Sorumluluk duygusunun ertelediği “Anılarda Kalan Portreler”

Gazinoda hesabı ödeyemeyen Nurullah Ataç ile Orhan Veli’nin imdadına kim yetişti? Sait Faik telifini peşin aldığı halde öyküleri niçin gönderemedi? Yılmaz Güney’in romanından zarar eden yayıncılar kimlerdi? Cahit Sıtkı’nın cenazesini karşılayan polisler ve daha fazlası…

MECİT ÜNAL

İlk örneklerine 17. Yüzyıldan itibaren Batı edebiyatında roman ve hikâyede rastladığımız resim sanatındakinden farklı biçim ve türdeki edebi portre, aynı zamanda karakter yaratmaktı. Roman ve hikâye yazarları tasvirin yanında portre yazımının da ustaları olarak ortaya çıktılar. Hugo’nun, Balzac’ın, Flaubert, Tolstoy ve Dostoyevski’nin romanlarında çizdikleri portreler (Jean Valjan, Goriot Baba, Madam Bovary, Anna Karenina, Raskolnikov, vd.) dünya edebiyatının unutulmaz karakterleri oldular.

Salim Şengil’in “Anılarda Kalan Portreler”inin bu türdeki eserlerden farkı, adından da anlaşılacağı gibi hem bir dönemin yazarlarının portrelerine hem de onlarla ilgili anılara yer vermesi.

Yazılı ve sözlü en eski metinlerimizden mitolojilerimizde, destan, masal ve “Dede Korkut Hikâyeleri” başta olmak üzere halk hikâyelerimizde, Evliya Çelebi Seyahatnamesi başta olmak üzere seyahatnamelerimiz ve şair tezkirelerimizde çeşitli örneklerle karşılaşsak da, ki bunlar türün bizdeki ilkel örnekleri sayılabilirler, modern hikâye ve romanla ancak Tanzimat’tan sonra tanışan, ilk ürünlerini 1850’lerden sonra vermeye başlayan edebiyatımızda, Batıda olduğu gibi önce roman ve öykünün içinde ortaya çıkan portre, bağımsız tür olarak çok daha sonra gelişti.

Yazarlarımız portre yazımı -ve karakter yaratımında- ancak 20’inci yüzyıl başlarından itibaren gerçek ve unutulmaz örnekler ortaya koyabildiler.

Portre, Cumhuriyet’ten sonra edebiyatımızda kendisine sağlam bir yer edindi.

Recaizade Ekrem- Araba Sevdası/Bihruz Bey
Halid Ziya- Mai ve Siyah/Ahmet Cemil
Mehmet Rauf- Eylül/Suat
Halide Edip- Sinekli Bakkal/Rabia
Mithat Cemal Kuntay- Üç İstanbul/Adnan
Nahit Sırrı Örik- Abdülhamit Düşerken/Nimet
Yakup Kadri- Bir sürgün/Doktor Hikmet, Sodom ve Gomore/Leyla
Ömer Seyfettin- Hürriyete Layık Bir Kahraman/Efruz Bey,
Reşat Nuri Güntekin- Çalıkuşu/Feride
Kemal Tahir- Yorgun Savaşçı/Yüzbaşı Cemil
Orhan Kemal- Murtaza/Bekçi Murtaza
Aziz Nesin- Zübük/Zübükzade İbram
İrfan Yalçın- Sabri, Fareyi Öldürmek
Oğuz Atay-Tutunamayanlar/Turgut Özben
Yusuf Atılgan- Anayurt Oteli/Zebercet
Vedat Türkali- Bir Gün Tek Başına/Günseli

Romancılarımızın yaklaşık yüz yılda yarattıkları belli başlı bu ve başka karakterler, ayrıca incelenmeyi bekleyen konulardan biridir.

