Sessiz Ev, ilerici aydın tiplemesinin bir karikatürü

Orhan Pamuk’un romanlarında bütün bu karikatürize ilerici-aydın tiplemeleri, belki de yaşama tutunamadıkları için erken ölürler; tutucu, apolitik karakterler ise aslında hayata daha büyük bir uyum yetenekleri oldukları için uzun bir ömür sürerler. Kitabın künyesinde 1991’de Avrupa Keşif Ödülü’nü aldığı yazıyor. Avrupalıların, Doğu ülkelerinde kendi olgularını ve karakterlerini görmekten hoşlandıklarını da anlamış oluyoruz böylece.

KAAN POLATLAR

Sessiz Ev, Orhan Pamuk’un 1983’te basılmış ikinci romanıdır. Romanın künyesinde bildirildiğine göre Orhan Pamuk, bu kitabı 1980 yılının sonbaharında yazmaya başlamış, 1983 yılında yayımlatmıştır. 90’lı yıllarda ilk okuduğumda romanın beni düşünmeye sevk eden ana karakterinin hikâyesini o günlerde tam olarak çözümleyememiş ve Orhan Pamuk’un sıra dışı romancılık yeteneğine bağlamıştım. Çünkü o yıllarda gerçekten de bütün basın ve medyada onun yetenekleri hususunda gerçekten çok büyük bir rüzgâr esiyordu, böyle bir romancıdan elbette sıra dışı fikirler beklemek gayet doğaldı.

Doktor Selâhattin gibi ömrünü ansiklopedi yazmaya hasretmiş bir roman kahramanı yaratmak nereden aklına gelmiştir Orhan Pamuk’un?

Romanda, birlikte yaşamak zorunda oldukları halde birbirlerinin ruhuna değmeyen insanların derin yalnızlıkları anlatılır. 80’li yılların Türkiye’sinin, üstelik de bir kıyı kasabasının durgun havası, roman kahramanlarının yalnızlığını olabildiğince katmerleyerek hissettirir bize. Romanın belki de en önemli kahramanı Selâhattin çoktan ölmüştür ama onun çarpıcı öyküsü diğer hepsinin anılarının içinde değişik bir anlam kazanır.

DOKTOR SELÂHATTİN’İN ROMANI

Selâhattin eski bir ittihatçıdır ama Talat Paşa’yla ters düştüğü için İstanbul’dan sürgün edilmiştir. Selâhattin’in ilk tercihi tabii ki Jön Türk geleneğinin başlangıç yeri olan Fransa’dır, ama orası olmazsa başka Avrupa ülkeleri de seçenekler dâhilindedir. Bu cüretkâr tercihe rağmen ülkeden göçmek için karısıyla birlikte trenle yola çıktıklarında, rahatsızlandığı için Gebze’deki istasyonda inerler, orada bir süre han odalarında oyalandıktan sonra romanın anlatıldığı kasabaya ayak basarlar ve daha ne olduğunu anlamadan kendilerini oraya yerleşmiş bulurlar.  Doktor Selâhattin, burada panjurlu, balkonlu bir ev yaptırır. Balkon, bir mimari unsurdan ziyade Avrupa kültürünün dışa dönüklüğünün tezahürü olarak tanıtılır. Doktor Selâhattin, belli ki bir devrimci, bir ilericidir. Oysa geleneksel kadın modelini temsil eden karısı Fatma, onun hayatında sadece sessiz bir gözlemci olarak yer edinecektir. Hiçbir kararına karışmayan, hiçbir öneri getirmeyen, sadece susarak itiraz eden, yargılayıcı bir tiptir.

İşte bu evde Selâhattin, İttihatçıların devrilmesini beklediği kadar, aynı zamanda en büyük projesi olan ansiklopedisini de yazma işine koyulur. Hatta bu işe kendini o denli kaptırmıştır ki, sonsuz bir arzuyla beklediği İttihatçıların devrilme haberini veren gazeteyi bile ancak karısı Fatma’nın dikkati sayesinde okuyabilmiştir. Buna rağmen, yıllardır beklediği bu habere doğru-düzgün bir tepki bile vermez. Hatta karısı Fatma’nın “gözünün içine bakamadan ve unutmak istediği utanç verici bir günahtan sıkıla sıkıla söz eder gibi der ki: Artık İstanbul’a ansiklopedi bitince döneriz Fatma, çünkü bu ansiklopediyle yapacağım inanılmaz işin yanında, İstanbul’daki ahmakların siyaset dedikleri o günlük, küçük saçmalıklar hiç kalır, çok daha derin ve büyük bir iş benim burada yaptığım, yüzyıllar sonra bile etkisini sürdürecek inanılmaz bir görev; bu işi yarıda bırakmaya hakkım yok,” diyerek çalışma odasına çekilir ve ölene kadar otuz yıl daha bu büyük eserini yazmayı sürdürür.[1]

