Şenay Özçelik Koca yazdı… Nesnelestirilmiş öznenin romanı

Babasının, herkes ona “canım” desin diye adını “Canım” koyduğu üniversiteli genç kızın hikâyesi… Bir yandan da, çalıştığı lunaparkta “Afrika Canavarı”na bakıyor, sahafları dolaşıyor, ağaçlarla konuşuyor. Hüzünlerin Ankara’sından öldürümlerin İstanbul’una uzanan yorgun ama derin bir sevda…

 

ŞENAY ÖZÇELİK KOCA

Toplumcu-Gerçekçi Edebiyatın evrensel ölçekte seçkin örneklerini veren romancılarımızdan biri İrfan Yalçın

Romanın toplumsal işlevi yanında ilk ve en önemli özelliğinin, türünün temel özelliklerini yansıtmak olduğunu belirten Yalçın, biçim ve içeriğin ayrılmaz bir bütün olduğuna inanır. Edebiyatın dille yaratılan bir sanat olduğunu, ama her yaratılanın da edebiyat eseri olmadığını vurgular.

İrfan Yalçın, romanlarında bu düşüncelerini örneklerle somutlaştırmış, her şeyin nesneleştiği bir dünyada yaşamın anlamını anımsatmaktan vazgeçmemiştir.

H2O Kitap’ın yeni baskılarını yaptığı bu önemli romancımızın son eserlerinden, 2009 yılında Cevdet Kudret Roman Ödülü verilen Yorgun Sevda, bu yazıda sözünü etmek istediğim.

Yayınevi, İrfan Yalçın’ın şimdiye kadar Uzun Bir Yalnızlığın Tarihçesi, Fareyi Öldürmek, Aşağıdakiler, Pansiyon Huzur, Genelevde Yas, Annem, Babam ve Ben, Büyük Soytarı ve Ölümün Ağzı adlı romanlarını yayımladı.

KÜLÇE GİBİ BİR AĞIRLIK

Babasının, herkes ona “canım” desin diye adını “Canım” koyduğu üniversiteli genç kızın hikâyesi olan Yorgun Sevda, İrfan Yalçın’ın H2O Kitap’ın yayımladığı son romanlarından biri aynı zamanda…

Yorgun Sevda…

Romanın daha adındaki bu alışılmadık bağdaştırmayla bedensel değil de bir duygunun tamlayanı olarak nefes aldırmayan, külçe gibi bir ağırlık anlatılmaktadır. Sevda sözcüğü, “yorgun” nitelemesiyle hüzünlü çağrışımlar uyandırır.

Peki, üreten, çoğaltan, yaratan; çocuk adından, iş yeri, apartman, sokak, tekne, çiçek adına… her yerde bol bol  kullanılan ve sözü çok ama içeriği yok edilen sevda nasıl olur da edilgen, hatta amansız bir hastalığa, “yorgun sevda”ya dönüşür?

DİL İÇİNDE DİL YARATMAK

Sevgi konusunda uzun bir deneme yazan İrfan Yalçın, kapitalist toplumlarda sevginin oluşumu ve niteliği üzerine kapsamlı bir araştırma yapmış, canlı biyolojisinden insan fizyolojisine, psikoloji, sosyoloji, teoloji ve günlük yaşamda sevginin anlam ve görünümlerini uzmanların görüşlerini de nesnel bir bakışla yorumlayarak kendi sevgi anlayışını ortaya koymuştur. Bu sevgi, insanın emekle var ettiği bir sevgidir, doğadan insana tüm canlı varlığı saran, üretici, sağaltıcı, umutlu, somut bir yaşantı bütünüdür.

Romanda anlatılan da Lunaparkta yaz kış, kir pas içinde, yırtık pırtık giysilerle, yarı aç yarı tok demir bir kafeste “Afrika Canavarı” olarak sergilenen Hüseyin’e Canım’ın acımayla karışık duyduğu bu koruyucu, sağaltıcı umut verici sevgidir.

Sanatçı, bilinen dilden yeni bir dil yaratarak kurar yapıtını. Bu açıdan şiirsel bir roman, Yorgun Sevda. Dil içinde dil yaratmak, dilde daha önce kullanılmayan biçimde bir söz ve anlatım olanağı yaratmak, hem yapıtı hem sanatçıyı unutulmaz kılacaktır.

Sözü, hassas bir imbikten geçirir gibi az ve yoğun, damıtarak yazan İrfan Yalçın, yarına kalacak yapıtlar üretiyor.