Cemal Süreya’dan önce Cemal Süreya’dan sonra

Edebiyatımızda portre deyince…

Hüseyin Cahit Yalçın’ın “Edebî Hatıralar”ı, Yusuf Ziya Ortaç’ın “Bir Varmış Bir Yokmuş” ve “Bizim yokuş”u, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları”, Yahya Kemal’in, “Siyasî ve Edebî Portreler”i, Salah Birsel’in “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu”su, Haldun Taner’in “Ölür ise Ten Ölür Canlar Ölesi Değil”i, Rıfat Ilgaz’ın “Yokuş Yukarı”sı, Atilla Özkırımlı’nın “Tarihe Not Düşmek”i, Vedat Günyol’un “Gölgeden Işığa: Eleştiriler, Denemeler, Portreler”i, Oktay Akbal’ın “Şair Dostlarım”ı, Cemal Süreya’nın “99 Yüz”ü, Hüseyin Yurttaş’ın, “Onları Tanıdım”ı sanat, edebiyat ve siyaset dünyamızdan, toplum hayatımızdan kişilerin anlatıldığı eserlerden bazıları.

Naçizane ben de bu türde epeyce ürün yayımladım, Aydınlık dergisi ve günlük Aydınlık gazetesinde. Bunların bir kısmını “İnsan Yaşadığı Yere Benzer/Padalya” adlı kitabımda topladım.

Ancak, edebiyatımızda portre denince hemen akla gelen –benim aklıma gelen diyeyim,- yazarımız Cemal Süreya’dır.

Cemal Süreya. Portreye bambaşka bir ivme kazandırdı, yeni bir biçim ve yeni bir içerik verdi.

1987’den aramızdan ayrıldığı güne kadar (9 Ocak 1990) “İkibin’e Doğru” ve “Yüzyıl” dergilerinde yayımladığı “İzdüşümler” ve “Söz Senaryosu” başlıklı yazılarından oluşan “99 Yüz” adlı kitabı, bana göre bu türün başyapıtlarından biridir.

Cemal Süreya portreye bambaşka bir ivme kazandırdı, yeni bir biçim ve yeni bir içerik verdi.

Cemal Süreya’nın portreleri nesneldir ama özneldir de. Hoşgörülüdür ama öte yandan da acımasızdır. Alaycı ve ironiktir. Betimlemelerinde gerçekçi, saptamalarında isabetlidir. Türkiye’nin 1990’lara kadar olan son elli yılında etkili olmuş simalara zum yapmakta, onları teşrih masasına yatırarak toplumsal, siyasal, kültürel, sanatsal vb. alanlardaki yerlerini saptamaktadır.

Portre yazımında “99 Yüz”den önce ve sonra diye bir ayrım yapmanın hiç de abartılı olmayacağı kanısındayım.

“Anılarda Kalan Portreler”deki yayıncı titizliği

Edebiyatımızda önceleri öykücü sonra giderek yayıncı olarak yer almaya başlayan, aşağı yukarı 1980’lere kadarki edebiyatımızı ve edebiyatçılarımızı yakından, içinden, ruhundan tanıyan Salim Şengil’in “Anılarda Kalan Portreler”i dolayımıyla eğildim bu konuya.

Şengil’in ikinci basımı ilkinden -Cem Yayınevi- otuz yıl sonra yapılan -H2O Kitap- “Anılarda Kalan Portreler”inin bu türdeki eserlerden farkı, kitabın adından da anlaşılacağı gibi hem bir dönemin yazarlarının portrelerine hem de onlarla ilgili anılara yer vermesi.

Nurullah Ataç, Orhan Veli, Sadri Ertem, Sait Faik, Cahit Sıtkı, Memduh Şevket Esendal, Orhan Kemal, Fethi Giray, Hasan Hüseyin, İlhan Berk, Suat Taşer, Orhan Peker gibi şair ve yazarlarımızın bilmediğimiz yönlerini Salim Şengil’in o canlı,  tatlı ve yalın anlatımından öğreniyoruz.

Salim Şengil. Edebiyat dünyasında öyküleriyle tanınmaya başlayan Şengil, giderek yayıncılıkta karar kıldı.

Yazarlık yanında, otuz yıla yakın bir süre yayıncılık yapan Salim Şengil’den en az birkaç cilt tutan anı beklenirken ortaya taş çatlasa yüz seksen sayfa tutan bir “Anılarda Kalan Portreler” çıkması şaşırtıcı elbet. Şengil’in bu duruma belirttiği mazeret ve getirdiği açıklık, kendi portresine de ilişkin bir ipucu…

Bu denli az anı, “kaçmaktan kovalamaya” vakit bulamayan yayıncı dar pratiği yanında, -yayın yasakları, kitap toplatmalar, polisçe aranmalar dahil,- Salim Şengil’e özgü yayıncı titizliğinin de bir gereği ve sonucu.

