Sevda ki ateşle sınar nefesini hasretin kalbini yine hasret sarar

O usta kendi gündeliğindeyken ben neden gidip onu buldum bu şehirde, onunla saatlerce konuştum. O da benimle konuştu sahici bir içtenlik ve şaşırtıcı bir kolaylıkla. Yoksa bende kendi hikâyesini mi buldu?

CAFER YILDIRIM

 

Germiyan’da bir gün

Şehir, meydanındaki çini vazonun tarihsel güveniyle gülümsemekteydi.

Oysa gündelik hayat, şehrin edasından uzak bir sakınganlık içindeydi.

Çarşaflara itina ile bürünmüş kadınlar caddelerde tedirgin adımlarla yürümekteydi.

Aylardan ramazan diyeymiş lokantalar bütünüyle kapalıydı. Ve camilerin cemaati

taştıkları sokaklarda mukavvalar üzerinde secde etmekte, imamlar yine yüksek sesle vaaz vermekteydi. Birisi şöyle demekteydi mesela:

-Ey ehli iman, tırnağından sorumlusun dünyaya getirdiğinin. Sen ki onun saçının telinden,

çıplak teninden değil sadece, aldığı nefesten de sorumlusun. Defter-i Kübra’da göreceksin hakkında neler yazılmış olduğunu, nelerle imtihan kılındığını.

Yürüyüp geçtim onca çağı ve göç duraklarını Türklerin. Sonra onlara rastladım bir parkın giriş kapısında. Genç bir kız, etrafını ürkek bakışlarla tarayan delikanlıya fısıldıyordu:

-Seninle olduktan sonra…

Germiyan’dan ve onlardan bana işte bu cümle armağan kaldı, hatırama tesadüfen katılan.

Şöyle mi tamamladı acaba başladığı cümleyi o genç kız?

-….her güçlüğe razıyım.

-…. her zorluğa karşı durabilirim.

-… nereye dersen oraya gelirim.

Aşkın tazecik buharını üzerinde taşıyan sözcüklerle kurulmuş bir cümle başka nasıl tamamlanabilirdi ki! Bu yüzden sürekli bir sergüzeşte dönüşmüş değil miydi benim hikâyem?

Bu yüzden yürüdüğüm ve geçtiğim her yol bir başkasına eklenmiyor muydu?

Bu yüzden ne kendime doğru yaptığım ne de coğrafyalar üzerinden umutlarına kapıldığım

ve anılarını biriktirdiğim hayatım, hâlâ öbür yarısına kavuşma düşlerinin peşinde değil miydi?

Bu yüzden kurduğum olsun, işittiğim olsun bana ait, benimle ilgili bütün cümleler bir kırıklığın,

bir yalnızlığın, bir tamamlanmamışlığın karşılığı değil miydi?

Ve gömlek kolları dirseklerine kadar sıvalı yaşlı bir bakır ustasının basık tavanlı bir dükkânda şakağından ter damlarken ve üstelik o usta kendi gündeliğindeyken ben neden gidip onu buldum

bu şehirde, onunla saatlerce konuştum. O da benimle konuştu sahici bir içtenlik ve şaşırtıcı bir kolaylıkla. Yoksa bende kendi hikâyesini mi buldu?

Dedi ki: Delikanlım:

-…ben dağların suretini bakırın tenine işlerim

-…âşıkların suretini aşkın usaresiyle bezerim

-…yolculardan ilham alırım, onlardan erkân sorarım

-…sabah nefestir benim için, güneşse metanet verir

-…elimdeki bu çekiç, bu murç, bu zımpara devinir on iki saat

-… sebebini bilirim olanın, olmuşun ve olacak olanın. Sebepsiz değildir hiçbir mana,

mananın ardındaki sır, sırrı sarıp saklayan ve sır eden pus.

Dedi ki bana:

-… atlar ki niçin koşmaya başlar genişliğini sezince ovanın, sebebini bilirim

-… kehribar tespihin ipi kopar kendisine dokunan elin hissedince öfkesini

-… delikanlım benim terim bakıra sır olur, bakır bana ayna

-…senin kalbindeki kederin aksi neden vurmaktadır yüzüne

sevda ki ateşle sınar nefesini, aşk umudundan terler

hasretin kalbini yine hasret sarar, ayakta kalabilirsen o yangın girdabında

kuşkusuz kalırsın kendine, kalan ki kendine armağandır herkese