Pandemiden sonra garip bir şey oldu. Ben bunu tehdit altındaki tüm canlılar gibi insanların da ilkelleşmesi ile açıklıyorum. Korona o kadar büyük bir tehdit haline geldi ki insanlar hızla bencilleştiler. Nezaketten, anlayıştan, hoşgörüden ve bilumum insanca şeyden nerdeyse eser kalmadı. Durum tam bir hayatta kalma mücadelesine dönüştü.
ASLIHAN TÜYLÜOĞLU
Dükkânı ilk gördüğüm anı anımsıyorum. Ara sokaktan caddeye çıkınca hemen karşıda kalan kırmızı tabela ve dükkânın sağ ve sol tarafında, kaldırıma konmuş iki masa ve her birinde dörder tabure. Masanın üstünde sonradan orda çalışan ustaya ait olduğunu öğreneceğim çiçeksiz ama yemyeşil bitkiler… Bu görüntü bana pek güzel gelmiş olacak ki yapacağımız iş açısından çekincelerim olsa da eşimin orayı devralma isteğine çok da karşı gelemedim.
On dokuz ay oldu. Aynı köşeden gelince aynı sevinci duyuyorum. Bir şehirde ikinci bir adresi olmak güzel bir şeymiş. Gelin görün ki insana dair sıkıntılarım azalmak yerine artmış görünüyor bu işle de. Bazı davranışları anlamam mümkün değil. Olağanüstü ideal bir dünya kurmuşum çocukluğumda kendime. O dünyada insanlar da ideal. Gelin görün ki dünyam aynı idealleri koruyor ya karşılaştığım insanlar ideal olmaktan uzak. Mağaradaki gölge bile değiller! Eh çevre esnaf da böyle bir hayal kırıklığı yarattı bende desem yeri.
müşteri dışında kimseyi sandalyesine oturtmayan işletmelerin psikolojisi
Bugün sekiz tabureden dördü elimde kaldı. Kısıtlama, açılma, kapanma derken tabureler elden ele gezdi. Paylaşılamadı. Bazen izin ile çoğu zaman kaçırarak alıp götürdüler, oturdular. Üstelik sokak ortasında bırakıp gittiler akşam. Getirme zahmetine bile girmediler. Böylece müşteri haricinde kimseyi masasına, sandalyesine oturtmayan işletmelerin psikolojisini kavramış oldum.
Ama nerdeee… ben yoldan geçen yaşlı insanları oturtuyor, bir soluk alsınlar istiyor hatta demlenmişse çay ikram edip kısacık bir sohbet yapıp yalnızlıklarına deva olmaya çalışıyordum. Kapanma dönemlerinde insanlar çok yıprandılar, özellikle kısıtlamanın daha katı olduğu yaşlı insanlar. Mekânım, sevginin ışıldadığı, içtenliğin, iyiliğin paradan önce geldiği müstesna bir köşe olsun istiyordum. Yaşlı insanlar beni takdir ettiler. Bazıları ikram kabul etmedi ama soluklandı. Bazıları sus pus oturdu. Bazıları en can yakan dertlerini benimle paylaştı. Hepsi hayırlı işler dilediler. Buraya kadar bir sorun yok. Ama zaman içinde tabureler başına buyruk hareket edip sokağın başına kadar yürümeye başladılar. Bağımsızlıklarını ilan edip bizim değil sokağa ait olduklarını isyan içinde haykırdılar. Böylece onları gerektiğinde dükkânın önündeki yerlerine getirmemiz zorlaştı. Tabureler üstünde hak iddia edemez olduk bir anda. Özellikle sokağa çıkma yasaklarında sıkılıp her gün bir köşe başına toplaşan esnaf için. Bu durum dükkânların açıldığı, lokantalarda oturma yasağının kalktığı günlerde de sürmeye başlayınca can sıkıcı hale geldi doğrusu. Böylece gelen müşteriler dışarıda oturmak istiyor ama tabure aranıp bulamayınca; sağa sola koşturup esnafın ve esnafa gelen misafirin alıp bırakmadıkları veya hâlâ umursamadan oturdukları taburelerin peşine düşüyorduk ya da içeri buyur ediyorduk müşteriyi.