“Anılarda Kalan Portreler”in girişindeki “Anılar Üstüne Kendimle Konuşma” başlıklı oto-röportajda yaptığı açıklama, gösterdiği titizliğin hiç de nedensiz ve anlamsız olmadığını ortaya koyuyor:

“Bellek insanı yanıltabilir. Bu sorumluluk duygusuyla erteledim durdum anı yazmayı şimdiye dek. Sonra ‘anılarda kalan’ birçok dostum ölmüştü. Hele hele onlara el sürmek, küçük bir yanılgıya düşmek bağışlanacak türden değildi. Suya sabuna dokunmadan da anı yazmak, tıka basa doymuş, üstelik tatlısını, meyvesini de yemiş bir insana sinameki kabak kalyesi yemeği önerilmesine benzerdi bence. Sonra bizim kuşaktan kimi arkadaşların yaptığı gibi, anılarında, nalıncı keseri cinsinden hep kendilerine yontmaları durumuna düşmeyi de istemedim doğrusu.” (Sf. 2-3)

“Seçilmiş Hikayeler” (1947-1957). 50 kuşağı öykücülerinin ortaya çıkmasında etkili oldu.

Sonunda eşin dostun baskısına dayanamayıp yazmaya karar verir. Ancak bir takım kurallar da koyar; kişileri küçük düşüren konulara girmeyecek, kanıtlayamayacağı anılardan uzak duracaktır. Nitekim, “anılarda kalan” kişileri de buna göre seçer ve “O”nu anlatırken kendisini de yazar. Biz de böylece, önemli öykücülerimizden Salim Şengil’in kaleminden edebiyatımızın bir dönemine silinmez izler bırakmış şair ve yazarlarımızın “anılarda kalan portreleri”ne tanık oluruz.

Gazino müdürlüğünden yayıncılığa

Edebiyat dünyasında öyküleriyle tanınmaya başlayan Salim Şengil, giderek yayıncılıkta karar kıldı. Banka memurluğu ve gazetecilik yaptı. Ankara Radyosu’nda tiyatro sanatçısı olarak çalıştı. 2. Dünya Savaşı yıllarında bir süre Ankara’da Çubuk Barajı Gazinosu’nun müdürlüğünü yapan Şengil, “Seçilmiş Hikayeler” dergisiyle (1947-1957) 50 kuşağı öykücülerinin ortaya çıkmasında etkili oldu. Daha sonra “Dost” dergisini yayımladı ve “Dost Yayınları”nı kurdu ve yönetti. Yazar Nezihe Meriç’le evli olan Şengil’in “Kafasını Törpüleyen Adam”, “Es Be Süleyman Es”, “Güzel Bir Oyun”, “Savrulup Gidenler”, “Penceredeki Işık” adlı öykü kitapları yanında “Bir Rüzgâr Esti” adlı tiyatro oyunu bulunuyor. Salim Şengil, 28 Haziran 2005’te dünyamızdan ayrıldı.

Nezihe Meriç ve Salim Şengil. 1960’lı yıllar.

Şengil, “Anılarda Kalan Portreler”le iki edebi türü, anı ile portreyi bir arada, birbirine yedirerek, klasik portre ve anı yazımından uzak durarak öyküleştiriyor.

Burada, kişilerin Şengil’le karşılıklı ilişki içindeykenki tutum ve davranışlarının doğrudan yansıması olarak şekillenen bir simalar galerisinden söz edebiliriz. Şengil’in, öykücü gözlemiyle yer verdiği kitaba konu şair ve yazarların, ortaya koydukları eserler ve kendileri hakkında edindiğimiz genel geçer bilgilerimiz dışındaki profilleriyle karşılaşıyoruz.