Yorgun Sevda’da bunun ipuçlarını yakalıyoruz. Canım’ın gözünden, yirmili yaşlarında tanıdığı ve bilincinde silinmez izler bırakan, merkezinde, Ankara’da bir lunaparkın bulunduğu bu dünya, toplumcu-gerçekçi bir bakış açısıyla ele alınıyor.

İrfan Yalçın. Toplumcu-Gerçekçi Edebiyatın seçkin örneklerini veren romancılarımızdan biri.

İÇİNDEKİLERİ NESNELEŞTİREN LUNAPARK

İrfan Yalçın’ın romanlarında kişiler, daha önce toplum içinde karşılaşıp yanlarından geçip gittiğimiz kimselerdir. Onları roman kişisi yapan yazarın bakış açısıdır. Anlatılanlar, toplumdaki büyük değişiklikleri insanların tekil eylemlerinin oluşturduğu düşüncesine koşuttur. Olay ve kişileri önemli veya önemsiz diye ayırmak doğanın diyalektik işleyişine terstir. Bir çocuğun sevgisiz ortamda büyümesi, kendisini ve yaşantısını istediği biçimde düzenleyememesi, hem bireyin  hem de toplumun sorunudur. Bu bakış açısından uzaklaşınca sorun görülmez, soruna çözüm aranmaz.

Hüseyin, Canım, Avukat Baba, Lunapark Patronu Dede, Baba Cemal, Bekçi Şehmus ve Yorgun Sevda’nın diğer kişilerini tanıdığımızda toplumsal yaşamın yanlış kodlandığı anlaşılır. Edebiyatın ve sanatın gerçeğinden yaşamın içine yansıyan aydınlanma, Freud’un “örtme” dediği yanılsamalı düşünme ve davranış kalıplarını kırıp atar.

Ankara, lunapark, öğrenci evi, sahaf dükkanı, sokak, babanın yaşadığı kasaba, sinir kliniği, dokuz ayı karlı uzak kent, İstanbul… romanda seçilen bu çevrelerden amaç orada yaşayan insanların o çevreyle ve birbirleriyle ilişkileridir. Lunapark somut bir yer olarak da, çağrışımsal metafor olarak da iyi bir seçimdir. Lunapark, uzaktan bakanlara bir eğlence mekanı olarak gözükür; ama içindekilerin nesneleştiği bir yerdir. İnsan davranışları bu ortamda rahat gözlenebilir. Sahaf dükkanları ise, nesnelerin (kitaplar) sahiplerinden sonraki açık mezarlarıdır sanki.

Baba, kızının yaşadığı ortamı tanımaz. Bu insanların varlığını kabullenir ama onlarla kendi arasına duvar örer. Gelenekçi baba, düzenleme ve değişime karşıdır. Bir avukat olduğu halde toplumsal eşitsizliği, sömürüyü görmez. Baba için insanlar sınıflara bölünmüştür… Mekanlar da sınıfsaldır. Ulus’taki Otelci’nin mekan içindeki zavallılığı anlatıcının nesnel bakışıyla yansır.

OKUYUCUYA GEÇEN DOĞA SEVGİSİ

Geri dönüş tekniğinin ustalıkla kullanıldığı romanda iç içe geçmiş zaman dilimlerinin şimdiki anlatı zamanından oldukça uzakta/geçmişte bulunduğunu çözüm bölümünde anlarız. Canım’ın bilincinden yansıyan özlü betimlemelerle yaşamın labaratuvarında dolaşırız. Canım’ın, varoluşun anlamını kavradığı durum betimlemeleri oldukça etkilidir. Devinim ve duygusal değişimlerin yansıtılmasında somutlaştırmalar başarıyla kullanılır. Toprağı, ağacı, hayvanları ve havayı seviş ve onlarda eriyiş okuyucuya da geçer. Karşılıklı konuşmalar ustaca kullanılır. Kişiler özlü konuşma ve davranışlarıyla yansıtılır.

