Tamam, elbette uzlaşma… Ama, anlamayı ve aralarına karışmayı da ihmal etme!

Aydınlarımız, edebiyat ve sanatımız artık bu “sorun”u aşmak, kendisini içinde yaşadığı toplumun dışında, kıyısında, üstünde görmekten, ona hep ama hep tepeden bakmaktan, yabansı durmaktan vazgeçmek zorunda!

Mecit ÜNAL
mecitunal@gmail.com

Geçende söz ettiğim hastalık günlerinde Nuri Bilge Ceylan’ın iki filmini izledim. Ateşi ateşle söndürmek gibiydi bu bir açıdan. İlaçların içerdiği yan etkiler zaman zaman sağaltıcılığından fazla olabiliyor. Ancak bu iki filmin, “Ahlat Ağacı” ile “Kış Uykusu”nun yarattığı yan etki, hekimin yazdığı, ikisi suya atılan, ikisi suyla alınan dört ilaçtan fazla oldu.

Geceleri terin ve ateşin içinde, uyur uyanık bir halde sık sık dönüp uzun uzun geriye baktım…

YABAN’DAN BU YANA AYDININ ÇÖZEMEDİĞİ

Yönetmenin başyapıtı olma niteliğini koruyan “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile bu iki film, ele aldığı sorunsallar açısından oldukça farklı. Anlatım biçimi, uzun sekanslar, geniş açılı görüntüler vb. bakımlardan ortak noktaları yok değil ancak, “Kış Uykusu” da, “Ahlat Ağacı” da başlı başına birer aydın ağıtı. Çehov’un öykülerinden esinlenilerek kurgulanan “Kış Uykusu” gibi “Ahlat Ağacı” da taşra toplumu içindeki aydını, onun yalnızlığını, onun içinden bir türlü çıkamadığı bireysel-toplumsal-aydınsal sorunları ele alıp tartışırken ne film(ler) ne de aydın(lar) aslında hiçbir sonuca, hiçbir yere varamıyor. Son sahnede, “Kış Uykusu”nda Aydın Bey Türk Tiyatrosunun Tarihi’ni yazmaya başlarken, “Ahlat Ağacı”nda Sinan, babasının yarım bıraktığı su kuyusunu kazmaya girişse de bu girişimlerin başarıya ulaşacağının da hayli kuşkulu olduğuna kanaat getiriyoruz. İkisi de içinde yaşadıkları topluma yabancıdırlar, ikisi de içinde yaşadıkları toplumun dışında, kıyısında, üstünde görmektedirler kendilerini.

Nuri Bilge Ceylan

Tek bir adım yetecektir aslında topluma karışmaya. Ama o tek adımı atamaz bir türlü iki aydın da. Peki bunu engelleyen şey nedir?

“Yaban”cılaşma!

Toplum, yerleşik düşüncelere aykırı düşünen aydını yabansılarken aydın da bu yabansılamayı kabul ederek yalnızlaşmanın kollarına atar kendini. Yakup Kadri’nin “Yaban”ından bu yana aydının ne gerçek yaşamda ne de ortaya koyduğu eserlerde bir türlü çözemediği, içinde yaşadığı topluma olan uzaklığı/yabanlığı yeniden ve yeniden çıkıp durur karşımıza.

Ama artık aydınlarımız, edebiyat ve sanatımız bu “sorun”u aşmak, kendisini içinde yaşadığı toplumun dışında, kıyısında, üstünde görmekten, ona hep ama hep tepeden bakmaktan, yabansı durmaktan vazgeçmek zorunda!

Tamam, elbette uzlaşma, aynılaşma… Ama, anlamayı ve aralarına karışmayı da ihmal etme!

BİR AYDIN SORUNU

En sevdiğim şiirlerinden biri olan “Mendilimde Kan Sesleri”inde Edip Cansever’in, bu sorunsala farklı bir açıdan baktığını gördüğümde 2005’ten 2018 yılı sonuna dek haftalık ve günlük Aydınlık’ta yazdığım yazıların genel başlığına bu şiirin ruhu olan “İnsan yaşadığı yere benzer” dizesini koydum ve yıllarca hep bu dizenin kerterizinden bakarak yazdım yüzlerce sayfa yazıyı.

Terin ve ateşin içinde, uyur uyanık bir halde sık sık dönüp uzun uzun geriye baktığımda hatırladığım yazılardan birindeydi aşağıda yeni bir gözle güncellediğim şu parça:

“Mendilimde Kan Sesleri”, Türkiye kadar derinden yaralı bir şiirdir kanımca. O yaranın acısını, ağrısını beyninde duyan, Cemal Süreya’nın deyişiyle, “gömleğinin yakası geniş zamana düşen” bu derin bakışlı şair, şu dizelerde imler bu yarayı:

“Gülemiyorsun ya, gülmek

Bir halk gülüyorsa gülmektir.”