Nurullah Ataç ile Orhan Veli’nin gazino macerası

Yıl 1939. “İkinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği, casusların başkentte cirit attığı bir dönem” Salim Şengil, “altı kişilik bir kadın orkestrasından başka, revü, solist, akrobat ve konsomatris olmak üzere yirmi altı yabancı kadının” çalıştığı Çubuk Barajı Gazinosu’nda müdür…

Hesabı ödeyemeyen bir masa…

Yanlarına gazinoda çalışan iki kadını da oturtan masadaki müşteriler, garsonla anlaşamayınca müdürü çağırırlar. 23-24 yaşlarındaki kendilerine kamuda tanındıkları adlarıyla hitab eden Şengil’i pek de müdür yerine koyamayan müşteriler, namını duydukları gazinoda felekten bir gece çalmaya gelen Nurullah Ataç ile Orhan Veli’den başkası değildirler.

Hesap 48 lira 60 kuruş tutmuş. Onlarda ise 16 lira 80 kuruş var! Orhan Veli durumu izah eder ve borçlarına karşılık bir kâğıt imzalayabileceklerini, hemen yarın ödeyeceklerini söyler.

Kendisini tanıtan Şengil, yüreklerini ferah tutmalarını söyler, masayı temizletir, yeniden servis yaptırır. Masaya buyur edilir, işin içyüzü de böylece ortaya çıkar:

“Akşamüzeri Özen Pasta Salonu’nda oturuyorlarmış, Orhan Veli gelmiş, ‘Baraj Gazinosu’nda çok güzel kadınlar varmış, oraya gidelim’ demiş.

“Nurullah Ataç düşünmüş: Bugün Orhan’ı Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde gördüm. Herhalde para almış ki ‘gidelim’ diyor.

“ ‘Olur’ demiş.

“Bu kez Orhan Veli Düşünmüş: Ataç bugün Tercüme Bürosu’ndaydı. Çeviri paralarını almış ki ‘gidelim’ diyor.” (Sf.25).

Nurullah Ataç ve Orhan Veli. İki edebiyatçımızın gazino macerasının hikâyesini Salim Şengil’in de bulunduğu bir ortamda Orhan Veli kendisi anlatacaktır.

O günlerde CHP’nin açtığı öykü yarışmasında Türkiye birincisi olan Şengil yarışmayı kazanan öykülerin yer aldığı iki kitabı imzalar, arkasından da koyu bir edebiyat sohbeti başlar.

Şengil, masadan sabaha karşı kalkan, yol boyunca “önce beni tanıdı, sonra seni tanıdı” tartışmasına giren iki kafadarı taksiyle evlerine bıraktıracak, ama olaydan kimseye söz etmeyecektir. İki edebiyatçımızın gazino macerasının hikâyesini Salim Şengil’in de bulunduğu bir ortamda Orhan Veli kendisi anlatacaktır.

Her zaman parasız Sait Faik’in vasiyeti

Ya her zaman parasız Sait Faik’in söz verip de yollayamadığı öykülerin hüzünlü hikâyesi?..

Yıl 1954. Baylan Pastanesi. Şengil, “Seçilmiş Hikâyeler Dergisi” için düzenlenen sergi öncesinde Attila İlhan’ın da tanık olduğu sözlü bir anlaşma yapar Sait Faik’le. Her öyküsüne elli, her kitabına beş yüz lira ödeyecektir. Hemen yüz lira da avans verir. Ne var ki, Sait Faik bu anlaşmanın gereğini yerine getiremez…

Sait Faik ve Cahit Sıtkı Tarancı. Sait Faik verdiği sözü yerine getiremeden öldü. Cahit Sıtkı’nın cenazesini Ankara Garı’nda karşılayan üç yakın dostunun dışındakiler altı kişilik polis ekibiydi.

On gün kadar sonra yazdığı yeni öyküler yerine Sait Faik’in ölüm haberi gelir.

Attilâ İlhan, tanık olduğu o günkü konuşmalara “Sait Faik’in vasiyeti” denebileceğini, eserlerinin yayın haklarının “Seçilmiş Hikâyeler”de olduğuna ilişkin olarak isterse gidip annesiyle konuşabileceğini yazar. Şengil mektuba verdiği cevapta, “boş ver”, diyecektir, “onun ölümünün acısı bize yeter”.