Yorgun Sevda’da raslantıya, belirsizliğe, göz boyamaya yer yoktur. Her ne anlatılıyorsa nedeni sonucuyla sergilenir. Hüseyin’i tanımasıyla başlayan öykü zamanı, anlatıcının üniversite okumak için Ankara’ya geldiği yirmili yaşların başıdır. Çeyrek asır geçince ele alınan yaşantılar çerçeve zamandır. Zaman, sudaki halkalar gibi iç içedir. Anne ve babayla ilgili ilk anılar zamanda daha gerilere gidişle anımsanır. Öğretmen olarak atandığı uzak kentte yaşanan zaman,1970’lerin İstanbul’unda elleri kolları bağlanan aydının eylemsel ve düşünsel boyutta acıtan yaşantısı adeta bir noktada genişleyen dünyaların kapısını açar. Olay dizilişi etkileyici bir zamansallık taşır. Zaman geçişleri, ustalıkla örülür. Roman kişisi zaman içinde bir düzeyden başka bir düzeye geçer. Zaman değişince bilinçte aydınlanma da artar.

İrfan Yalçın’ın romanlarındaki kişiler, daha önce toplum içinde karşılaşıp yanlarından geçip gittiğimiz kimselerdir.

DÖNME DOLAP YAŞAMIN ROMANA YANSIMASI

Olay ve durumlar içinde parça parça yansıyan Lunapark’ın Dede adlı işletmecisi, düğümler çözüldüğünde, tamamlanır.

Yetenekli bir müzik öğretmeni olan Baba Cemal, siyasi nedenle tutulup üç gün işkence gördükten sonra meslekten uzaklaştırılmış, işini, eşini, yaşamını birden kaybederek “en alttakiler”e katılmıştır. Hapiste tanıştığı Dede’nin aracılığıyla lunaparka sığınır. Baba Cemal bir zavallıya dönüşmüştür. Oysa Uzun Bir Yalnızlık’ın şair aydını güçlüdür ve ne yaşarsa yaşasın sevdasından uzaklaşmaz. Pansiyon Huzur’un Arif’i de koşullarla çatışarak sevdasını sürdürür. İrfan Yalçın’ın roman kişileri içindeki aydınlardan bir tek Baba Cemal sevdasından yorulur ve yaşayan ölüye çevirir kendini. Bilincini alkolle ve uyuşturucuyla zehirler.

Irk, kültür, renk gibi değiştirilemez özellikler suçlu olmanın koşulu sayılınca Çingene Nuri lunapark dışına çıkamaz. İrfan Yalçın’ın Cellat Ağlıyor adlı kitabındaki “esmer vatandaş”, kendini dövenlere bayrağı gösterir ve bağırır: “Ama Cumhuriyet var!” Ne var ki sistem, Çingene Nuri’de Bekçi Şehmus’u kendi istediklerini yapamaz hale getirir. Canım’a ne içeceğini sormadan kahve ve su ikram eden Ulus’taki Otelci her yönüyle “içerikten yoksun bir biçim”dir. Doğurduğu oğuldan bile eziyet gördüğünü söyleyen yaşlı kadın ve alt kattaki komşu kadın, Ölümün Ağzı romanında başkaldırışıyla özneleşen Ana’ya benzemez. Üreten, çoğaltan, iyileştiren analık gücünden yoksun, kendilerine yabancı birer nesne olmuşlardır. Romanda bu insanlar, ellerini kollarını bağlayıp nesne durumuna düşüren durumlarla ortaya konur.

BABA SEVGİSİNİ EZİYET OLARAK YAŞAYINCA

Beklentili babaların sevgisiz büyüyen oğulları, evlilik ve baba olma yeterliliği olmayan sinir hastalarının dayakla öldürdüğü aileler… ölünün yüceltilip dokunulmaz kılınışı, Tanrı evinde insanı kadın erkek diye ayıranlar, farklı olanı koruyup geliştirmesi gereken okulun yıkıcılığı, insan pazarı kuranlar, düşüncenin suç oluşu, çocuğunu koruyamayan ve toplumsal baskıyla evlat katili olanlar, yalnızlıklarını cinsel doyumda arayanlar, düşüncesini beğenmediği insanı öldürenler, tutukevi, işkence evi olan evlilikler, kendini tanımadan, işsiz, kültürsüz, yersiz anne ve baba olanlar, insanların içinde bulundukları koşulları onların hakkı, tek gerçeği sayanlar ve onların karşısında yalnız kendi değil herkesin temel gereksinimine inanan, paylaşan her nesneye sevgiyle yaklaşan, sevgiyi hayvanlarda bulanlar yansır romana. Ailede, okulda, sokakta, işte… yaşamın her alanında insanlar kendilerinden bekleneni yapan otomata dönüşür. Sürüye uyanın korunduğu sistemde “aynılaşma” mutluluk ölçüsüdür. Torunu ağlayınca aptal olmakla suçlayan büyükbaba, sevmeyi bilmediği gibi bu davranışıyla duygulanım ve paylaşımdan yoksun bir nesne yaratır.

Ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel ilerlemenin koşut olması gerektiği gerçeği anımsandığında kaynakları yanlış kullanılıp geri bırakılan toplumda insan olmanın değeri yine değişim değeriyle ölçülür.

BEKLENTİYE DAYALI SEVGİ

Güven duygusunu yaşatacak babanın, koşulsuz sevgi veren anneyi dövdüğü evlerde büyüyen çocukların acısı topluma geçer. Hüseyin’i zavallılaştıran toplumun geleneksel sevgi anlayışıdır. Babanın kümese dadanan köpek sorununa çözümü, Hüseyin’in dinmez acısı olur. Onu koşulsuz sevenler toprak olmuştur. Tanımadığı kişiler, bilmediği ortamlar durumunu daha acınası yapar. Bir nesne olarak görülür. Lunaparka gelenlerin onda buldukları ayrıca tuhaftır. Demir kafeste bir insanı sergilemek, ona bakarken eğlenmek bambaşka sinir hastalıklarını gösterir.

Aynaya yansıyanları gördükçe düşünüyoruz, neden, nasıl, niçin? Canım’ın ilgisi, bakımı onda değişimler yaratır. Hüseyin’in ağlayışı farklı bakış açılarıyla yansıtılır.

Hüseyin bir zavallıdır onun yaşamını kendisi değil geleneksel ahlak anlayışını benimseyenler belirler. Toplum onu yaşatmak için örgütlenmemiştir. Yaşlı celladın onu gördüğünde aklına ilk gelen, asmak için daha uzun ipin gerektiğidir. Canım ise, onu kurtarmanın yollarını arar, bu amaçtan hiç vazgeçmez. İnsanların düşünce ve davranışlarını belirleyen yaşantılar özenle seçilip sıralanır

Temelde her iki baba da karar alırken karşıdakini nesneleştirir ve çocuğa seçim hakkı tanımaz. Baba sevgisinin güven olduğunu söyleyen Fromm’a göre baba disiplin, yol gösterici ve öğretmendir. Beklentiye dayalı sevgidir baba sevgisi. Geneleve düşen kızını “namus” diye öldüren babanın beklentisi gerçekleşmemiştir. Yüzleşebilir mi kızının başına gelenlerden sorumlu olduğu gerçeğiyle? Baba ve kızın dramını gazeteden okuyanlar da ötekileştirerek sorumluluktan sözde uzaklaşır.

Yorgun Sevda’da toprağı, ağacı, hayvanları ve havayı sevmek ve onlarda erimek okura da geçer.

BABA SEVGİSİNİ KAZANMANIN YOLU

İnsanların değişim değeri üzerinden evlilik sözleşmesi yaptıkları ilişkilerde, uyumsuzluk aileden topluma yansır. Bir ayıyı andıran damadın kolunda, ıhlamurlu köşkte, nikah masasına ilerleyen kelebek gibi kadın, adımlarını uyduramadığı için, bu mutlu günde azarlanır örselenir. İnsanları nesneleştiren anlayışların sonuçları değişmez. Evlendikten sonra değişmeye bel bağlayanlar az değildir. Nikahın sırrına inananlar bu sorunlara takılmaz ama bu evlilikleri bekleyen tek açılım, kurban sayısının doğacak çocuklarla artışıdır. Canım’ın lunaparkta tanıyıp sinir kliniğinde tekrar karşılaştığı delikanlı, İsviçre’de eğitim görmüş, dayakçı babanın sakatladığı “ölüler tarlasına” gitmekten başka bir şey düşünemeyen bir kurbandır.

Sevgi anlayışı geleneksel olanlar, bir gömlek, bir elbise seçer gibi seçer eşini. Uymayanı değişime zorlar. Babanın sevgi anlayışı gelenekseldir ve istendik özellikler bulduğunda sevebilir. Sevgisini hak edecek eş, sosyal çevreye uyumlu olmalıdır. Uyuşmazlık durumunda, yaratıcı sevgi öznesi kadın, yalnızlaşma ve delirmeye varan ilişki ağında, kendini, kızını unutur; intihar eder. Babanın kendine uyan yeni eşe,  putlaştırıcı bir sevgiyle bağlılığı ve başkalarından da aynı tapınmayı bekleyişi anlatıcıyı öfkelendirir. Fromm’un kendileri dışındakileri yok sayan “iki kişilik bencillik” dediği aynılaşmış görünen kişilerin evliliğinde, kendileri dışındakiler yoktur.