Bir düzyazı cümlesinin parçası gibi görünen bu iki dize, öylesine söylenmemiştir; yalın ve açık olduğu kadar kararlı, geniş ve derinlemesine gelişen bir anlam taşımaktadır. Şiirin, duygu, düşünce ve anlam bakımından doruğa ulaştığı nokta da burasıdır işte. Aynı şiddetle kanayan, en önemli dizeye, ana fikre ulaştığında, geriye, “Türkiye’ye ne kadar benzediğimiz”le ilgili yanıtlanması oldukça zor bir soru bırakması da yine bu yüzdendir işte.

“Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi?”

Evet, ne kadar?

Edip Cansever

Nihayetinde Edip Cansever’in de yanıtlayamadığı, bir sorudur bu. Ancak bir aydının bir aydına/aydınlara sorabileceği denli özgün, insanın bütün hayatını kapsayacak denli geniş zamanlı bir sorudur. Öyle kesin, açık ve doğrudan verilebilecek bir yanıtı yoktur. Hemen, şimdi yanıtlanmak için sorulmuş sorulardan da değildir üstelik. Bu yüzden de şiir, geriye, insanın yaşadığı yere, burada Türkiye’ye, benzeyip benzememekle ilgili başka birçok/pek çok soru işareti bırakarak açık sonla, sürekli kanayan bir mendil imgesiyle biter. (“Gül Dönüyor Avucumda”da toplanan birkaç düzyazısı ile mülakatlarında da Edip Cansever, doğrusu, bu yollu sorulara net yanıtlar vermemiş, verememiş).

Edip Cansever’in bu şiirde, bizim yaşadığımız yere “ne kadar benzediğimiz” kıyaslamasıyla Türkiyeli olup olmamak sorununu irdelediği çok açıktır. Sorduğu bu soru ile ve bu soruyu açıkta, ortada, yanıtsız bırakmakla Cansever, bizi, şiirin genel çerçevesinin oldukça dışına çıkarmaktadır. Çerçevenin dışı da, anlaşılacağı gibi, felsefenin, sosyolojinin, giderek de siyasetin alanıdır. “Mendilimde Kan Sesleri” şiiriyle aydının Türkiyeliliğini sorgulamaktadır aslında Edip Cansever.

İnsanın yaşadığı yere benzeyip benzememesi -Türkiye’ye benzeyip benzememek,- bir aydın sorunudur böyle bakılınca da.

SOSYO-KÜLTÜREL KİŞİLİĞİMİZİN ANAHTARI

Peki o zaman…

Türkiyeli olmak ya da olmamak, yaşadığı yere benzemek veya benzememek ne anlama geliyor?

Haydi kısa yoldan, yalın kıyaslamalardan gidelim…

Türkiyeli olmak, “ilyada”, “Odysseia” ya da “Kalavela”yı öğrenirken “Manas”ı, “Ergenekon”u “Gılgamış”ı unutmamaktır. Homeros’tan parçalar okurken, Dede Korkut’u da ezbere bilmektir. “İlahi Komedya”dan söz ederken, “Şehname”yi hatırlamak, “Kiklop” örneğini verirken “Tepegöz”ü; Makyavel’e değinirken, Nizamülmülk’ü atlamamaktır. Türkiyeli olmak, Voltaire’i bilmenin yanında aynı ölçüde ve öncelikle Şinasi’yi ve dönem aydınlarını, Paris Komününe katılan “Kırmızı Fesli Osmanlılar”ı da bilmek, Rousseau’ya, Montaigne’e çalışırken, Abdullah Cevdet’i, Ziya Gökalp’i de öğrenmiş olmaktır. Balzac’ın öykülerini hatmederken, Ömer Seyfettin’i, Halid Ziya’yı de cebinde taşımaktır. Victor Hugo’yu tekrar ederken, Namık Kemal’i bir daha okumuş olmaktır. Kiergegard’dan alıntılar yaparken, “Mesnevi”ye de bir göz atmaktır. İstanbul sokaklarında Pierre Loti’nin, Liszt’in izini sürerken, Şehit Muhtar Caddesi’nin yerini ve ne anlama geldiğini bilmek, Beşir Fuad’ın kayıp mezarını bulmuş olmaktır. Mozart’a bilet alırken, “Türk Beşleri”ne, Tamburi Cemil Bey’e de yer ayırtmaktır. İkinci, üçüncü dillerden yapılmış, “Top 10” gibi kimlerin hangi ölçülere göre sıraladığı bilinmeyen çeviri romanları çantamızdan eksik etmezken, Halit Ziya’yı, Yakup Kadri’yi, Halide Edip’i, Orhan Kemal ve Sabahattin Ali’yi, Yaşar Kemal’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, İrfan Yalçın’ı da ilh.  başucumuzda bulundurmaktır. Rilke’ye, Rimbaud’ya hayranlıkla bakarken Yunus’a, Fuzuli’ye, Nevai’ye de vakıf olabilmektir.

Şair, yazar, oyuncu, ressam, senarist, yönetmen, müzisyen, yorumcu, karikatürist, köşe yazarı, sanatçı, aydın, siyasetçi; sen ne kadar benziyorsun Türkiye’ye, biz hepimiz ne kadar benziyoruz?