Cahit Sıtkı’nın cenazesini karşılayan polisler

Bulgar Yazarlar Birliği’nin çağrısı üzerine gittiği Sofya’da 2 Haziran 1970 günü hayatını kaybeden Orhan Kemal’in cenazesini Babaeski’nin girişinde çiçeklerle karşılayan işçilerin arasında emniyetten kimse var mıydı, bilmiyoruz. Ama, 13 Ekim 1956’da tedavi için gittiği Viyana’da ölen Cahit Sıtkı Tarancı’nın cenazesini Ankara Garı’nda bekleyen Salim Şengil, Sunullah Arısoy ve Ulus gazetesinin foto-muhabiri Hüseyin Ezer dışında bir de altı kişiden oluşan -Şengil, “lacivert ceketli, külot pantolonlu çizmeli, kasketli-fötr şapkalı” kişiler olarak betimler,- sivil giyimli bir Birinci Şube ekibi bulunmaktaydı.

Uzun bir bekleyişin sonunda tren nihayet istasyona girer. “Çizmeliler”i saymazsak, üç kişiden başka karşılayıcısı olmayan Cahit Sıtkı Tarancı’nın cenazesini bulunduğu yük vagonundan alıp cankurtaran arabasına parayla tutulmuş hamallar taşır.

Şengil’in tanıklığından Cahit Sıtkı gibi o gün ve bugün istisnasız tüm ülkenin sahiplendiği bir şairin cenazesinin polis için tehlike oluşturması, dönemin hükümetinin aydınlara düşmanca yaklaşımının bir sonucudur. Bu yaklaşım sonraki yıllarda da iktidarda hangi parti, hangi hükümet olursa olsun değişmemiştir.

DP hükümeti, kendisine muhalif olan ve olabilecek tüm aydınları izlemekte, haklarında dosya oluşturmaktadır. Orhan Veli başta olmak üzere nice aydın, şair ve yazar gibi Çalışma Bakanlığı’nda görevli Cahit Sıtkı da izlenmekte, hakkında dosya tutulmaktadır.

İki edebiyat adamının cenazelerinin karşılanışındaki bu trajik farklılığı içinde bulunulan toplumsal-siyasi koşulların belirlediği gün gibi açık. “Bereketli Topraklar” yazarı Orhan Kemal’i karşılayan 15-16 Haziran Türkiyesi, “35 Yaş” şairi Cahit Sıtkı’yı karşılayan ise DP diktatörlüğüdür. İşçiler gibi aydınlar da her zaman kendilerinden beklenen tavrı gösteremeyebiliyorlar.

Günümüzde de öyle değil mi?

Yılmaz Güney’den zarar edenler

Şengil, anıları ve portrelerine yer verdiği diğer şair ve yazarlar gibi Yılmaz Güney’in de bizim bilmediğimiz müphem yanlarına ışık tutuyor. Çizdiği Yılmaz Güney portresi bizim bildiğimizden çok başka bir izdüşüme sahiptir.

O yıllarda -1960’ların sonu- her gittiği yere arkasında bir fedai tayfasıyla giden bir mafya babası görünümündeki vurdulu-kırdılı “Çirkin Kıral” filmlerinin yakışıksız jönü hiç de “Umut”un, “Arkadaş”ın, “Endişe”nin, “Sürü” ve “Yol”un oyuncusu, yönetmeni, senaristi, son yıllarında solda liderliğe soyunan bir Yılmaz Güney değildir. “Boynu Bükük Öldüler” romanının, içinde Özdemir İnce ve Demirtaş Ceyhun’un da yer aldığı basım, yayım ve telif hikâyesi bize bambaşka bir Yılmaz Güney portresi çiziyor.

Şengil’in çizdiği Yılmaz Güney portresi bizim bildiğimizden çok başka bir izdüşüme sahiptir.

Şengil’in yazdıklarına göre Demirtaş Ceyhun Yılmaz Güney’in “Boynu Bükük Öldüler” romanını ilk yayımlayan yayınevinin –Anadolu Yayınları, 1966, İstanbul,- sahibidir. Romandan zarar etmiş, o zamanın parasıyla 17-18 bin lira da borçlanmıştır. Yılmaz Güney verdiği hiçbir sözü tutmamış, bonolar ödenmemiştir. Demirtaş Ceyhun öyle öfkelenir ki, arka kapak yazısını yazdığı ve yayımladığı romanı kitaplığına dahi sokmaz.