Baba kızın sevgi anlayışları da farklıdır. Kızına ad koyarken düşündüğü incelik bile (herkes ona “canım” desin diye) sevgi konusunda “verici” değil  “alıcı” olmasıyla ilişkilidir. Sevginin almaktan çok vermek olduğunu ve sevginin emekle büyüdüğünü bilmez. Babanın bakış açısı ben merkezlidir. Baba, kızının davranışlarını doğru adlandıramaz ve onu tanımaya çalışmaz. Baba sevgisini kazanmanın yolu, nesneleşmeyi kabul etmektir!

BULAŞICI HUZURSUZLUK

İnsanları sınıflara ayırıp kendi çevreleri dışında kalanları sevmeyen babası ve arkadaşları, aşağı saydıkları sosyal sınıftakilerle ilgilenmeyi, onlarla konuşmayı yakışıksız bulur. Sevgiyi tanımayanlar, kendi sahte sevgilerini “doğru” diye tutturur. Okulu bitirme ve kendine uygun yaşamayı kural koyan babaya geneleve gittiğini söylemesi babasını ürkütür. Mekanın genel değerlendirmedeki anlamı, cinselliğin alınıp satıldığı yerdir. Bu ortamı yaratan toplum bu yere Freud’un “örtme” dediği yolla bakar.

Canım, yaşamdaki amacını ve davranışlarını babasıyla paylaşamaz. Baba para olarak desteğidir. Verdiği harçlık, zavallıları korumasını, lunapark ve otel işletmecisi gibi “esircilerin” onu nesneleştirmesini engeller.

Babanın anneye davranışı, Canım’ın berrak anılarından yansır. Anımsanan ve özlenen “ılık” gülümseyişli yitik anne, babanın anlattıklarıyla çelişir. Sevgi deposunu dolduran, ona yaşama sevinci veren anne güçlü bir kişiliktir. İntihar bir suçlamadır geride kalana. Babanın “tıpkı annen gibisin” sözleriyle örtük ileti göndermesi arada yaşama sevincini boğar. Fromm’un söylediği gibi, annenin yaşama tutkusu gibi huzursuzluğu da bulaşıcıdır. Kendinde doğada erime, yaşama sevinci duyumsayıp kuşlara ağaçlara karıştığı en mutlu anda içinde çelişkiler uyanır.

Sevgi konusunda uzun bir deneme yazan İrfan Yalçın, kapitalist toplumlarda sevginin oluşumu ve niteliği üzerine kapsamlı bir araştırma yapmış, kendi sevgi anlayışını ortaya koymuştur.

KURTULUŞ VE TEMİZLENMENİN YOLU

Canlıyı dövenler ölüye saygıyı değer ölçüsü yaparlar. İple asılarak öldürülen “bakın ve korkun” amaçlı sergilenen ölüyü sopalayan deli uzaklaştırılır. Diriye her türlü eziyet yapılırken insanlar susar ve izler. Ölü gömme törenine özel anlamlar yüklenir. Havanın durumu, ölünün son görüntüsü kadar gömmeye gelenlerle övünülür. Ölü için yapılan yemekli toplantılar ölenin adını saygınlaştırır sanki ölmek, kurtuluş ve temizlenmenin yoludur bu toplumlarda. Büyükbabanın ölümü babanın bencilliğinin yansıdığı canlı bir sahnedir. Büyükbabaya yapılan saygısızlık sevgisiz bir insanın davranışıdır. Romanda iki köpeğin insana yakışan duygulanışları öyküler arası çağrışımla oluşan soyut yapıdır.

Sonunda yazarlığı seçen anlatıcı/Canım’ın, ne kadar uğraşsa da Hüseyin’i kurtaracak nesnel kurguyu oluşturamadığını görürüz. Aydınlanan birey romanla topluma döner. Burada Paracelsus’un o deyişini anımsıyoruz:

Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yapmayan, hiçbir şeyden anlamaz. Hiçbir şey anlamayan değersizdir… Oysa anlayan kişi aynı zamanda sever, farkına varır, görür. Bir şeyin aslında ne kadar bilgi varsa daha fazla sevgi vardır. Tüm yemişlerin böğürtlenlerle aynı zamanda olgunlaştığını düşleyen kişi üzümlere ilişkin bir şey bilmiyor demektir…

                                                           BEĞENDİYSENİZ LÜTFEN  PAYLAŞIN