KUPONLA ANSİKLOPEDİ FURYASI

İşte 90’lı yıllarda, bu romanda beni en çok etkileyen şey, başkahramanının böyle bir hayalinin olmasıydı. Çünkü ansiklopedi yazmayı hayatının temel amacı yapabilen yerli bir karakteri hayal edebilmeyi ancak Orhan Pamuk başarmıştı. Üstelik 90’lı yıllarda gazetelerin kuponla ansiklopedi furyası ya yeni başlamış ya da başlamak üzereydi. Ciltler dolusu ansiklopedinin Türkiye’de ne tür bir kültür devrimi yarattığı belki başlı başına incelenmiş bir konu değildir, ama pek de büyük bir katkı yapmadığı ortadadır.

Romanın kurgusu ve ana karakteri çarpıcıdır ama ne derece özgündür? Selâhattin gibi ömrünü ansiklopedi yazmaya hasretmiş bir roman kahramanı yaratmak nereden aklına gelmiştir Orhan Pamuk’un?

O zamanların Türkiye’sinde her yaptığımızı bize özgü sandığımız, içe kapalı bir toplumda böyle bir fikir ilginç görünebilir, ama Orhan Pamuk’un yaptığı aslında Fransız Devrimi’nin şiddetli sarsıntısından etkilenen devrim aydınlarının Fransa’ya özgü tepkisini bir Osmanlı aydını tipine uyarlamaktır. Orhan Pamuk, belli ki İttihatçıların iktidarı ele geçirmesini, Fransız Devrimi’nin ülkemizdeki muadili saymaktadır ve bu görüşü yanlış da değildir. Öte yandan, devrimin sarsıcı şiddeti karşısında oturup ansiklopedi yazmaya kalkan bir örnek yoktur ülkemizde. Orhan Pamuk, ülkemizi, Doğu ile Batı’nın sentezi olarak gören yaygın retoriği sürekli vurgulayan bir yazardır ve tüm yapıtları da bu sentezi kanıtlamak için yazılmış gibidir. Orhan Pamuk’un, bu minvalde düşünen diğer romancılardan bariz farkı, Doğu dekoru içerisine Batılı bir fikir ve kahraman yerleştirmekteki hüneridir. Şimdi şu ansiklopedi meselesine bir göz atalım.

ANSİKLOPEDİSTLERİN KAYGISI

Fransa’da başta Diderot olmak üzere birçok düşünürün yer aldığı bir ansiklopedistler grubu vardır. Bu grubun tasarladığı 17 ciltlik ansiklopedi zamanın bütün bilimlerini toplama iddiasındadır. Aslında bunların temel motivasyonları gerçek bir korkudan kaynaklanmaktadır: Bir gün dünya uygarlığı topyekûn yok olursa, onu tekrar diriltecek bir bilgi kaynağını arkalarında bırakmaları gereğine inanmışlardır. Fransa’da bu ansiklopedi meselesi enine boyuna tartışılmıştır. Saint-Simon bu meselede en özgün fikirler üreten kişidir. Saint-Simon, bilimsel devrimlerin politik devrimlerle sırayla birbirini izlediğini, birbirinin nedeni ve sonucu olduğunu söyler.[2] Ona göre toplumları harekete geçiren fikir, bilgiye dayanır ama bu bilginin niteliği ve niceliğine göre dünyayı algılama ve ifade etme süreci değişir. Bu nedenle bilgi sistematikleştirilirse, belli bir dönem için halkın bilinç düzeyi belirlenebilir.[3] Sain-Simon’a göre, her bilim kendi özel alanında bilgisini artırırken onun bulduklarını diğerlerinkine bağlayıp ortak bir bilinç oluşturacak özel bir sisteme, yani felsefeye ihtiyaç duyulacaktır. “Böyle düşünüldüğünde felsefenin fazlasıyla sosyal bir işlevi vardır. Sakinlik ve olgunluk dönemlerinde, toplum mükemmel bir dengedeyken, sosyal bilincin koruyucusudur, çünkü onun doruk noktasındadır ve kilittaşı gibidir. Sorun ve kriz zamanlarında, yeni bir ortak inanç sistemi düzenlemeye çabalanırken, bu hazırlığı felsefenin yönetmesi gerekir.”