Demirtaş Ceyhun’un bu süreci anlatan bir mektubuna yer veren Şengil de aynı akıbete uğrar. Romanın Şengil tarafından yayımlanmasına –Dost Yayınları, 1971, Ankara,- aracılık eden Özdemir İnce ise, kızgınlığını mektup yazarak hafifletmeye çalışacak, tüm çabalarına karşın Yılmaz Güney’le bir daha görüşmeyecektir.

Nice şair ve yazarın kimsenin bilmediği yönlerine tanık olmak

Yayıncılık –kitap, dergi, gazete yayıncılığı,- edebiyat okurlarının bilmediği edebiyat dünyasının arka planı, mutfağıdır. Muhabir, düzeltmen, editör, yazar, yayın yönetmeni ve yayıncı olarak bu mutfağı içinden bilenlerden biri olmak ve nice ünlü, sevilen, sayılan şair ve yazarın kimsenin bilmediği yönlerine tanık olmak…

Öykü olmayan öyküsünü, şiir olmayan şiirini, yazısını yayımlatmak için işi tacize değin vardıranlar mı ararsınız, şiiri-yazısı bu sayı değil de bir sonrakine bırakılmasına öfkelenip selamı sabahı kesenler mi ararsınız, “çok önemli” şiiri, kitabı üzerine neden bir yazı yazılması, hatta röportaj yapılması gerektiğinin yolunu açmak için telefonda sözü uzattıkça uzatanı mı istersiniz, araya kıramayacağınız birilerini koyanlar mı?..

Kimine gülüp geçersiniz, kimine dilli dilince anlatmaya çalışırsınız, kiminden de bucak bucak kaçarsınız.

Salim Şengil işte tüm bu ve benzer durumların çok daha fazlasını yıllarca yaşayan, çoğunu hoş görüyle, bazen istihza ile karşılayan, bir yandan da başı mahkemelerle derde giren, polisçe fellik fellik aranan yayıncılardan biriydi.

Sorumluluk duygusunun ertelediği anılar

Doğası gereği her anı yazımı, her portre çizimi özneldir. Yazan, anlattığı olayları yaşayan kişi de olduğu için mutlak bir nesnellikten söz edemeyiz, olabildiği kadar nesneldir her hatırat. Sonradan yazıldıkları için yanlış hatırlamalarla malüldürler. Anı yazarı birçok şeyi eksik-fazla hatırlayabilir; olayları, tarihleri, kişileri, yerleri başka olay, tarih, kişi ve yerle karıştırabilir.

Anı yazımının doğasından gelen bu öznelliğine karşın, Salim Şengil’in olabildiğince nesnel davranmaya çalıştığını, bunu da birçok anı kitabına göre fazlasıyla başardığını görüyoruz.  

Yazının sonuna gelmişken…

Sonunda başta eşi Nezihe Meriç olmak üzere dostlarının baskısına dayanamayıp anılarını yazmaya karar veren Salim Şemgil,  bir takım kurallar da koyar; kişileri küçük düşüren konulara girmeyecek, kanıtlayamayacağı anılardan uzak duracaktır. Salim Şengil eşi Nezihe Meriç ile son yıllarında.

Yukarda yaptığım alıntıyı burada tekrarlamanın yanlış olmayacağı kanısıyla:

“Bellek insanı yanıltabilir. Bu sorumluluk duygusuyla erteledim durdum anı yazmayı şimdiye dek. Sonra ‘anılarda kalan’ birçok dostum ölmüştü. Hele hele onlara el sürmek, küçük bir yanılgıya düşmek bağışlanacak türden değildi. Suya sabuna dokunmadan da anı yazmak, tıka basa doymuş, üstelik tatlısını, meyvesini de yemiş bir insana sinameki kabak kalyesi yemeği önerilmesine benzerdi bence. Sonra bizim kuşaktan kimi arkadaşların yaptığı gibi, anılarında, nalıncı keseri cinsinden hep kendilerine yontmaları durumuna düşmeyi de istemedim doğrusu.”