Savaş ve Barış Kardeştir

Şimdi bir de bize bakınız. Kendi kendine yeten bir ülkeden, yüzde seksen dışa bağımlı bir ülke zayıflığına düşmek… Tüm tarım ürünlerini dışarıdan alır hale gelmek. Çağdaş bir eğitim sistemiyle pırıl pırıl yetiştirilebilecek çocuklarını ölü balıklara dönüştürüp hamasetin kucağında “Reis emret, akşam namazını Moskova’da kılalım,” dedirtecek aptallığa indirgemek

 

EMİNE SUPÇİN

1974 Temmuzu. 8 yaşındayım. Almanya’dayız. Bir gece uyanıyorum. Salonun ışığı yanıyor. Masanın üstünde duran küçük bir radyo. Frekansı Türkçe haberlere ayarlı. Anne babamı altlarında kuru iki iskemleye oturmuş, kulaklarını ortalarında duran radyoya vermiş şekilde buluyorum. Normalde, yerinden fırlayıp “N’oldu kızım, kabus mu gördün?” diyerek bana koşmasını beklediğim annem ve babam, sadece bana dönüyor ve ruhları çekilmiş iki ceset gibi öylece bakıyorlar. Yüzleri kapkara, gözleri kederden çökmüş. Çocuk aklımla sormaya korktuğum bir şey olduğu apaçık. Onlara bakmaya devam ediyorum. Radyodaki spiker denizden, dağlardan söz ediyor. Öteki sözcükleri anımsamıyorum. Sonra aniden soruveriyorum. “N’oldu?” Babam cevaplıyor. “Türkiye’miz savaşa girdi kızım.”

Ne zaman savaş dense, o geceki anne ve babamın ürperten bakışları gelir gözümün önüne. Savaş önce anneleri vurur. Ardı sıra yere serilir askerler. Sonra çocukları delik deşik eder. Kan ve gözyaşı, romantik bir filmin ismi olamayacak kadar gerçek ve acıdır. İşte bu gerçekliği ömrü savaşlarla geçmiş ve binlerce vatan evladının toprağa serilişine şahitlik etmiş o büyük komutan der ki “Savaş mecburi olmadıkça cinayettir.”

Peki, mecburiyet hangi hallerde ortaya çıkar?

Bu da soru mu? Barış halindeyken, bin bir çeşit katakulli ile senin topraklarına göz dikmiş emperyalist güçler eskiden topuyla tüfeğiyle, günümüzdeyse füzesiyle sihasıyla ve hatta nükleer tehdidiyle kapına dayanmışsa bundan daha âlâ mecburiyet mi olur?  Kurtuluş Savaşımız bir mecburiyet değil miydi mesela?  Ya da Kıbrıs Çıkartmamız?

Gelelim 24 Şubat gecesine. Ukrayna bomba sesleriyle, bizler savaş başladı haberleriyle uyandık. Mermilerin önce anne yüreklerini parçalayacağını bilenler, savaşın cinayet olduğunu söylediler ki ben de onlardanım. Öte yanda Amerikan muhipleri ve Rusya muhipleri sanki oranın vatandaşıymışçasına açıklamalar yaptılar. “La bi’dur, sen Amerikalı Johhny değilsin, sen de Rus Andrey değilsin,” demek geldi içimden. Tabi desem kürekle kovalayacaklar beni.

Peki, şimdi objektif olarak Rusya harekatına bakalım.

Üyesi olarak bulunduğumuz NATO 1949’da kuruluyor. Örgütün amacı dışarıdan gelecek herhangi bir saldırıya karşı üyelerin hep birlikte karşı koyması. (Ne kadar cici değil mi? Oysa değil. Aslı Sovyet tehdidine karşı kurulmuş bir örgüt.) Ve Menderes zamanında (belki de ) Marshall yardımlarının karşılığı olarak, 1952’de biz de üye oluyoruz. 1999’da Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya ekleniyor. Peşi sıra Estonya, Litvanya; irili ufaklı kuzey Avrupa ülkeleri eklemlenmeye başlıyor. Hani utanmasa Rusya’nın baş şehri Moskova’yı da üyeliğe alacaklar.

Şimdi bir es verip Rusya yerine koyalım kendimizi. Dört bir yanından seni sarmaya başlıyorlar. Tarihi ve genetik kardeşliğin olan ülkeyi, bizzat sana karşı kurulmuş bir ittifaka kaptırmak üzeresin. Ne yaparsın?

Emperyalizmin yani yayılmacı, istilacı yaklaşımların hiç birine tamam denemez, denmemelidir. Elbette bu tür ekonomik ve toprak bütünlüğüne tehdit oluşturan unsurlara karşı GÜÇLÜ olmak zorundasın. Putin narsistik kişilik bozukluğu ve saldırgan yapıya sahip olabilir fakat bir vatanperverdir. Kadınları kendini pazarlamak zorunda kalacak kadar perişan hale gelmiş bir ülkeyi, şu gün bir gece yarısı operasyonuyla dünyaya kafa tutacak kadar güçlü hale getirmiştir. Bitti.

Şimdi bir de bize bakınız. Kendi kendine yeten bir ülkeden, yüzde seksen dışa bağımlı bir ülke zayıflığına düşmek… Kendi toprakları bir adam eksen, yüz adam verecek verimlilikteyken, tüm tarım ürünlerini dışarıdan alır hale gelmek. Çağdaş bir eğitim sistemiyle pırıl pırıl yetiştirilebilecek çocuklarını ölü balıklara dönüştürüp hamasetin kucağında “Reis emret, akşam namazını Moskova’da kılalım,” dedirtecek aptallığa indirgemek.

Her şeyimiz var. Bize hatta dünyaya yetebilecek ürün üretme kapasitemiz VAR! Bilimde ve sanatta dehalar çıkaracak çocuklarımız VAR! Bütünleştirici birkaç söylem ve eylemle yekvücut olacak halkımız VAR!

Tek bir şeyimiz yok. Ne ki o?

Başlıkta da dediğim gibi savaş ve barış kardeştir. İstilacıya karşı verilen savaş, barışın kardeşidir. Suriye’de ne bok işimiz var, onu da siz düşünün.

PAYLAŞMANIZ İÇİN