demişti Oktay Sinanoğlu.  Tartışmak sözcüğünün çağrışımında kavgaya antrenmanla birlikte, diş bileme, etrafta sağlam bir sopa aranma eylemleri var.

Kaynaklar sözcüğü kökeninde “tartmak” olduğunu söylüyor. Yani karşındakinin fikir ağırlığı ile senin fikir ağırlığın arasındaki ölçü farkı. (Tam burada araya girip sabit fikirli biri ile tartışmanın ne kadar olanaksız olduğunu da ifade etmek isterim.)

İngilizce discuss diyor benim sözünü ettiğim tartışma biçimi için. Bizim anladığımız ise argue yani kavga etmek. Bir sonraki aşama fight, dövüş. El alemin dilinde dövüşünceye kadar üç aşama var, bizde tek aşama. Vur, patlat gözünü.

Sanırım biz bir şeyi kaybettik. Örf dediğimiz ve içinde; adaleti baş tacı eden, büyüğe saygı, küçüğe sevgiyi barındıran, işi ehline vermeyi uygun gören yani liyakati ön planda tutan değerler bütünümüz, diğer adı ile Türk töresini. Hatta öyle unuttuk ki töre sözcüğünün çağrışımı sadece “töre cinayetlerinden” ibaret hale geldi.

Tartışmaktan nerelere geldik. Farsçadan ya da Arapçadan araklanmamış Türkçe bir sözcük arıyorum. Anlamı fikirlerini karşıdaki incitmeden söyleyebilmeyi içersin.

Şimdi düşünelim. Çok eskilere, İslam öncesi Türk topluluklarına gidelim (ki dilimizin Arapça etkisine girmemiş halini görelim) ve hakanın çadırından içeri bir göz atalım. Tüm oba beylerinin bir araya gelip düşüncelerini, dertlerini açıkça ifade ettikleri otağda bir meclis olduğunu görelim. (Ki o meclis Cumhuriyetimizin ne denli bize ait hatta bizim icadımız bir yönetim biçimi olduğunu da gösterir diye düşünmekteyim. Platon orada durakoysun şimdilik.) Meclisteki tüm beyler elbette hakana bağlı ve ortamı hakan yönetiyor. İşte orada “söyleşi” var. Bağırıp çağırmadan, saygı usulünce, herkesin söz söyleyebildiği bir ortam. Sonuçta bir buyruk çıkacaktır ki o günün kanunudur ve o gün bu işler öyle yürümektedir. Fakat buyruğun altında ortak fikir mevcuttur.

Ne mutlu bize ki hakanın otağından ‘söyleyişi’yi çıkarıp geldik ve bugün de bildiğimiz ve kullandığımız bir sözcük. Fakat çağrışımından bir şeyler eksilmiş. Geyik muhabbetine daha yakın hale gelmiş sanki.

Eee? Ne yapacağız şimdi? Kavga etmeden tartışamayacak mıyız?