Bu durumda felsefe de fen bilimlerinin inceleme yöntemlerinin bir benzerini benimseyecek, fen bilimlerinden öğrendiklerini sosyal bilimlere uygulayacaktır. Ama önce bu bilgilerin sistemli bir yazımına ihtiyaç vardır. İşte bu yazım, sistemli bir bilgi kitabını yaratacaktır. Başka bir deyişle bu bir ansiklopedi olmalıdır. Saint-Simon ansiklopediyi şöyle tanımlar: “İyi bir ansiklopedi insanlığın bütün bilgisinin tam bir koleksiyonu olmalıdır; öyle bir sınıflandırılmalıdır ki okur en genel bilimsel düşünceden en özel fikirlere eşit aralıklı derecelendirmelerle ilerleyebilmelidir.”

“Ansiklopedi oluşturmak her zaman gerekli olan bir çalışmadır ama sistematikleştirdiği özel bilimler sürekli gelişmekteyken periyodik olarak gözden geçirilip düzeltilmesi de gerekir.”[4]

DOKTOR SELÂHATTİN DİDEROT MU, SAİNT-SİMON MU?

Böylece fen bilimlerinin sürekli gelişmesinin insan bilinci önüne çıkardığı bilgi yığını içinde gözden kaçırılmaması gerekenleri ortalama okurun bilgisine sunmak bu ansiklopedi çalışmalarının genel amacıdır ve işlevsel bir sebebi vardır. Tıpkı hava olaylarının öngörülemeyen doğası gibi Fransız Devrimi de hiç kimse tarafından öngörülemeyen bir şiddette vuku bulmuş, bu nedenle toplumda biriken enerjinin niteliği, niceliği ve belirtilerinin, diyelim ki meteorolojinin yöntemlerine benzer yöntemlerle anlaşılabileceği ve ölçülebileceği fikrini doğurmuştur. İnsan topluluklarına bu şekilde bakılabileceğini düşünmek felsefeden kopan özel bir bilimin daha doğmasına yol açmıştır: bu bilim sosyolojidir. Sosyolojinin doğuşunda Saint-Simon’un önemini bir önceki yazımda belirtmiştim.

İnsan bilincine de bu şekilde bilimsel bir çerçeveden bakılmaya başlanmış ve onun ansiklopedik bilgilerle biçimlendirilebileceği düşünülmüştür.

Şimdi sıra, baştaki sorunun cevabını vermeye geldi: Doktor Selâhattin tiplemesi Diderot mudur, yoksa Saint-Simon mu? Diderot, Fransız Devrimi başlamadan önce ölmüştür. Dolayısıyla onun Fransız Devrimi’ni görmesi ya da bundan etkilenmesi mümkün değildir. Oysa Doktor Selahattin, İttihatçıların iktidarının tanığı ve mağdurudur. Bu anlamda Saint-Simon’a daha yakın gibi durmaktadır. Fakat Saint-Simon’un da din hakkındaki görüşleri, romandaki Doktor Selâhattin tiplemesiyle hiç uyuşmaz. Doktor Selâhattin’in fikirleri daha ziyade Diderot’yu anımsatır. Zaten Orhan Pamuk da romanın bir yerinde Doktor Selâhattin’i şöyle konuşturur: “Koca Diderot bile on yedi yılda bitiremedi ansiklopedisini Fatma, çünkü kendini beğenmişti.”[5] Böylece Doktor Selâhattin tiplemesinin hangi düşünürün yerli versiyonu olduğunu anlıyoruz. Fakat yine de roman kahramanı, Diderot kadar Saint-Simon’un da bir sentezi gibidir.

İLERİCİ AYDIN TİPLEMESİNİN KARİKATÜRÜ

Romanın başkahramanı Doktor Selâhattin de tıpkı Saint-Simon gibi devrimin içinde faal olarak yer almasa bile onun kaçınılmaz gücünün farkındadır ve onun yıktıklarından ziyade, yerine ne konması gerektiğiyle ilgilenmeye başlamıştır. Ansiklopedisini tamamladıktan sonra bu bilgiyi halkın hizmetine sunacak ve böylece halk da onu, yeniyi inşa etmek için kullanacaktır. Orhan Pamuk, bir edebiyatçı duyarlılığıyla çelişkileri ön plana çıkarmayı sever. Doktor Selâhattin’in en büyük çelişkisi de karısıdır. Onun bütün Türkiye’yi dönüştüreceğini iddia ettiği büyük projesinin ışığı, karısını bile aydınlatmaya yetmemiştir ve kadıncağız uzun ömrünün sağladığı olanaklara rağmen sadece kocasının içtiği içkiden, çocuksu hayallerinden tiksinen bir gözlemci olarak varlık kazanmıştır. Üstelik bu tutucu kadın, ölmüş kocasıyla giriştiği fikirsel didişmeyi ömrünün son günlerinde bile devam ettirip durur. Fatma, kocasının temsil ettiği her düşünceye dinsel yargıların süzgecinden geçirerek reddeden bir kadın tiplemesiyle ilk başlarda itici bir karakter olarak tasvir edilmesine rağmen, roman ilerledikçe giderek sağduyusu ön plana çıkarılmaya başlanır. Çünkü kocası Selâhattin Darvınoğlu, soyadından da anlaşılacağı gibi Türkiye’deki sol-ilerici aydın tiplemesinin tam bir karikatürü olarak tasvir edilmektedir. 