taburelerin özgürleşmesinin bedeli
Taburelerin teker teker saf dışı kalmaları, gün be gün eskiyip tozlanmalarının yanında, evlere servis için bulundurduğumuz motorun park edeceği alanı işaretlemek için dükkânın önündeki yola konulmasıyla başladı. Çoğunlukla uzun park yapılmıyordu. Bazı şoförler nazikçe beş dakika kalacaklarını söyleyip tabureleri kenara çekiyorlardı. Ama pandemiden sonra garip bir şey oldu. Ben bunu tehdit altındaki tüm canlılar gibi insanların da ilkelleşmesi ile açıklıyorum. Korona o kadar büyük bir tehdit haline geldi ki insanlar hızla bencilleştiler. Nezaketten, anlayıştan, hoşgörüden ve bilumum insanca şeyden nerdeyse eser kalmadı. Durum tam bir hayatta kalma mücadelesine dönüştü. Güçlü- zayıf çelişkisine, orman kanununa. Böylece bu nazik araç sahipleri yerine tabureleri yerle bir eden orman adamları ve kadınları türedi. İşte dört tabureyi bunlara şehit verdik. Bu da taburelerin özgürleşmesinin bedeli oldu.
Ama ne? Tabureler azaldıkça kıymetleri, paylaşılmazlıkları daha da arttı. Artık vermeyiz diye hiç soran yok. Adeta kaçırıyorlar. “Merhaba.”, “ Hayırlı işler.” bilmeyen esnafın tabure ihtiyacı çok acıklı bana kalırsa. Üstelik hepsi ilk başta bize tecrübeleriyle yol göstericilik yapmaya kalkmamış mıydı? Astığımız her yazının, değiştirdiğimiz her reklam tabelasının kritiğini yapan bu doğuştan satış uzmanı, pek yetenekli, para kazanma konusunda hünerli esnaf, o taburelerin müşteriler için olduğu bilgisini unutuveriyor kendileri için lazım olunca. Biz istemeye utanıyoruz. Onlar alıp gitmeye utanmıyor. Hem de öğlen saati falan fark etmiyor. Bazen dinlenmek için dışarı çıkıp bir tane tabure bile bulamıyoruz. Bazen de müşteriyi oturtacak tabure bulamıyoruz. Ama onlar hiç farkında değilmiş gibi ırgalanmadan aranışımızı süzüyorlar.
ne gelenek, ne evrensel insani değerler, ne kültür paranın yönettiği akılları tek bir şey biliyor
Tabureler üstündeki hakkımızı iyi niyetimizden mi kaybettik bilmiyorum. Bizim yapacak bir şeyimiz yok. İnsana kıymet veriyoruz. İnsan kıymeti hak eder ya, bunlar dediğim gibi Platonun Mağarasında gölge bile değiller. “Nalıncı keseri gibi kendine yontmak” derdi ninem. İnsani özellikler kendilerine gösterilsin ama onlara sıra gelince “vurdum duymasınlar”. Ne zaman bu kadar bencil ve bireyci oldular. Ne gelenek, ne evrensel insani değerler, ne kültür. Paranın yönettiği akılları tek bir şey biliyor; bu günkü ciro ne kadar, bu satıştan kaç lira kazandım. Para kazanmaya her şeyden çok değer veriyorlar. İşte bizde olmayan büyük bir meziyet(!) Bravo hepsine. Bu nedenle olsa gerek paraya kıyıp dükkânlarının önüne bir tabure koyamıyorlar.
Sabah, henüz temizlik yapıyoruz, kahve molası… Kalan taburelerden birini bulup sağdaki masaya oturuyorum. Ötekinde haftanın belli günleri gelip anlaştığı dükkânların camlarını silen adam ve genç yardımcısı kurulmuş bile. Bizim motorcumuz Apo geliyor içerden, o da kahvesini içecek. Az önce genç yardımcı karşı tatlıcıya lak lak için koşturdu. Apo görmedi, boş tabureyi aldı yanıma geldi. Doğal olarak ses etmedim. Bir dakika sonra çocuk geri döndü. Baktı tabure yok yüksek sesle: “Taburemi kim aldı yaaaa!” diye bağırdı bize işittirerek. Son durumumuz budur. Kendi taburemizi izinsiz alamıyoruz. Çünkü dediğim gibi tabureler bizim değil sokaktaki esnafın. Gün boyunca sıkılınca bu nidayı kullandım ve bu yazıyı artık yazmaya karar verdim. Nergiz esnafı insanlıktan sınıfta kaldı.
Onlara yaptığım ikramlara, güler yüzüme, anlayışıma, ablaları oluşuma hayıflanmıyorum ama işte o nida beni üzüyor.
“Taburemi kim aldı yaaaa!”