Selâhattin Darvınoğlu’nun, Cennethisar kasabasındaki meslek hayatı, fakir hastalarını bedava muayene etmek gibi simgesel bir iyi niyet gösterisiyle başlamış olsa da, zaman içinde halkın geleneksel tıp yöntemlerine teveccüh göstermesine, hasta kadınların muayene olmak için bile soyunmamasına, tıbbın yöntemleri yerine kadere inanmalarına kadar pek çok tavırlarına gösterdiği tepkilerden dolayı kesintiye uğrar. Artık hastalar, geleneksel değerlerine hakaret eden bu doktorun tedavisine sırt çevirirler ve Selâhattin Darvınoğlu’nu yalnızlığıyla baş başa bırakırlar. Böylece dışlanmış doktor, meslek hayatının imkânlarıyla topluma hizmet etmek yerine, bitirmek için didinip durduğu ansiklopedisine daha fazla sarılır ve ömrünün geri kalan günlerini onu tamamlamaya ayırır. Fakat para kazanamadığı ve elindeki bütün malı-mülkü de sattığı için karısının mücevherlerine göz koyarak tam bir asalak hayatı yaşamaya başlar.

BATIDAKİ BİR OLGUNUN KARİKATÜRİZE HALİ

Orhan Pamuk, Türkiye’ye özgü gördüğü bu ilerici-solcu aydın tipinden nefret eder. Romanın ikinci kahramanı Fatma’nın ağzından, oğluna söylediği sözlerle bu aydın tipini tahkir eder. Kaymakam olan oğlu da tıpkı babası gibi işini sürdürememektedir ve istifa edip bu kasabada bir şeyler yazma hayali kurmaktadır. Annesi onun bu isteğine öfkelenir, “biliyorum!” der, “çünkü tembel ve korkaksın değil mi, baban gibisin, yaşamaya, insanlar arasına karışmaya cesaretin yok değil mi, onları suçlamak ve hepsinden nefret etmek daha kolay.”[6]

Fatma’nın oğlu Doğan da tıpkı babası ve karısı gibi erken ölür. Çünkü Fatma’nın sözleriyle bunlar, “iyi yemeği bilmezler, hayata sarılmayı bilmezler, yalnızca başkalarının acılarına gözyaşı dökerek ölmeyi bilirler.”[7]

Doğrusu bu klişeyi ilk kitabı Cevdet Bey ve Oğulları’nda da kullanmıştır. Onun romanlarında bütün bu karikatürize ilerici-aydın tiplemeleri, belki de yaşama tutunamadıkları için erken ölürler; tutucu, apolitik karakterler ise aslında hayata daha büyük bir uyum yetenekleri oldukları için uzun bir ömür sürerler.

Ben, hayatını ansiklopedi yazmaya vakfetmiş böyle bir karakteri yaratıcı bulmakla beraber, Doktor Selâhattin Darvınoğlu tiplemesinin Batıdaki bir olgunun fazlasıyla karikatürize edilmiş hali olduğu ve başta vaat ettiği ölçüde fikirsel bir derinlik taşımadığı için hayal kırıklığımı belirtmek istiyorum.

Bu kitabın künyesinde 1991 yılında Avrupa Keşif Ödülü’nü aldığı yazıyor. Ödülden dolayı Avrupalıların, Doğu ülkelerinde kendi olgularını ve karakterlerini görmekten hoşlandıklarını da anlamış oluyoruz.


DİPNOTLAR

[1] Orhan Pamuk, Sessiz Ev, İletişim Yayınları 19. Baskı, İletişim Yayınları, s. 24.

[2] Emile Durkheim, Sosyalizm Dersleri, Gökçe Yavaş çevirisi, Pinhan Yayınları, s. 132.

[3] A.g.y., s. 133.

[4] A.g.y., s. 134.

[5] Orhan Pamuk, Sessiz Ev, İletişim Yayınları 19. Baskı, İletişim Yayınları, s. 146.

[6] A.g.y., s. 72-73.

[7] A.g.y., s. 74.

PAYLAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